Küresel sistem yeniden şekilleniyor. Dünyada kartlar yeniden dağıtılıyor. Uluslararası düzende temel taşlar yeniden düzenleniyor. Yeni bir dünya kuruluyor. Bunda neredeyse hemen herkes hemfikir… Küresel siyasette ABD'nin tek süper güç olduğu dönem sona eriyor. Dünya "post-American world'" denilen Amerikan hegemonyasının sona ermeye başladığı yeni bir süreçten geçiyor.
Refah ve gücü temsil eden ABD ile Avrupa bugün siyasal, sosyal ve ekonomik darboğazların girdabında. Hatta kendi aralarındaki rekabetten dolayı Atlantik İttifakı'ndaki çatlak her geçen gün daha da derinleşiyor. Bu bağlamda küresel ekonomi- politik sistem, ABD'nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra devreye soktuğu "terörle savaş" stratejisinin yani İslam dünyasını işgal, kaos ve iç savaşlarla yeniden dizayn projesinin hezimete uğraması nedeniyle 2008'de girdiği finansal ve jeo-politik krizden hâlâ kurtulabilmiş değil. Hatta koronavirüs salgını bu krizi yeni bir aşamaya taşımış durumda. Dolayısıyla çözülemeyen sosyo-ekonomik sorunların şimdi küresel düzeydeki siyasi ve kültürel sonuçlarını konuşuyoruz. Bir anlamda reel-kapitalizmin çözülüşü, Batı dünyasındaki liberal karakterin ardındaki darbeci ve ırkçı yüzün de tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasını sağladı.
Atlantik'in emperyal hegemonyasının zincirleri kırıldıkça periferideki diğer medeniyetler de milli dinamikleriyle hareket edip "homegrown theorizing" denilen yerelden evrensele yönelik yeni bir kavramsallaştırma ve tanımlama sürecinin bayraktarlığını yapmaya başladı. Bu nedenle Batı dünyası artık günümüzde bir referans kaynağı olma özelliğini kaybediyor, bilgi ve teknoloji üretimindeki monopol pozisyonu da sarsılıyor.
Baskılananlar yeniden tarih sahnesinde
Dört asırdır yeryüzünde askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel hegemonya kuran Batılılar, dünyanın geri kalanını coğrafyasından, aidiyet, tarih ve değerlerinden soyutlamış; zincire vurdukları milletleri sadece stratejik bir unsur ile ekonomik bir girdiye dönüştürmüştü. Ancak "teröre karşı küresel mücadele" döneminde had safhaya ulaşan bu kaotik dönem artık miadını doldurdu. Baskı altına alınan ülkeler ve kültürler tarih sahnesine yeniden çıkıyor.
Dolayısıyla dünyanın dört bir yanındaki köklere dönüş eğilimi Batı'daki akademik ve entelektüel söylemin ezberlerini tuzla buz ediyor. Edebiyattaki kanonlar bile yeniden revize ediliyor. Geldiğimiz aşamada sadece Batı tarzı ulus devletlerin temel dinamikleri değil demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve serbest pazar ekonomisine dayalı Batılı neo-liberal piyasa uygarlığı da derin bir krizin içinde. Deyim yerindeyse Batı'nın bütün gözde değerleri komada. Hayatiyetini devam ettirenler de ancak ırkçı refleksler gösterebiliyor.
Batı için sonun başlangıcı
Nitekim Batı'nın çöküşüne dair realiteyi bizzat Batılı liderler de birer birer itiraf ediyor. 14- 16 Şubat 2020'de yapılan ve transatlantik güvenlik mimarisinin köşe taşlarından sayılan Münih Güvenlik Konferansı'nın açılışında konuşan Almanya Cumhurbaşkanı Frank Steinmeier, "Siyasi gündemimiz, dünyayı Batılılaştırmayı içermiyor. Avrupa, sadece dünyaya daha az misyoner bir yaklaşımla yaklaşırsa başarılı olur" demek zorunda kaldı.
Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz da "Geçmişte demokrasi, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, her zaman ekonomik başarı, büyüme ve zenginlikle el ele idi. Şu anda diğer sistemlerin de ekonomik olarak başarılı olabileceği bir zamanda yaşıyoruz. Bence bu oyunun tamamını değiştiren bir şey" diyerek Batı'nın dünyayı şekillendirdiği dönemlerin artık geride kaldığını trajik bir şekilde itiraf etti.
İşte bu yüzden 2020'de yayımlanan Münih Güvenlik Raporu'ndaki en önemli vurgusu da "Dünyanın gittikçe daha az Batılı hale gelmesi ve dünyada giderek artan Batısızlık" tanımlaması oldu. Haliyle Batılı liderlerdeki Avrupa'nın jeo-politik olarak yok olacağı endişesi artık bir hakikate dönüşüyor.
Batı'nın global denklemlerdeki ağırlığının azalmasıyla nükseden küresel statükodaki yönetim krizi her alanda hissediliyor. Bu nedenle derindeki diğer jeo-politik sorunlar da birer birer gün yüzüne çıkıyor. Atlantik'in gerilemesiyle farklı kutuplar kendi bölgelerinde istikrarı sağlayan egemen güçler halini almaya başladı.
ABD, AB, Rusya, Çin ve Türkiye gibi aktörler farklı konularda artık hem çok boyutlu ittifak arayışlarına imza atıyor hem de birbirlerini dengelemek üzere Atlantik, Asya-Pasifik ve Avrasya şeklinde tanımlayabileceğimiz yeni küresel bir bloklaşmaya doğru ilerliyor. Haliyle bu da eskiden olduğu gibi tek veya iki aktörün küresel siyasette hegemon bir konuma sahip olmasını zorlaştırıyor.
Küresel statüko baskı altında Çin, ABD ve Avrupa merkezli
dünya düzenine yönelik eleştirisini "uyumlu dünya veya küresel harmoni" sloganları ile dile getiriyor. Rusya da yeni küresel düzene dair büyük stratejisini "çok kutuplu dünya" olarak belirlemiş durumda. Türkiye ise yeni bir dünya idealini ve coğrafi konumundan kaynaklanan jeopolitik çoğulculuğa dayalı stratejisini, "dünya beşten büyüktür" vecizesiyle formüle ediyor.
Bu anlamda Türkiye'nin izlediği bağımsız politikaların küresel statükoya baskısı tsunamiye, Rusya'nınki kasırgalara, Çin'inki ise iklim değişikliğine benzetiliyor. Bu manzaradan bakınca Çin, Rusya ve Türkiye'nin "uyum, işbirliği, katılım, adalet, refah ve dayanışma" çağrılarına rağmen küresel siyasetin ABD ve AB'nin kontrolündeki Atlantik faktöründen dolayı yakın vadede barış ve istikrar getirmesi biraz zor görünüyor.
Kendi sistemini ayakta tutma kapasitesi sarsılan Atlantik'teki panik havasının artması bölgesel ve küresel düzeydeki çatışma dinamiklerini daha fazla harekete geçirecektir. Kuzey Afrika, Kafkasya, Doğu Akdeniz ile Suriye başta olmak üzere Maşrıktan Mağribe ve Orta Asya'dan Asya-Pasifik'e uzanan bölgelerdeki Atlantik ile Avrasya güçleri arasında şiddetlenen meydan okumalar da bunun birer göstergesi.
Korona sonrası yeni dünya
Asya'nın yükselişi yanında Koronavirüs salgını da Atlantik tekelindeki küresel statükoya ağır darbeler indirdi. Pandemiden dolayı sadece Batı'nın değil dünyanın diğer ülkelerinin içine girdiği sosyo-ekonomik koma halinin yakın gelecekte de süreceği anlaşılıyor. Daha şimdiden birçok ülke "yeni dünya düzensizliği" denilen bu kaotik realiteye göre farklı stratejik projeksiyonlar geliştiriyor.
Dolayısıyla korona salgınının artçı şokları bile bundan sonraki küresel jeo-politik güç dengelerini belirleyen önemli kıstaslardan biri olma halini devam ettirecek gibi görünüyor.
Joe Biden'ın BM'nin 76. Genel Kurul Toplantıları'ndaki konuşmasında artık yeni soğuk savaşlar ve bloklaşmalar istemediğini söylemesi, ABD'nin maruz kaldığı güç kaybının ilk elden ifadesidir. Bu beyana rağmen korona sonrası dünyada özellikle ABD'nin nasıl bir mantıkla yönetileceği sorusu merak ediliyor. Unutmayalım ki korona salgını tıpkı Berlin Duvarı'nın yıkılışı gibi tarihsel bir kırılmanın simgesine dönüşüyor.
Korona sonrası yeni dünyada ABD'yi bekleyen akıbetin dışında akıllara takılan diğer sorular da şunlar... Çin ve Atlantik arasındaki rekabetin seyri nasıl olacak? Avrupa Birliği, NATO, BM, G7, G20, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel yapılar dağılacak mı yoksa daha da zayıflayacak mı? Ortadoğu'daki istikrarsızlık nasıl bir aşamaya evrilecek? Latin Amerika ve Afrika'yı gelecekte ne tür bir siyasi ve ekonomik tablo bekliyor?
Ve son olarak da Türkiye başta olmak üzere Çin, Rusya, Hindistan, Japonya ve Almanya gibi aktörlerin yeni dönemdeki stratejileri nasıl şekillenecek? Şurası açık ki bundan sonra küresel düzeyde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
"Rest of the West/Batı dışındaki dünya" güç kazanırken yeni dönemde ABD ve Avrupa'nın etkisi küresel çapta törpülenecek. Haliyle küresel siyasetin dinamikleri kökten değişecek. Bu bağlamda reel-kapitalizmin çıkmazını simgeleyen Koronavirüs krizi ile birlikte Asya güçlerinin yükselişi, Batı'nın hakimiyetindeki küresel ekonomik paradigmada tarihi ve köklü bir değişime yol açacak.
Tektonik güç değişimi
Batı'nın dünyaya empoze ettiği sözde liberal ve demokratik değerler bütün cazibesini kaybetti. Recep Tayyip Erdoğan'ın Daha Adil Bir Dünya Mümkün kitabında dile getirdiği gibi büyülü kavramlar artık sağlıklı, adil ve güvenli hayat olacak. Batı'nın egoizm ve hedonizme dayalı bireysel liberal ideolojisi yerine toplumsal dayanışmaya dayalı kolektif özgürlük ve adalet anlayışı belirleyici hale gelecek. Özetle bütün maskeleri yırtan korona tarihi hızlandırarak küresel değişimi zorlayacak. Bir anlamda korona sonrası süreçte dünyanın dengesi yeniden düzelecek ve taşlar yerine oturacak.
Pax-Americana ile nitelenen Atlantik çağı artık sona eriyor. Atlantik'teki bu çöküş manzarası aslında dünyanın geri kalanı için yeni ve daha iyi bir dönemin habercisi demek. Zira son beş asırdır Batı, yerkürenin hemen her alanında hâkimiyet kurdu. Fakat bu hegemonya algısı ilginçtir son yirmi yılda dramatik şekilde değişti. Mesihçi Amerikan elitleri bile umutsuz.
Örneğin Harvard'da tarih dersleri veren Niall Ferguson, yeni milenyumun ilk on yılını "Batı egemenliğinin küresel düzeyde sona erişinin başlangıcı" olarak görenlerden. Son yıllarda büyük jeopolitik türbülanslardan geçen dünya her alanda tektonik bir güç değişimine tanık oluyor. Her türlü denge artık Batı'dan Doğu'ya doğru kayıyor.
Bu görüşler on-onbeş yıl önce marjinal kesimlerin fantezileri diye alaya alınıyordu. Oysa bugün en ciddi akademik çevreler bile artık ABD'nin hegemonik ölümü ile bu köklü güç değişimini itiraf ediyor. Haliyle Avrupa'nın yaşayan en büyük düşünürü sayılan Jürgen Habermas'ın "Kendi değerlerimizi üretemiyoruz!" diye ağıt yakması boşuna değil. Birçok Avrupalı ve Amerikalı stratejistin akıl hocası ve modern çağın en büyük savaş suçlularından Henry Kissinger dahi son yıllardaki yazılarında artık ABD'nin "küresel sistemi" yerine "dünya düzeninin krizi"ni anlatıyor. Fakat bahsettiği kriz aslında Batı'nın krizidir.
Türkiye'nin hegemonik cazibesi
Korona krizi ile mücadelede de görüldüğü üzere Atlantik bloğunun liderliğini yaptığı Batılı küresel sistem raf ömrünü doldurmak üzere. Çin, Rusya ve Türkiye'nin öncülük ettiği yeni bir dünya düzeni ise her geçen gün güçleniyor. Eski sistemde olduğu gibi yeni kurulan küresel sistemin jeo-politik haritasında da Türkiye belirleyici aktörlerden biri konumunda.
Türkiye, dünyanın gömlek değiştirdiği bu sürece kendini devrim niteliğinde hamlelerle hazırladı/ hazırlıyor. Doğu Akdeniz'deki çok boyutlu stratejik adımlar başta olmak üzere S-400 alımı, Suriye operasyonları, Erbil ile ittifak, başkanlık sistemi, bağımsız milli savunma sanayi politikası, terörle mücadelede yeni güvenlik konsepti ile Afrika ve Avrasya açılımlarını, Türkiye'nin son yıllarda devreye soktuğu bu yeni küresel jeo-politikanın birer pratiği olarak okumak lazım.
Özellikle Kuzey Afrika, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Güney Asya gibi Müslüman coğrafyalarda "çelik çekirdek" işlevi gören Türkiye, oluşumu devam eden yeni küresel sistemin en baskın kutuplarından birisi olarak daha şimdiden genel kabul görüyor.
Dolayısıyla Türkiye, Rusya ve Çin triosunun her alandaki yükselen baskısı Atlantik'teki çatlağı daha da büyütüyor. Bu üç yönlü baskı nedeniyle ABD ve Avrupa artık aynı yatakta farklı rüyalar gören çiftlere benzemeye başladı. Bu bağlamda Batılı siyasilerin durumu tıpkı Titanic batarken hâlâ çalmaya devam eden müzisyenin trajedisini andırıyor.
Kuşku yok ki yeni dönemde eskiye nazaran çok daha etkiliyiz. Eski sistemde Türkiye, ABD liderliğindeki Atlantik İttifakı'nın bölgesel hesaplarında kritik bir oyuncuydu. Şimdi ise hem kendi bölgesinde hem küresel dengelerde ağırlığı her geçen gün daha fazla hissedilen bir oyun kurucuyuz. Önümüzdeki süreçte Türkiye'nin ağırlığı daha da artacak. Eskiden küresel sistemde "eksen ülke" yani verilen role göre hareket eden vasat bir oyuncu iken artık oyun kuran merkez bir ülkeye ve ekseni bizzat kendisi olan bir küresel aktöre dönüşüyoruz. Son dönemdeki hamleler ve kazanımlar bunun en somut işaretidir. Ancak uzun soluklu yeni bir küresel mücadelenin daha eşiğinde olduğumuzu unutmayalım.
Atlantik güçlerinin bizden sonra tufan mantığıyla yeni süreçte dayattığı küresel düzensizliği ve feodaliteyi ancak Türkiye, Çin ve Rusya gibi aktörlerin evrensel değerlerle kaynaşmış küreselleşmiş ulusallıkları önleyebilir. Bunun yolu da liderliğini Türkiye'nin yaptığı küresel bir jeo-kültürel uzlaşıdan geçiyor. Zira bu yeni küresel uzlaşı için Türkiye, Çin ve Rusya'dan çok daha derin hegemonik cazibeye, dinamik ve niteliklere sahip bir ülke.