Destanlar, efsaneler, mitolojiler belki insan ürünü ancak insan da, insanlık da bir ölçüde onların ürünü… Bilinmeyen çağların, hayal ile gerçek arasında hadiselerin, ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu ürünü olduğu bilinmeyen kahramanların öyküleri kimileri için insanlığa sadece bir hatırlatmadan ibaret, kimilerine göre ise bunlardan insan bilincinin, benliğin derinliklerine uzanan bir yol var gizli gizli. Bu efsanelerin aslında insan bilincinin de ötesinde bilinç-altını bile tanımladığı söyleniyor. Psikolojinin bu fantastik anlatılara yaptığı atıflara bakınca bu hiç de mantıksız görünmüyor. Mitolojiden insanın derinliklerine uzanan bu yola, vâkıf olamasak da bir göz atmaya değer açıkçası.
Gılgameş Destanı ya da insanın özünü ve ölümsüzlüğü arayışı
Uruk'ta hüküm süren efsanevi bir hükümdar ve savaşçı olan Gılgameş'i bilirsiniz. Herkese meydan okuyan bu iddialı ve gözü pek savaşçıya ders vermek isteyen göklerden ona yarı insani-yarı ilahi vasıfta bir rakip gönderilir. Enkidu adındaki bu muahriple yenişemeyen Gılgameş sonunda onunla arkadaş olur. Onunla türlü tecrübeler yaşar, türlü hâllerden geçer. Büyük bir dostlukla bağlandığı Enkidu göklerin kararıyla elinden alındığında ise onun ölümüyle her şeyi sorgulamaya başlar ve ölümsüzlüğün sırrını aramaya koyulur. İlk olarak 18- 19 yaşlarında okumuştum Gılgameş Destanı'nı… O zamanlar alışık olduğumuz macera senaryolarından biri gibi gelmişti. 40'lı yaşlarda bir kez daha okuduğumda ise bambaşka bir şey olduğunu anladım. Bir dostun evinde misafir olduğum bir gece rafta dikkatimi çeken kısa destan bu defa beni sabaha kadar uyutmadı çünkü bu defa karşımda epik bir macera değil, insanın kendini, aslını, ruhundaki ölümsüzlüğünü arayış vardı. Kısacası karşımda bir sülûk hikâyesi vardı. Bir kısmına başkalarında şahit olduğum, bir kısmını ise bizzat tecrübe ettiğim arayışa ve yola çıkışa dair ne varsa Gılgameş'in macerasında sembolik olarak anlatılıyordu. Sabah kalktığımda dostuma şöyle dediğimi hatırlıyorum: "Bu bir destan değil, resmen bir tasavvuf ve sülûk hikâyesi… Evet gerçekten de Mezopotamya'nın en büyük anlatılarından biri olan Gılgameş Destanı aynı zamanda dünyanın en kadim metafizik eserlerinden biridir. Geçen yıl Belçika'da kadim metinler üzerine düzenlenen bir konferanslar serisinin tanıtımını okuduğumda bu kanaatimde yalnız olmadığımı gördüm. Konferansçı aynen şöyle tarif ediyordu Gılgameş'in hikâyesini: "Mezopotamya medeniyetinin büyük edebi eseri Gılgameş Destanı şüphesiz tüm zamanların en kadim metafizik anlatısıdır. Kitab-ı Mukaddes'ten, İlyada ve Odisse'den binlerce yıl öncesine ait bu Sümer dönemi anlatısı insanlığın yazılı ilk eserlerinden de biridir ve bu destan bizi bugün bile heyecana ve tefekküre sürükleyen, derin bir metafizik kapsama sahiptir. Zafer peşindeki efsanevi kahraman modelinin temelini oluşturan bu destan aynı zamanda bizi aşk, dostluk, cesaret, umut, arayış gibi varlığın en aslî temalarıyla yüzleştirir." O gün bugündür bütün efsanevi ve destansı metinleri bu gözle okuma eğilimim ağır basmaktadır.
Ortak bilinç altının ürünü olarak mitler
Mitoloji, destanlar ve efsaneler kimilerince sadece geçmişe ait sembolik anlatılar olarak değerlendirilebilir ama gerçek acaba öyle midir? Kadim zamanlarda insanlığın kolektif anlatıları olarak şekillenen ve asırlarca nesilden nesile nakledilen bu hikâyelerin zamanı aşan ve her daim yaşayan boyutları olamaz mı? Dinler tarihinin büyük ismi Mircea Eliade şöyle der: "Mit, psişenin mevcut dünyasından asla bütünüyle kaybolmaz; sadece görünümü değişir." Emet Gürel ve Canan Muter'in Psikomitolojik Terimler: Psikoloji Literatüründe Mitolojinin Kullanılması isimli akademik makalesi aslında bu konuda hayli fikir verici nitelikte. İki akademisyen mitolojiyi önce şu ifadelerle tanımlıyorlar: "Doğaya ve insana özgü hayal ürünü öyküler toplamı olan mitoloji, tıpkı bilim gibi insanın evreni ve dünyayı algılama, açıklama ve anlamlandırma çabasının bir ürünüdür. Mitoloji ve bilim etkileşimi, uygarlık tarihinin başlangıcından bu yana varlığını sürdürmektedir. İnsan yaratıcılığının dışavurumu olan mitoloji, günümüz biliminde özellikle terminolojik bağlamda yoğun olarak kullanılmaktadır. Bu noktada mitolojik semboller; insanın varoluşsal oluşumuna ışık tuttukları ve anlatım kolaylığı sağladıkları için tıp, psikoloji, sosyoloji, iletişim ve yönetim başta olmak üzere pek çok disiplin tarafından yeğlenmektedirler." Aynı makale mitolojiyi "kolektif bilinçaltının ürünü" olarak nitelendiriyor, kadim destan ve efsanelerin temel işlevini şöyle açıklıyor: "Mitoloji insanlığın geçirdiği gelişim aşamalarını ve düşünme atılımlarını gösteren en önemli bilgi kaynağıdır. İnsanın evrensel bilinçle iletişime geçme arzusundan beslenen mitoloji, neden ve nasıl gibi sorulara yönelik yanıt arayışını sembolize etmektedir. (…)
"Bizi kendimiz hakkındaki doğrulara götüren ruhani metaforlar"
Önceki konudaki makale mit ve destanları anlamak adına ilginç anahtarlar da sunuyor: "Düşünen ve yaşamına bir anlam arayan insanın kendisini doğa ile özdeşleştirmesiyle vücut bulan mitler; bir süre sonra kendilerini üretenlere ait olmaktan çıkarak, başkalarına da ait olmaya başlamış, zaman ve mekân sınırlarını aşan bir niteliğe bürünmüştür. (…) Evrim süreci boyunca insanla birlikte yolculuk eden mitler; insanların fantezilerinde, bilinçaltında ve fikir sisteminde canlı bir şekilde yaşamaya ve zenginleşmeye devam etmişlerdir. Bu noktada mitleri salt anlatı olarak nitelemek, sahip oldukları önemi yadsımak anlamına gelecektir. (…) mitler, insanoğlunun yaratıcılığının ve üretkenliğinin dışa vurumudur. (…) İnsan doğasına özgü semboller toplamı olarak tanımlanabilen mitoloji; kültürün ana dinamikleri olarak niteleyebileceğimiz din, bilim ve sanatın gelişiminde öncü bir rol üstlenmiştir. Bu bağlamda psikolojinin bir bilim dalı olarak var olmasından önce; insanların mitler aracılığıyla içsel tepilerine ve yaşam dinamiklerine ilişkin ipuçları sunduklarını ve insan doğasına ilişkin bulguların sistematize edilmesi sürecine ışık tuttuklarını ileri sürmek mümkündür. Bu noktada mitolojiyi, 'ilkel psikoloji' ya da 'arke psikolojisi' olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. (…) Mitler, bizi kendimiz hakkındaki en soylu ve en samimi doğrulara götüren ruhani metaforlardır." Başka bir bakış açısına göre ise psikoloji de bir nevi mitolojidir ve nihayetinde psiko-mitoloji diye bir bilim dalı ortaya çıkmıştır.
Mitoloji ve efsanelerden psikiyatriye açılan yol
Psikanalizin ve modern psikiyatrinin öncülerinden biri olan Freud tam bir mitoloji meraklısıdır ve kendi düşüncesini kurarken kadim efsanevî anlatılardan bir hayli ilham alır. Özellikle kendi doktrini olan psikanalizi geliştirirken mitolojik efsaneleri temel olarak alır. Mesela onun doktrininin temel taşlarından birini teşkil eden Oedipus Kompleksi ve Narsis efsanesi bunların en başında gelir. 1900 yılında yayımladığı Rüyaların Tabiri'nde de bilinç-dışı süreçlerin anlaşılmasında mitolojinin önemli ve belirleyici bir rolü olduğundan dem vurur. Freud'un yaklaşımına göre mitoloji ve efsanelerin insan bilincinin ve bilinç-dışının şekillenmesindeki etkisi yadsınamaz ve bu husustaki görüşünü şöyle ifade eder: "Efsaneler insanlığın rüyalarıdır". Daha da ileri giderek bu yaklaşımı şu sözüyle özetler: "Mitoloji yansıtılmış bir psikolojidir." Onun bu tür yaklaşımları 1906-1920 yılları arasını kapsayan dönemde bir hayli yankı bulduğu gibi, psikanaliz tarihine de mitolojik çalışmaların damga vurmasına yol açar ve çağdaşları Ferenczi, K. Abraham, O. Rank, H. Sachs, E. Jones gibi psikoloji alanının diğer öncü isimlerini de etkiler. I. Dünya Savaşı'nın başladığı dönem Freud'un mitolojiden yüz çevirmeye başlamasının da başlangıcı olur ancak bu defa onu önce asistanı sonra meslektaşı olan Carl Gustav Jung devralır.
Efsanelerden yola çıkarak bilincin derinliklerini izah etmek
Çocukluğunda mitolojiye çok meraklı olan Jung bir Odisse ve Kutsal Kâse efsanesi tutkunudur. Jung'un bütün eserleri destanlara, mitolojiye ve efsanelere atıflarla doludur. Jung bu ilgi alanını ileride psikiyatri ile kaynaştıracaktır. 1896'da yazdığı Zofinge Konferansları'ndan 1961'de kaleme aldığı son makalesi İnsan ve Sembolleri'ne kadar Jung mitolojik kıssalara atıflarda bulunur. Jung'un bilhassa Freud ekolünden ayrıldıktan sonra ortaya koyduğu öğreti baştan sona efsanelerden yola çıkarak insan bilincinin derinliklerini izaha çalışır ve bu öğreti kılcal damarlarına kadar mitolojik unsurlarla örülüdür. Esasen kendisi de mitolojiye ve efsanelere sık sık referanslarda bulunan yakın dostu ve meslektaşı Freud'dan kopuşunun da fikri temelini onun mitoloji tutkusunda ısrarı oluşturur. 1909'da Freud'a yazdığı bir mektubunda şöyle der: "Nevroz ve psikozun sebeplerini ve aynı şekilde medeniyetler tarihini mitolojiye başvurmadan çözemeyeceğiz kanaatindeyim." Jung, kişisel bilinçaltının derinlerinde bulunan müşterek bilinçaltının, insanın insan olma evresine ulaşmasından çok daha önceki dönemlere ait gizli bellek kalıntılarından oluştuğunu söyler. Ona göre dinamik mitler, kolektif bilinçaltının arketipleridir. Arketipler, tarih boyunca tekrar yoluyla insanlığın aklına kazınmış olan tecrübeleri ifade eder. Buna göre mitleri, kolektif bilinçaltının ürünü ve tüm insanlığın ortak mirası olarak nitelemek mümkündür.
İnsanın ve İnsan ruhunun eylemlerİnİn aynası: Mİtler
Bin yıldan yaşlı bir destan ya da efsane bugünkü bize ne söyler, hakkımızda neler anlatabilir? Bu sorunun hiç de anlamsız ve cevapsız olmadığını anlatan bir çalışmaya göz atmak faydalı olabilir. Psikiyatr ve psikoterapist Prof. Dr. Bilgin Saydam'ın Deli Dumrul efsanesi üzerinden Türk-İslam bilincini tahlil ettiği Deli Dumrul'un Bilinci - Türk-İslam Ruhu Üzerine Bir Kültür Psikolojisi Denemesi adlı eseri bu alanda ülkemizde ilklerden biri ve destanlar/efsaneler üzerinden psikolojik anlamda neleri okuyabileceğimizin de çok nitelikli bir örneği. Saydam bu nadir çalışmada mitler, destanlar, masallar gibi anlatıları şöyle nitelendirerek başlıyor: "Masallar, mitler, halk hikâyeleri, kolektif bilinçdışının ürünleridir; ait olduğu topluluğun bireye sunduğu, binyıllar boyunca yaşanagelmiş, sınanmış zihin modellerini sahnelerler. (…) Özellikle mitler, insan ruhunun yaratıcı eylemlerle yaptığı sıçramaları, nesiller boyunca canlılığını koruyan, ileriye açık kazanımlar şeklinde yansıtmaktadır. Bu ortak ürünler, insan bilincinin gelişim öyküsünü ve bu zorlu süreç içindeki korku, kaygı, umut, coşku gibi yaşantılarını aynalar. Gerek birey ve gerek kültür olarak insanı anlamak, mitlerin müziğine kulak vermekten geçer. Yaratılış ve kahramanlık mitleri, evrenin ve insanın oluşum sürecinin, insan ruhunun eylemlerinin yansısıdır. (…) Deli Dumrul'un Bilinci millet olarak ortak bilincimizi ise şöyle tarif ediyor: "Deli Dumrul" hem Dede Korkut'un Dumrul'u, hem de günümüz Türk insanının kendi şahsında bulacağı Dumrul'dur: İliklerimize kadar bildiktir, tanıdıktır! Unutmamak gerekir ki, bir mit yaşayan bir nesnedir ve her bireyin içinde yer alır."
Aynalar Efsanesİ ne anlatıyor?
Bir aynanın karşısına geçtiğinizde gördüğünüzün kim olduğunu düşünürsünüz? Kendinizi gördüğünüzü düşünürsünüz, öyle değil mi? Gördüğümüzün ne kadar kendimiz olduğu felsefi açıdan tartışılabilir belki ama eski Çinlilerin buna bambaşka bir açıklaması var. Kadim zamanların Çinlilerinin efsanesine göre aslında aynada gördüğümüz biz değiliz. Peki ya kim? Aynadakiler bambaşka bir dünyanın yansıması ve aynada gördüğümüz ise aslında bizi yani insanları taklit eden başka bir âlemin varlıkları. Amaçları ise, bu efsaneye göre, biz insanları taklit etmek ve bu yolla tüm davranışlarımızı öğrenmek; sonrasında ise hazır olduklarında aynadan çıkarak dünyayı işgal etmek ve bizim gerçek hayattaki yerimizi almak. Aynı efsaneye göre aynadaki varlıklar aslında uzak bir geçmişte ortaya çıkarak dünyayı ele geçirmeye çalışmışlar ancak İmparator Huang Di tarafından engellenerek ait oldukları ayna âlemine geri dönmüşler. Buna alt tarafı bir efsane ya da hayal ürünü diyeceksiniz belki ama hadiseyi çok somutlaştırmadan mecazî bir açıdan bakarsanız bunu şöyle de yorumlamanız mümkün: "İnsanlar insanı insan yapan niteliklerden giderek öyle uzaklaştırıldılar ve ortalık insan taklidi yapan varlıklarla o kadar doldu ki, sonunda dünya giderek sanal (yani muhayyel) insanların dolmaya başladığı bir yere döndü." Bu zaviyeden bakınsa efsane daha gerçekçi görünmeye başlamadı mı sizce? Hatta denilebilir ki batıl inanç görünümlü bu efsanenin sembolizmi çözüldüğünde adeta günümüzü anlatıyor gibi.
21. yüzyılın mitolojisi: Psikoloji
Chicago Üniversitesi'nde Kavramsal Psikoloji profesörü olan Rami Gabriel'in mitoloji-destanlarefsaneler ile psikoloji arasında kurduğu bağ da hayli ufuk açıcı. "Bugün, 'mitoloji' terimi olağanüstü hikâyeleri çağrıştırır. Ama bu tamamen doğru değildir. Aslında mitoloji, anlama ilişkin arzumuz karşısında bize bir teselli sunan ve birtakım pratikler veya ritüeller ile desteklenen bir inançlar dizisidir.(…) Mitoloji, dünyanın hâlini izah eden organize bir inanç külliyatıdır." diyen Gabriel'e göre psikoloji çağımızda bir nevi mitolojinin geçmişte oynadığı rolü görüyor ve büyük mitolojik anlatılara alternatif olarak insanlığı ve dünyayı deşifre etmeye elverişli bir sistem sunuyor. The Emotional Mind (Duygusal Zihin) adlı kitabın yazarı Gabriel, insanların inançlarının kökenleri üzerine çalışıyor ve inanma ihtiyacını sorguluyor. Ve üzerinde çalıştığı disiplini sembolik anlam sistemleri olan mitolojilerle mukayese ediyor. The Emotional Mind yazarına göre kadim toplumlarda mitolojinin, destanlar ve efsanelerin gördüğü işlevi günümüz toplumunda psikoloji disiplini üstlenmiş durumda. Ona göre insanlar hayatta yollarını bulmak ve bilinmeyenle yüzleşebilmek için anlam bulmaya ihtiyaç duyan varlıklar; bütün bir kültür tarafından paylaşılan yorumlama modelleri denilebilecek büyük kadim efsaneler ise bilinmeyenlerle dolu bu âlemi ve hayatı anlamak adına endişeli insanlığa anlam sunuyorlar. "Bütün efsaneler olayların kökenine inerek bu âleme bir açıklama getirirler" diyor Gabriel ve ekliyor: "Çağdaş psikoloji, seküler modernite bağlamında bir değer ve anlam duygusu sağlayan hikâyelere inanma ihtiyacımızı karşılama girişimi olduğu için bir mitoloji biçimidir."