Bir cesaret tanımı: Korkmaktan korkmadan duyguları yönetebilmek
Metafizikle belli bir düzeyde ilgilenenler, herhangi bir konudan söz edeceklerinde bir insan tanımına, o tanımı ortaya çıkartan varlık ve değer anlayışına atıf yapmaksızın söze girmezler. Birçok insan için öyle bir yaklaşım konu dışına çıkmak hatta nirengi noktasını yitirmek demek olabilse de metafizikçi için zorunluluktur.
Metafizik düşüncede tümelden tikele intikal ne ölçüde başarılır sorusu her zaman tartışılmıştır, lakin tikelden tümele intikalle genellemelere varmada olabildiğince süratle hareket ettiğinde kuşku yoktur. Bu itibarla metafizik yapmak, herhangi bir meselede genel ilkelere ve bütüne şamil hükümlere varmaksızın konuşmamak demektir; özel durumlar söz konusu olsa bile istisnalar ezeli ilkeyi sadece teyit eder.
İnsan bireyselliğini ve öznelliğini ne kadar yüceltirse yüceltsin metafizik bakış açısında öteki insanlarla aynı şartlarda ve ilkelerde yaşamak kaderinin dışına çıkamaz. Bu nedenle her insan ötekinin tam olarak aynasıdır: "İnsan insanın aynasıdır" dediğimizde öznelliğimizi yitirmiş olmayız fakat öteki insanla ilişkimizde gerçek bir imkân elde ederiz. Her birimiz ortak niteliklerle yaşar, benzer hayatlar sürer, gerçekte aynı olan şeyi öznelliğimizle farklı diye tecrübe ettiğimizi vehmederiz.
Metafizikçiler müşterek kader bahsinde öyle kesin inanca sahiplerdir ki insanların nasıl benzeştikleri sorununu değil, nasıl ve niçin ayrıştıklarını mesele olarak tartışırlar. Sahi insanlar gerçekte birbirinden farklı mıdır?
Paradoksal bir varlık durumu
İnsanın kendisi hakkında doğru kanaate sahip olması dünya algısının, o algıya göre yaşayabilecek cesareti sergilemesi de ahlakın ve bilgeliğin kaynağıdır. Ünlü mutasavvıf Ruzbihan el-Bakli insanı yönlendiren ana saikleri ele alırken ancak metafizikçilerde görebileceğimiz derin bakış açısıyla bize kadim bilgeliğin ipuçlarını verir. Ona göre insanı yöneten saik, var oluş sevinci ile varlığını yitirme korkusunun paradoksal durumudur.
İnsandaki sevincin sebebi var olma arzusu ve bunu koruma tutkusuyken korkuları varlığı yitirme endişesinden doğar: Kendimizi öyle seviyoruz ki, ya kendimizi yitirirsek diye endişelenmeden duramıyoruz. Her birimiz, varlığımız tehdit edilince korkarız; korkunca korunmak güdüsüyle harekete geçer, dereceli bir şekilde tedbir alır, bazen saklanır, bazen saldırgan hâle geliriz. Gerçekte saldırganlık basit bir arzuyu gizler: Varlığı koruma arzusu.
Bununla birlikte metafizikçi düşünürler genel iyimserlik teorisinin bir parçası olmak üzere umudu korkuya göre bir adım ileri görürler. İnsan özünde seven görünüşte ise endişeli ve korkak bir varlıktır. Başka bir anlatımla her korkunun altında güçlü bir umut, her tereddüdün içinde bir güven ve eminlik saklanır, korkuyu da harekete geçiren yaşama sevgisidir.
Düşünme umudun varlığından beslenir; korkunun bizi hareketsiz ve çaresiz bırakmasını engelleyerek varlığımızı tahkim eden aklımızdan başkası değildir. Bu itibarla akıl korkuları yok edemez, çünkü insan tabiatı değişmez; fakat dışımızdaki hayatın büyüklüğünü ve genişliğini bize göstermekle yeni kapılar açar, korkunun bizi sınırlamasından umudun genişliğine taşımak ister. Öyleyse korkmak bizim bir yanımızdır ve varlık sevgimiz bunu itiraf etmekten çekinmez; onu yöneten de var olma sevgimizden başkası değildir. Her korku sevginin bir delilidir.
Edilgen-özne varlık
İnsanın davranışlarını yöneten iki temel saik korku ve sevgi veya bazen umut ve vahşettir. Vahşet veya vahşilik kelimenin sözlük anlamıyla ilgilidir. Her birimizde yabancılık, her birimizde ürkme ve çekinme vardır: Hayattan korkarız, öteki insandan korkarız, her türlü yenilikten korkarız, herhangi bir şeyi tehdit olarak algılamaya mütemayilizdir. Üstelik bu korkular bazen birbirine eklenir, büyük korku dağları hâline gelerek aşılmaz ve içinden çıkılmaz bir vaziyet alabilirler.
Buna mukabil insan bir yere yabancıyken ötekine veya kişiye karşı ehil (ehli) olur. Yaşamak vahşetten ünsiyet ve ehliliğe, ünsiyetten vahşete doğru gider gelir. İnsan anlayışı böyle bir çelişkiyi iktiza ediyor, bu teori de binlerce yıldan beri birçok gelenekte doğrulanmıştır.
İnsanın dış dünya ile ilişkisini bu iki tavır belirler: bir yanımızla ürkeriz, dışarı çıkmak ve görünmek istemeyiz; öte tarafımız ise bizi iter, harekete geçirir, arayışa sevk eder, ehli kılar, ünsiyet ettirir. Birinci duygu yani vahşi yanımız bizi korkutur, ürkütür, dünyayı korkulacak ve kaçınılacak yer olarak gösterir. O bakış içinde dünya bize saldıran, öteki insanlar bizi yok etmek, en azından engellemek ve mahrum bırakmak isteyen rakip ve düşmandır.
Birinci tarafımız güçlendikçe düşman telakkimiz artar, âlem bize rakip hâline gelir; en azından öyle kabul ederiz. Burada insanın yakın veya uzak olması durumu değiştirmez; her bir şey ve her kişi varlığımıza kast eden bir düşmanımız olabilir. Buna mukabil öteki yanımız açılmak, görünmek ve kendini sergilemek ister, sanki tanınmak ve bilinmek isteyen "gizli hazinedir" bu durumda insan.
Ünsiyetçi taraf ile vahşi taraf arasındaki denge aklımızda tebellür eder. Akıl varlığa mutabık olarak ünsiyeti öne çıkartarak korkularımızın gerekçesini bize gösterir, korkmayı ortadan kaldırmaz, korkuları yönetmenin yolunun sevgi ve ünsiyet olduğunu anlatır.
Hayatı ikilem içinde yaşarız
Korku ile umut çelişkisi Hz. Musa'nın annesinin yaşadığı hadisede kendini gösterir: Bebek Musa'yı Firavun'un askerlerinden kurtarabilmek için annenin önünde iki yol vardı: Ya çocuğu yanında tutacak ve askerlerin onu yakalamasına yol açacak veya coşkun nehre bırakarak meçhule gönderecekti. Annenin görünüşte bebeğin ölümü demek olacak yolu tercihi annelik içgüdüleriyle bağdaşmaz; bu noktada ilahi ilhamla yönlendirilerek bebeği salla nehre bırakınca bebek kurtulmuştur.
Her birimiz hayatı bu ikilem içinde yaşarız gerçekte, Musa'nın yaşadığı her birimizin ömründe defalarca tecrübe ettiğidir: Durmak ile gitmek arasında denendiğimiz her durumda Musa'nın annesiyizdir.
Bu hikâye -Adem'in ağaca yaklaşmakla sınanması örneğindeki gibi- bir peygamber hikâyesi olmaktan soyutlanarak her insanın hayatla ilişkisini belirleyen temel bir örnek hâline gelerek akla rehberlik eder: Her birimiz durmak ile gitmek arasında sınanırız; korkular bizi tutup "gitme" derken var olma sevgimiz ve umudumuz gitmemizi, teşebbüs etmemizi ve yola çıkmamızı icbar eder.
Peki, giderken korkuyu yenmiş mi oluyoruz? Hayır! Korkularımız birlikte gelir, korkularımızla beraber neticeye varır, korkularımız nedeniyle de hiçbir zaman zafer duygusu yaşamayız. Çünkü kazanınca bu kez "ya kaybedersek" korkusu yaşarız.
İbn Arabi insan doğasındaki bu paradoksun onun doğayla ilişkisini nasıl belirlediğini nefis bir hikâyede anlatır: "Bir gün dolaşmak üzere mesire alanlarına gitmiştik. Gezinirken vahşi hayvanların bizden kaçıştığını gördüm, önce bunu normal karşıladım, vahşi hayvan kaçabilir diye düşündüm. Sonra hayvanın değil de benim vahşi olabileceğimi düşünerek kendimi yokladım. Gerçekte vahşi hayvanlar sezgisel bir şekilde onlara yönelik düşmanlığımızı görüp kaçıyorlardı. İçimdeki hâli düzeltince vahşiler bize dost oldu."
İnsan halet-i ruhiyesi
İbn Arabi'nin değiştirdiği neydi? Büyük metafizikçi korkunun yol açtığı varlığını koruma güdüsünün hayvan ile arasında yabanilik oluşturduğunu görmüş, yabaniliği ıslah ederek doğa ile arasında barışı temin etmişti. İnsan ile hayvan arasındaki ilişkide güçlü taraf insandır, hayvan edilgen ve etkiye açık taraftır. Bu nedenle davranışlarda belirleyici olan insan olmaktadır.
İnsan vahşi ise hayvan ürkeksaldırgan; insan ünsiyet hâlinde ise hayvan da ona göre ehli olmaktadır. Bir metafizikçi olarak İbn Arabi insanın dış dünyadan aldığı tepkiyi beklentileriyle belirlediğini veya en azından etkilediğini düşünerek dikkati insanın içindeki dengeye vermektedir.
Bu durum her zaman böyle olmayabilir; ancak insan halet-i ruhiyyesi farkında olarak veya olmayarak gizli özne gibi çevresiyle ilişkisini belirler, bize yönelebilecek davranışı sınırlarız.
Bu bakımdan insanın halet-i ruhiyyesini hesaba katmaksızın dış dünya hakkında konuşması anlamsızdır; dünya bize gelmeden biz onu çerçeve dâhilinde görürüz, onu bir kap içinde telakki eder, halet-i ruhiyyemiz ile onu yorumlar, bize dönük tepkiyi önceden belirlemiş olabiliriz. Bilgece hayat insanın halet-i ruhiyyesinin pasif-etkin durumunu doğru fark etmesine bağlıdır. Doğamızı değiştirmemiz değildir bizden beklenen; doğamızdaki bu özelliği tanıyarak ona yeni imkânlar sunmak, onu kendi hâlinde bırakmadan dünya ile sahih ve sahici ilişki kurmasının yolunu göstermek lazımdır.
İnsanın doğayla ve insanlarla ilişki kurmada hazırlanması gerekir. Bu meyanda akla gelebilecek temel hususlardan biri ailenin insanın halet-i ruhiyyesini şekillendirmedeki rolüdür. Özellikle yetişme çağlarından itibaren insanın toplumla ilişkisini belirleyen ana saik ailede gördükleridir. Bu süreçte insanın iki temel duygusunun itidalde kalması mümkün ise en azından toplumla ilişkisinde olumlu bir imkân bulabilir.
İnsan üzerindeki teorilere bakınca genellikle insanın ailede öğrendiği iki temel hatanın onun davranışlarını şekillendirdiğini görebiliriz: Birincisi aile insana dünyanın rakibi olduğunu öğretmeye çok yatkındır. Aile insan için "cennet", ailenin dışına çıkmak ise "ağaca yaklaşmak üzere cennetten çıkmak" demektir.
İnsanın toplumla ilişkisindeki uçurum
Böyle bir bakış açısı insanın içindeki yabaniliği tahkim ederken dünya ile ilişkisini olabildiğince kuşkulu bir zeminde kurmasına yol açar. Üstelik hiçbir aile tek başına insanın ünsiyet tarafını besleyebilecek yeterliliğe sahip değildir. Bu durumda dış dünyanın rakip veya hasım olarak görülmesi insanı kuşkulara maruz bırakır, karşılaştığı her insanı var oluşunu sınayan, onu engelleyecek veya tuzak kuracak rakip olarak algılar.
Bir insanın dünya ile ilişkisinde bu kadar tehlikeli bir durum yoktur. Bunun neticesinde insan var oluşunu teminat altına alabilmek için toplumla gizli veya açık savaş verir; birçok deyim bu yabancılığı meşrulaştırır, insanın toplumla ilişkisindeki uçurumu büyütür.
İnsanın temeddünü sürecinde ailede kazandığı ikinci zararlı alışkanlık ise ahlakın yapı taşı kabul edebileceğimiz sevginin bozulmasıdır. Sevgi genellikle aile içinde öğrenilmez; çünkü ailede sevginin yerini alabilecek çok önemli başka bir tutum vardır: Sahiplenmek!
Sahiplenmek ile sevginin ilişkisi ise olabildiğince sorunludur. Sahiplenmek dayanışmaya, dayanışma ise bireyselliğin yitirilmesine yol açarken sevgi tam aksi bir istikamette bireyselliği güçlendirir, insanın başka kendi varlığı olmak üzere. Dereceli bir şekilde insanları sevmesine yol açar. Bu durumda insanın sevgiyi öğrenebilmesi mülkiyet tutkusunun zayıflamasıyla doğrudan irtibatlı olduğu kadar dayanışmanın yerini de saygılı bir işbirliği alır (teavün).
Sahiplen(il)mek korkularımız ve yabaniliğimiz vesilesiyle üzerimize tahakküm kuran bir kalkan iken bizi dış dünya ile korkutur, dünyayı rakip sayan bir dayanışmanın dışında var oluş ihtimalinin bulunmadığına ikna ediliriz. Sevgi bu tarz korkuları etkisizleştirerek -yok ederek değil- sahiplenilme tutkusunun aşılmasıyla varabileceğimiz kurucu ahlaktır.