2020'in Kasım ayında Covid-19 virüsüne karşı bir aşı geliştirildiği haberi gelince doğal olarak bu aşıyı bulan bilim insanlarının kim olduğu konuşulmaya başlandı. Aşıyı bulan ekibin başında iki Türk kökenli Alman vatandaşı vardı. Dijital ve yazılı medyada elbette bu durumla ilgili bir sürü makale yayınlandı. Göçmenlerin Avrupa ülkeleri için ne kadar büyük bir değer olduğundan dem vuruldu. Sosyal medyada Cem Karaca'nın "Gastarbeiter" şarkısı çalındı.
Sonra sosyal medyadaki tartışma tüm meselelerde olduğu gibi dallandı, budaklandı ve Amerika menşeli sosyal medya hesaplarında iş iyice büyüyerekmalum Amerika'da her şey normal standartlardan daha büyük oluyor- mesele "Neden bu çiftin Türklüğüne vurgu yapılıyor da, Müslüman olduklarından hiç bahsedilmiyor"a geldi.
Çiftin manevi hayatlarıyla ilgili bildiğimiz tek şeyin Özlem Türeci'nin bir zamanlar rahibe olmak istediğini hesaba katarsak, bu soru zaten manasızlaşıyor. Ama "Neden Müslüman olduklarından bahsedilmiyor?" sorusuna benim çok daha temel bir yanıtım var. Çünkü Batı için "Türk" ve "Müslüman" kategorileri farklı şeylere tekabül ediyor. Bu durumda elbette Türkofobi ile İslamofobi de farklı manalara geliyor.
Bu durumun en güzel kanıtlarından biri Edward Said'in bu konulara ilgisi olan herkesin başucu kitabı olan Şarkiyatçılık. Edward Said kitabında genelde "Müslümanlar"dan değil "Doğulular"dan, "Doğulular"ın "Batılılar" tarafından nasıl resmedildiğinden bahseder. Bu resmetme yetisi elbette bir güç ilişkisidir. Said Batıların Doğu'yu bir araştırma laboratuvarı olarak kullanmasının gerçek miladını Napolyon'un Mısır Seferi olarak kabul eder.
"Kontrol altına alınacak güruh"
Napolyon Mısır'a geldiğinde ona karşı çıkan üç unsur bulur: İngiltere, Babıali ve Müslümanlar. Bu, Said'in Müslümanları bir kategori olarak andığı nadir anlardan biridir. Babıali, yani Osmanlı yönetimi, Müslümanlardan ayrı bir unsur olarak görülmektedir. Said'in dikkat çektiği ayrımda Türkler, Babıali ile siyasi güçle özdeşleştirilirken, Müslümanlar ister Avrupalı, ister Türk olsun, siyasi güçler tarafından kontrol altına alınması gereken güruhla özdeşleştirilir. Nitekim Türklerle "Müslümanlar"ın ayrı olduğu tezi İngiliz ajanı T. E. Lawrence tarafından da kullanılmıştır: Lawrence Türkleri kendi siyasal düzenlerini Araplara dayatan bir güç olarak resmetmiştir. Arap isyanında bir bakıma Türkofobinin en temel unsuru kullanılmıştır.
Said şarkiyatçıların kem gözlerine maruz kalan insanlardan hemen hep "Doğulular" diye bahseder. Said'in okumasına göre sömürgecilik sisteminin yayılmasından sonra, Doğulular Avrupalılar için yönetilmesi gereken topluluklar ve idari birer sorumluluk hâline gelmiştir. İngilizler Hindistan'da, Fransızlar Kuzey Afrika'daki halkların "sorumluluklarını üzerlerine almış", onlara eğitim ve adalet dağıtmıştır.
Türk bu manada Doğulu'dan ve yine Said'in okumasında genellikle eş tuttuğu Müslüman'dan ayrılır. Türk, Avrupa hâkimiyetine girmemiş Müslümandır, bu yüzden ona atfedilen özellikler bambaşkadır. Nitekim Said'in "Türk" figüründen bahsetmemesinin sebebi Jale Parla'nın Efendilik, Şarkiyatçılık ve Kölelik'i okunduğunda çok daha iyi anlaşılır.
Said'in tespit ettiği "Doğulu" tasvirleri tembelliği, kadınsılığı, yalancılığı ön plana çıkarırken, Parla'nın tespit ettiği "Türk" tasvirleri – daha doğrusu "Türk miti"- despotizmi ve kaba kuvveti öne çıkarır. Bu durumda bu iki kategorinin getirdiği korku da başkadır. Nitekim E. Khayyat da "fabulous", yani masalımsı, "mitik" bir Türk imajından bahseder. Türk, çocuklara anlatılan masallardaki tekinsiz ruh, çocukları korkutmak için kullanılan – "Mamma li Turchi!" (Anne, Türkler geliyor!)- gulyabanidir.
Fransızlarla İngilizleri birleştirecek korku
Günümüzde İslamofobi, özellikle Avrupa'da yaşayan ve her an sokağa çıkmaya hazır kalabalıklara yönlendirilirken, Türkofobi, aldığı kararlarla Avrupa'nın "sıradan ve global" işlerine karışan siyasi figürlerle ilgili bir korkudur. Bu manada, Türkofobi tarihinin İslamofobi tarihinden çok daha eski olduğunu görürüz. İstanbul'un alınmasıyla başladığını söyleyebileceğimiz bu korku, Türklerin siyasi bir tehdit olarak algılanmasının başlangıcıdır.
Öyle ki Gutenberg'in matbaasından ilk çıkan şey İncil değil, 1454'te İstanbul'un geri alınması için orduya maddi yardım yapanların cennetten arsa niteliğinde satın aldığı endülijanslardır (Bu hikâyenin tamamını Martin Puchner'ın The Written World adlı kitabında okumanızı tavsiye ederim).
Shakespeare'de de Doğulu "korku figürü" Müslüman değil, Türk'tür. Özellikle İtalya'da geçen Shakespeare oyunlarında Osmanlı donanması- "Mamma li Turchi!"- sürekli İtalyan şehir devletlerini tehdit etmektedir. Türklerin adı geçtiğinde hep saray ve ordudan bahsedilirsıradan bir Türk'ün nasıl biri olduğuna dair bir bilgi yoktur.
Türk korkulan devlettir, korkulan ordudur.
Nitekim İngiltere'nin kurucu anlatılarından olan Shakespeare oyunu Henry V'de hikâyenin sonuna doğru Fransızları yenen İngiliz kral, politik açıdan evlenmesi gereken Fransız prensese kur yaparken şöyle der: "Ne dersin çiçeğim, senle ben, Aziz Denis ve Aziz Circis'in evlatları, yarı Fransız, yarı İngiliz bir oğlan çocuğu edinsek de, o çocuk İstanbul'a gidip Türk'ü sakalından yakalasa, fena mı olur?" Fransızlarla İngilizleri birleştirecek olan şey, Türk korkusudur.
"Mechanical Turk"
Türklerin siyasetle ilişkilendirilmesinin başka bir ilginç örneği de 18'inci yüzyıla gelindiğinde The Turk adıyla bilinen satranç oynayan mekanik oyuncağın yapılmasıdır. Yorulmadan hareket edebilen bu "robot"un Türk olarak resmedilmesi Türk'ün tekinsizliğiyle, ürkütücülüğüyle alakalı olduğu kadar, Türklerin çalışkan olarak algılanmasıyla da alakalıdır. Çalışkanlık, Said'in de işaret ettiği gibi Avrupalıların Doğulu ve/veya Müslüman tasvirinde asla yer almayan bir özelliktir.
Tam da bu özellik belki de Covid-19 aşısını bulan çiftin Türklüğünden bahsedilmesinin sebebidir. Türklerin çalışkanlığı ve mekaniklikle özleştirilmesi günümüzde hâlâ beklenmedik yerlerde karşımıza çıkar. Amazon'un kurduğu, basit online işlerinizi yaptırabileceğiniz "işçileri" bulabileceğiniz platformun adı "Mechanical Turk"tür. Bu ismin verilmesinin ardında yorulmadan satranç oynayan Türk kadar, Almanya'daki Türk işçilere de gönderme olup olmadığını kestirmek zor.
20'nci yüzyılın sonuna gelindiğinde Türk korkusunun nasıl bir şekil aldığını belki de en güzel olarak Slavoj Zizek'in Balkanlar hakkında söyledikleri özetler. Balkan olmanın, yani Avrupa'nın "Doğululaştırdığı" bir coğrafyadan olmanın getirdiği dezavantajları hep farklı milletlere yüklemeye çalışan bir Avrupa haritası çizen Zizek, Fransa'nın Almanya'yı, Almanya'nın Avusturya'yı, Avusturya'nın Bosna'yı "Balkan" gördüğünden bahseder.
Avrupalılar birbirlerini böyle aşağılaya dursun, İngilizler için Avrupa'nın tümü "Balkan", hatta "Doğu"dur: "Birtakım Britanyalı Avrupa Birliği karşıtları için son tahlilde Kıta Avrupası, Britanya'nın bağımsızlığını ve özgürlüğünü tehdit eden Türk İmparatorluğu'nun yeni bir versiyonudur" der Zizek; "Brüksel de yeni İstanbul'dur."
Türkofobi günümüzde de İngiltere'de Avrupa Birliği korkusuyla ilintili olarak canlı tutulmaktadır. Avrupa Birliği başkenti Brüksel, aldığı kararlarla -Britanya'dan Avrupalıların Türkiye hakkında aldığı kararlar anlaşılmaz bir şekilde olumlu görünmektedir- Londra'yı İstanbul'a yaklaştırmakta, Londra'yı Türklerin etki alanına sokmaktadır.
İslamofobinin ürettiği vehimler
Bu korkunun toplumların aleyhine kullanılmasının en güzel örneklerinden biri de Boris Johnson'ın Rasputin'i olarak bilinen ve geçenlerde sonunda işinden kovulan Dominic Cummings'in İngiltere'yi Avrupa Birliği'nden çıkarmak için yürüttüğü propaganda kampanyasında İngilizleri 70 milyon Türk'ün İngiltere'ye akın edeceği senaryosuyla korkutmuş olmasıdır.
Bu da Türkofobinin diğer bütün yersiz korkular gibi belirli zamanlarda ve coğrafyalarda insanları yönlendirmek için üretildiğinin kanıtlarından biridir. İslamofobi genelde yaşam tarzına dair bir korku iken, Türkofobi siyasi ve askerî bir korku olmaya devam ediyor.
Bu korkunun başka garip bir yansıması da Fransız yazar Michel Houellebecq'in Teslimiyet romanında görülür. Romanda İslamofobinin ürettiği vehimler vücut bulur ve Müslüman, Mağripli bir Fransız vatandaşı devlet başkanı olur. Bu noktada Türkofobinin sahası olan "siyasi korku"yu Müslümanlar gerçekleştirmiş gibidir.
Fakat anlatıcıya bakılırsa, Fransa'nın başına geçen Müslümanlar pek çok açıdan Fransızlardan farklı değildir. Kadınları etek boylarına göre değerlendirmekte, onların evde oturup yemek yapmasını beklemektedirler. Pek çok beyaz Fransız yüzeysel birtakım "yaşam tarzı" değişikliğine ayak uydurur, tüketici kapitalist düzen olduğu gibi devam eder.
Romanın sonuna doğru asıl korkulması gereken şey Fransa devlet başkanının Türkiye'ye kapıları açması, Türkiye ile ekonomik bir birlik kurması olarak zikredilir. Bu durumda Türkofobi Müslümanların masaya oturup ekonomik ve siyasi birtakım yöntemlerin değişmesi gerektiğine dair talepte bulunmasının adıdır.
İnsanların kişiliklerinde çocukluklarında yaşadıklarının büyük önemi olduğunu yadsıyan kimse yoktur sanırım. Artık reşit olan Avrupa'nın çocukluğunda kulağını fısıldanmış olan "Mamma li Turchi!"nin etkileri günümüzde hâlâ devam ediyor. Yıllar boyunca başka korku figürleri gelmiş geçmiş, belki Türklerden bir şeyler hatırlatmış, sonra yerlerini başkalarına bırakmıştır.
Bu polemiği sonuna kadar götürürsek, 15'inci yüzyılda İstanbul'un fethiyle tam olarak kim olduğunu "anlayan" Avrupa için bu deneyim belirleyici olmuştur diyebiliriz. Öyle ki Türk korkusu Avrupalı siyasilere hâlâ seçim kazandırabilmekte, Türklere "kafa tutmak" da popülerliğini kaybeden liderlere makamlarına biraz daha tutunma imkânı sağlayabilmektedir.