Türkiye'deki İslam karşıtlığı ya da düşmanlığını, din algısına yönelik bir karşı koyuş olarak düşünmek büyük bir yanlış olur. Çünkü ülkemizdeki İslam karşıtlığı tamamen sınıf çatışmasından beslenir. Özellikle şehirli orta sınıfın fikri bir temel olarak muhafaza ettiği "İslam'ın terakkiye mani" olduğu algısı, kendisine siyasi bir zemin de bulur. Siyaset, yapısı gereği her meseleyi merkezileştirmek, kendine yakın görüşte olan insanları da kristalize etmek ister. İslam düşmanlığı Batı'da "uydurulmuş" negatif bir karşıtlık ve düşman yaratma operasyonuyken, Türkiye'de bir sınıfın diğer sınıf karşısındaki ayrımcı bakış açısına ve tahakküm kurma operasyonuna zemin oluşturur. Sorulduğunda kimse "İslam'a karşı" değildir; "Cahil Müslümanlara, kötü okunan ezana, çorap kokusuna, saçları kötü olduğu için örtünen kadınlara, yobazlara, örümcek kafalılara, güruha…" karşıdır.
İslam'ı da bir tür seçmecilik üzerinden okumak ister orta sınıf. Kendi atalarından bulduğu veya uydurduğu bir "hafız dede" yoluyla kendisinin çok daha "iyi ve aydın Müslüman" olduğunu ima eder sürekli. Öte yandan, gelenek adına, İslam'ın gündelik hayata dönük pratik yorumları adına hiçbir bilgiye sahip değildir. Ramazan'ı bir tür "diyet", "sağlıklı hayat" gibi anlayıp, bayramını da "şeker" ilavesiyle Batılılaştırmaktan hoşlanır. Kiliselerdeki, okuma yazma bilmeyen, "cahil" Hıristiyanlara İncil'i daha kolay öğretebilmek için yapımış ikonaları bir tür modern okuma üzerinden beğenirken, kendi ülkesindeki camileri "zevksiz" bulabilir.
Bir hayalet olarak orta sınıf
Burada belki karışıklığı azaltmak için herkesin dilinde bir "hayalet" gibi gezinen orta sınıfı anlamak lazım diye düşünüyorum. Sınıf kavramı Marksistlerin jargonunda iktisat temellidir. Toplumu ekonomik sınıflar aracılığıyla tanımlamak bir tür kolaylık getirir. Tarih ve toplum çok basite indirgenir. Din ise üst yapıdır. Ve üst sınıf yine Marksistlere göre ahlaken yanlış bir yere konumlanmıştır. Proletarya ise gelip üst sınıfı devrim eliyle yıkacak ve kendi ahlakını kuracaktır. Ezilen, fakir ve yoksul alt sınıf da dâhil olmak üzere bütün sınıflar pozisyonunu ekonomik temel üzerinden korumak ya da yükseltmek ister. Ve sonuçta sosyal pozisyonunuz da ekonomik temelli tanımlanır.
Türkiye'deki orta sınıf ise özellikle Menderes döneminde güçlenmiş, Özal döneminde çok net tanımlanabilecek bir sınıfa dönüşmüştür. Ki her devlet "idealize" bir orta sınıfa ihtiyaç duyar. Eğer hayal kurabilen bir orta sınıfınız varsa ekonomi de canlanır. Özal, orta sınıfı buna inandırmıştı; bizim de zengin olabileceğimizi, bunun için ticaret yapmamız gerektiğini, piyasa kavramını, serbest ekonomiyi hep Özal idealize etti. Şehirli orta sınıf bu ideali bir çatışma olarak algıladı ve ekonomik olarak üst sınıfa çıkamasa da, kültürel olarak kendini üst sınıfa konumladı. Bu üst sınıf CHP'lilikte temel bulan, bugün "Beyaz Türk" olarak adlandırdığımız insanların oluşturduğu sınıftır.
Doksanlarla birlikte yaşam kalitesi arttıkça, mülkiyet hakkı ilerledikçe, yollar yapıldıkça, kılık kıyafet değiştikçe, eğlence kültürü geliştikçe yani Türkiye'deki zenginleşme arttıkça, kendi kabuğuna çekilip, (kendi mahallesi diyemiyorum) inançlarını kült değerlere kadar yükseltti şehirli bürokrat orta sınıf. Ve beyaz yakalıların "yerel orta sınıf" dediği şehirli muhafazakârlar özellikle Ak Parti iktidarıyla birlikte şehirli orta sınıfın yerine oturunca çatışma artık düşmanlığa dönüştü. Üstelik doksanlarda muhafazakârlara yönelik yapılan neredeyse bütün engellemelerin ortadan kalkmasına rağmen.
Türkiye modernleşmesi özellikle Tanzimat'tan başlayarak kendine "negatif" alan olarak İslam'ı seçmiştir. Cumhuriyet'le birlikte ise "İslam" bizi Batı'ya göre "geride" bırakan, bizi karanlığa hapseden bir temsil alanıdır. İslam'a inananlar da, "yobaz", "cahil", "sahtekâr", "gerici"dir. Kültürel alanda da altyapısı oluşturulan temsil, çok uzun yıllar boyunca "makbul vatandaş"ın uzak durması gerekenler olarak anlatılmış ve adlandırılmıştır.
Şehirli orta sınıfın "muhafazakârlar" üzerindeki üstünlük yorumu tamamen iktisadi bir ayrımdır da. Cumhuriyetle birlikte Anadolu'daki şehirlerde de değişimler hızlanmıştı. Aynı zamanda CHP il başkanı da olan valilerle birlikte Anadolu'da bir tür bürokrat sınıfı oluştu. Bu sınıf genelde İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde okumuş ve "küçük" şehirlere gelmiş hâkim, savcı, öğretmen ve doktorlardır. Şehirlidirler ve buluşmak için şehir kulüplerine ihtiyaç duyarlar. Kendilerini halktan ayırmak için alkol tüketmenin öneminden bahsederler. Hepsinin üzerinde büyük şehre gidememenin ve küçük bir şehirde "köylü"lerle sıkışıp kalmanın melankolisi vardır.
Türk aydınının "köy" ile imtihanı
50'li yıllarda yazılmış köy romanları bu durumu tahlil etmek için bulunmaz nimettir. Bu romanların ortak özelliği, hepsinde aynı karakterlerin barınmasıdır. Kendilerine realist diyen köy romancıları, "gerçeklik" aşkına, akıllarındaki farklı bir gerçekliği yaratır hatta dayatırlar. Tezli romanlardır bunlar. Yazar okurunu kendi ideolojisine ikna etmek ister çoğunlukla. Devlet gaddardır, imam dalaverecidir, köylü kurnazdır. Köye gelen ya da sürülen "aydınlanmış" insan ise bu insanların arasında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Bir kısmı Yaban'da olduğu gibi birilerini aydınlatma yolunda ilerlerken, köylüyü değiştirebileceğini düşünürken, bir kısmı da çatışmayı tercih eder.
Fakir Baykurt'tan Mahmut Makal'a romanlardaki karakterlerin izi sürülebilir. Bu romanlar arasında görece en iyisi Ferit Edgü'nün Hakkâri'de Bir Mevsim'idir. Çünkü Edgü ne anlamaya çalışır köylü insanı, ne de değiştirmek için önlerine bir ideal koyar. Garip bir şekilde gizemli bir tahlil işlemine kalkışır. Yine de sonuç aynıdır. İstanbullu aydın "mağara insanlarının" arasında eli kolu bağlı kalakalmıştır. 50'li yıllar denilince Kemal Tahir'i ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Kemal Tahir'in romanlarındaki insan, 700 yıllık geçmişiyle ele alınarak işlenir, 1950'li yıllara göre, otuz yıllık geçmişiyle değil.
İşte kendini "inançlı" insanlara göre çok daha "medeni" sayan orta sınıf, halkı "kendisine rağmen" olarak düşünür. Demokrasi de, insan hakları da, kişisel özgürlükler de "halka rağmen"dir. Önce halk aydınlanmalı, aklını saran örümcek ağlarından kurtulmalıdır. Kurtulamayanlar, kendilerini "kurucu öğe" olarak gören sınıf için bir tehdit unsurudur. Mesela 15 Temmuz gecesinde sala okuyan imama karşı gösterilen saldırı görüntülerini izlemişsinizdir. İmama saldıran kişilerin tutumu, asla ve asla din karşıtlığı temelli değildir, sala o saldırganlar için o güne kadarki Cumhuriyet kazanımlarını ellerinden alabilecek olan kültürün simgelerinden biridir. Bu tip saldırılarla ilgili sayısız video izleyebilirsiniz. Çeşitli CHP mitinglerinde ezanın ıslıklanması, salaların çığlıklarla bastırılmaya çalışılması…
Din öğretiminin geçtiği yollar ve yıllar
Sınıf temelli sözde "din çatışması" da kendi cahilliklerini örtmek için uydurulmuş planlı bir organizasyondur. Bu organizasyonu anlamak için Türkiye'deki din öğretiminin geçtiği yollara bakmak yetecektir… 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tamamen devletin eline geçti. Ve ulemadan din eğitimi de alınmış oldu. Okuryazarlığı yükseltmek için çıkartılan kanunun amacı, laik değerleri berkitmekti. Din bilgisi dersleri ise birinci sınıftan itibaren haftada birer saat verilmeye başlandı.
1926'da ilkokullarda din dersleri 2. ve 3. sınıfta ikişer saat, 4. ve 5. sınıflarda ise birer saat verilmeye başlandı. 1927'de ortaokullardan din bilgisi dersleri kaldırıldı. 1929'da din dersleri 3., 4. ve 5. sınıflarda okutulmaya ancak sınav yapılmamaya başlandı. Öğretmen okullarının 6. ve 7. sınıflarına da haftada ikişer saat din eğitimi konuldu. 1930'da ilkokullarda din eğitimi yalnızca 5. sınıf öğrencilerine velilerin istemesi durumunda haftada yarım saat verilmeye başlandı. 30 sonrası ise din eğitimi okullardan tamamen kaldırıldı.
1946'da CHP milletvekilleri Muhittin Baha Pars ve Hamdullah Suphi Tanrıöver "komünizme karşı manevi direnci sağlamak" gerekçesiyle TBMM'ye din eğitimi ile ilgili önerge verdi. 1947'de Millî Eğitim Bakanlığı'ndan izin almak şartıyla özel din bilgisi dershanelerine izin verildi. Dershanelere ilkokulu bitiren öğrenciler devam edebilecekti. Ayrıca imam yetiştirmek amacıyla özel kişiler ortaokul mezunlarına 5, lise mezunlarına ise 2 yıl eğitim veren seminerler oluşturabilecekti. 1948'de İlkokul 3. ve 4. sınıflara din derslerinin seçmeli olarak verilmesi kararlaştırıldı. 1949'da İlkokullara velilerin istekte bulunması ve ders saati dışında verilmek koşuluyla din dersleri konuldu.
koşuluyla din dersleri konuldu. 1950'ye gelindiğinde din dersleri ilkokullarda normal programa dâhil edildi. Artık din dersi almak isteyenlerin değil, istemeyenlerin dilekçe vermesi kararı verildi. 1953'te öğretmen okullarının 9. ve 10. sınıflarına birer saatlik zorunlu din dersi konuldu. 1956'da ortaokullara din dersleri konulması kararlaştırıldı. 1967'de lise 1 ve 2. sınıflara seçmeli din dersi konuldu. 1973'te CHPMSP koalisyonu döneminde din derslerine Ahlak Bilgisi eklenerek, okutulduğu tüm sınıflar için zorunlu hâle getirildi. 1982 Anayasası ile din eğitimi anayasal zorunluluğa kavuştu ve 1983'te İlkokul 4. ve 5. sınıflar ile ortaokul 1., 2., 3. sınıflarda haftada ikişer saat, lise ve dengi okullarda ise haftada birer saat olmak üzere "zorunlu din dersi" verilmeye başlandı. (Veriler Bilim ve Gelecek dergisinin Mart 2012 sayısından.) Türkiye'de din eğitiminin geçtiği yolları ve yılları izlemek bile, devletin İslam'a karşı nasıl "kurgucu" bir bakışla baktığını anlamaya yeter.
Müstemleke zihin, zır cahil muhayyile
Şehirli orta sınıfın öz bulma çabası, kendine Cumhuriyet'in ilk yıllarından bir "asr-ı saadet" uydurma çalışmaları, norm ve ideal olarak "müreffeh uygarlıklar" düzeyine çıkma ideali… Hepsi zamanla taraftarlarını ve inançlılarını bir külte inandıkları konusunda ikna etti. Çünkü orta sınıfın aklı hep karşıtlıklarla çalışmaya başladı: İmamhatip karşı Köy Enstitülerini, Halkevi nostaljisini; İstiklal Marşı'na karşı 10. Yıl Marşı'nı, İslam'a karşı pozitivizmi yerleştirmeye çalıştı. Hepimiz biliyoruz ki, mesela Köy Enstitülerinin en temel özelliği tek parti ideolojisine ilke oluşturan vasatlığı yaygın hâle getirmekti. Ki bu okullar sadece "mürekkep yalamış" cahiller yetiştirdi. Kasaba kıraathanelerinde "sol" söylevler çekmek ve halka "domuz eti" yemeyi salık vermekten de başka bir işe yaramadı. Halkevleri ise Köy Enstitülerinin şehirlerdeki ayağıydı. CHP'ye vakıf hizmeti veren bir kuruluştu. Ve genelde lokallerinde sadece okey oynanmasıyla ünlüydü..
Mimari zevksizliğin ve vasatlığın da adresidir şehirli orta sınıf. Cumhuriyet adıyla anabileceğimiz bir tane bile özgün mimari eseri ya da anıtı yoktur. Osmanlı'nın sadeliği, en cafcaflı sarayı olan Topkapı'nın bile bir kışlayı andırmasındaki tevazu, Anadolu'daki binlerce yıl sürmüş bir medeniyet damarının yansımasıdır. Bu damarı kesip atan şehirli orta sınıf kendi adıyla anılabilecek bir tane bile anıt koyamamıştır. Gide gele Neo-Osmanlıcı üslupta demirlemiştir. O neslin çocukları da zaten Avrupa'nın başkentlerine gidip günah çıkartmışlardır her keresinde.
Bugün yaşadığımız dünya, kendi hakikatini tek hakikat olarak dayatmak isteyenlerin dünyası. Küreselcilerin dünyaya "reset" atma iddiasının altında yatan gerçek de bu. Kendi hakikatlerini tüm dünyaya hâkim kılmak istiyorlar. Ve karşılarına çıkan her engeli çeşitli oyunlarla alt etmek niyetindeler. Enformasyonun bu kadar geliştiği, dünyanın distopik bir gelecekte virüsler eliyle zindanlaştırıldığı bu günlerde kendini şehirli üst sınıf olarak gören Türkiyeli "beyaz"ların tahakküm çabası bitmiş değil. Çünkü bu çaba büyük bir fobi ile besleniyor.
İslam'dan korktukları için onun yerine hep ikame dinler uyduruyorlar. Gün geliyor bu İslam'ın şeriatı olmadan hiçbir şey ifade etmeyen tasavvuf oluyor, gün geliyor Zen Budizmi, yoga ve diğer benzerleri. Kafalarında çuvalla yaşadıkları için kendi hakikatleri haricindeki bütün diğer hakikatleri kullanılabilir bir "malzeme" olarak tahayyül ediyorlar. Peki, kendi hakikatleri ne? Tamamen içinde bulunduklarını düşündükleri üst sınıf… Diğer sınıfların kendilerine göre düşük, cahil, yobaz olduğunu düşünüyorlar. Çünkü Batı karşısında kendileri de aynı psikolojik düşüklük içindeler. Müstemleke bir zihin, zırcahil bir muhayyile…