''O gece devlet ile toplum bütünleşti''
Büyük çoğunluğumuzun artık darbelerin geride, bir önceki yüzyılda kaldığını düşündüğü bir dönemde dört yıl önce gerçekleşen darbe girişimi hepimizi şaşırttı. Ancak önceki darbelerden farklı olarak bu defa suskun kalmayan milletin evlatları da verdikleri cansiperane mücadeleyle darbecileri, destekçilerini ve dünyayı fena şaşırttı. Dördüncü yılını doldururken başarısız darbe girişimini ve ona karşı gösterilen eşsiz halk direnişini, bir kez daha düşünelim istedik. 15 Temmuz'un Türkiye ve milletimiz için ne anlamlara geldiğini süreci yaşayan, takip eden ve düşünen üç kalem ehline; yazar Leyla İpekçi, şair İbrahim Tenekeci, sosyolog Lütfi Sunar'a sorduk.
"15 Temmuz darbe girişimine çeyrek asır geriden bakmak"
İBRAHIM TENEKECI Şair. Muhit dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Türkiye, futbolda iyi bir nesil yakaladı. Bir takımımız Avrupa şampiyonluğuna ulaştı. (2000) Millîlerimiz dünya üçüncüsü oldu .(2002) Böyle başarılar bir daha ne zaman yaşanır, bilemeyiz. Futbol örneğini şunun için verdim: Sanattan edebiyata, fikriyattan devlet adamlığına kadar iyi bir nesil yakalandığı vakit, işin rengi tamamen değişiyor. Doksanlı yıllarda, İslam âlemine iyi bir lider nesli nasip oldu. Kafkaslarda Cevher Dudayev, Afganistan'da Ahmed Şah Mesud, Balkanlarda Aliya İzetbegoviç, Filistin'de Şeyh Ahmed Yasin, Sudan'da Hasan Turabi, Cezayir'de Abbas Medeni, Tunus'da Raşid Gannuşi ve Türkiye'de Necmettin Erbakan. Yerel manada başka isimler de var: Batı Trakya'da Sadık Ahmet gibi…
Böyle bir kadronun neye karşılık geldiğini Batı dünyası bizden daha iyi bilir. Bu isimlerin akıbeti, konuyla ilgilenen herkesin malumudur. Kimini acımasızca şehit ettiler, kimi cinayete kurban gitti, kimi Batı kaynaklı yoğun baskıya maruz kaldı. Boşnaklar galip gelmelerine rağmen beraberliğe razı edildiler. Cezayir'de önce seçimler yok sayıldı, sonra askerî darbe yapıldı. Türkiye'de cennetmekân Necmettin Erbakan'ı hem iktidardan indirdiler, hem ciddiyetini kundaklamaya, onu mizah malzemesi hâline getirmeye çalıştılar.
Kıymetli, lider bir nesil tasfiye edildi Sadık Ahmet, 24 Temmuz 1995 günü, şüpheli bir trafik kazası neticesinde hayatını kaybetti. (Lozan Antlaşması'nın yetmiş ikinci yıldönümünde.) Bu örneği, şüpheli trafik kazalarına dikkat çekmek için verdim. Aynı neslin kuvvetli bir parçası olan M. Esa'd Coşan Hocaefendi de Avustralya'da geçirdiği trafik kazası sonucunda damadıyla birlikte dünya hayatına veda etti. (4 Şubat 2001)
Bütün heyecan ve samimiyetimizle, gençliğimizin verdiği coşkuyla, 1990 ile 2005 yıllarının tam içinde olduk. Elimizden ne geliyorsa onu yapmaya çalıştık. Hikâyenin sonunda, İslam âlemine umut gibi doğan bu kıymetli nesil, iki binli yılların başında tamamen tasfiye edilmiş, etkisiz hâle getirilmiş oldu. Millî ve dinî uyanışa vesile olabilecek böyle bir nesil, toplu biçimde, ancak birkaç asırda bir gelebilirdi. Kısa süre sonra beklenmedik bir gelişme oldu: Türkiye ve Mısır, İslam âleminin iki merkez devletidir. Bu iki ülke, coğrafyamızın kilit taşlarıdır.
Mısır'ın hayırlı ve şuurlu evlatlarından Muhammed Mursi, seçimle iktidara geldi. (2012) O andan itibaren Türkiye ile Mısır yakınlaşmaya başladı. Bir sene sonra Mısır'da ihanet ve darbe beraber gerçekleşti. Aynı günlerde Türkiye'nin de hareketlendiğini biliyoruz.
Türk milletine, İslam ümmetine darbe
Bizzat yaşadık. Gezi olayları, yargı kumpası, hendek terörü, devlete pusu kurulması, ülkemizin her fırsatta Batı dünyasına şikâyet edilmesi… 2013 yılının mayıs ayında başlayan süreç, 15 Temmuz 2016 gecesi zirve yaptı. Her yolu deneyip de başarılı olamayanlara mahsus bir öfkeyle saldırdılar. Darbe teşebbüsü amacına ulaşsaydı, Sayın Erdoğan, Menderes veya Mursi gibi idam gerektirecek sözde suçlamalara maruz kalacaktı.
Yazımızın girişindeki isimleri ve misalleri boşuna vermedik. 15 Temmuz kanlı darbe girişimi, aynı zamanda, bir umudu boğmanın, bir yürüyüşü kesintiye uğratmaya çalışmanın adıdır.
15 Temmuz üzerinden ülkemize ve insanımıza şunlar söylenmek istenmiştir: Yerli ve millî olma, bağımsızlık düşüncesine kapılma, ümmetin dertleriyle ilgilenme, İslam coğrafyasına sahip çıkma, kendi silahını yapma, lider ülke olmaya çalışma, yerel projelerin ötesine geçme, Kudüs meselesinden uzak dur... Milletimiz, gösterdiği direnişle, bütün bunlara "hayır" demiştir. İnsanımız o gece asaletinin ve kuvvetinin yeniden farkına varmıştır.
15 Temmuz gecesi sadece Türk milletine değil, İslam ümmetine darbe yapılmak istenmiştir. Çok şükür; Türkiye, İslam âleminin yegâne umudu olmaya devam ediyor.
"15 Temmuz direnişi bu toprakların mayasındaki kadim bilgeliği yeniden ortaya çıkardı."
LEYLA İPEKÇI Gazeteci, senarist, yazar
"İşte yeni Türkiye'nin ilk günü!" Tepemizde F16'lar uçarken, şehitler gaziler kanı göğüslerine akıtırken, meclisimiz bombalanırken böyle demiştim. Hamasete düşmeden, içini boşaltmadan 15 Temmuz direnişinin kıymetini bilip emanetini hakkıyla taşımamız için neler yapılmalı, neler yapılmamalı, dört yıldır birlikte tecrübe ettik durduk. Öfke ve nefretle gözünü kırpmadan vatandaşların üzerine kurşun sıkan, milletimizin resmi kuruluşlarını bombardımana tutan, komşularını iş arkadaşlarını acımasızca katleden güdümlü kişilere rağmen milletçe başladığımız 15 Temmuz direnişi dört yıldır devam ediyor. Şehit yakınları ve gazilerin hikâyelerine kelimeler yetmedi. Her biri insanlığın iç yüzü yazılırken derin izler bırakacak nitelikteydi. 15 yaşında bir genç kızın bir resmî binanın önünde darbeciler tarafından acımasızca vurulan sivillerin cesedini taşırken kendisinin de vurulması mesela. Bunun basit bir bilgi cümlesinden öte anlamı olduğunu işitebilen herkes insanlığın vicdanında bir sorumluluk yüklendi.
Vicdanlarını defalarca örttüler
O gece olanları eleştiren veya inanmayanlar da nefret ve ideolojik gaflet yüzünden vicdanlarını defalarca örttüler. Ama ne bu işgal ve darbe kalkışmasını unutturan, ne de bu dehşeti canı pahasına ödeyenlerle alay eden "kontrollü darbe" terimi gerçeğin önünü kesebildi. Meclisi bombalamaya uçan F16 pilotlarından biri sonradan verdiği ifadede itiraf edecekti: Hedefin meclis olduğunu anlayınca yetkilileri telsizden uyarmış. Fakat aldığı cevap halkını, kendinden olmayanı nasıl hor gördüklerini, nasıl küçümsediklerini olduğu gibi göstermeye yetiyor: "Atış serbest!" Vatandaşın vergileriyle alınan top tüfek tankla sivillere ateş edenlerden kimileri "hepiniz müstahaksınız" diyordu, kimileri de işte alaycı bir küçümsemeyle katlediyordu.
Cumhurbaşkanını "Yezid" diye suçlayanların tam bir Kerbela kurgusuyla, onu torunlarıyla ve tüm ailesiyle birlikte katletmeye çalışmaları, kaldıkları tatil köyünü sayısız kez bombalamaları sanki meşru bir müdahale gibi sunulmaya çalışıldı. Sonra da hiçbir şey olmamışçasına, yıllarca demokratik haklarının çiğnendiğinden veryansın edip durdu suçlular. Hatta suçlarını gizlemek için günah keçisi olarak pek çok topluluğa veya resmî ve sivil kuruma iftira atmaktan kaçınmadılar.
Tam bir gaza ruhu
Sevenlerin yurdunda, sevemeyenler yani nefret ile gönülleri taşlaşanlar zulmette kaldı. Sevebilenler içinse vatan mürşit oldu, yani maşuk. Sevgili. Ve sevdiklerinin uğruna can feda ettiler. 15 Temmuz şehitlerinin ameli bu sebeple tüm ifadelerin çok ötesine geçti. Döktükleri kanı göğüslerine akıtarak tam bir gaza ruhuyla bizlerin canına can kattılar.
Hep birlikte öğrendik ki nefret ve saldırganlık içermeyen, hak için namuslu direnişin sonunda ölüm olsa bile, mağduriyet yokmuş. Nefse karşı savaşında zafer kazanan şehit ya da gazi her kim; adaletin tecellisine katkısını sunmuş demektir.
15 Temmuz'la birlikte zulme karşı hiçbir ideoloji ve kimliğe hapsolmadan mücadele etmenin faziletleri yeniden hatırlandı. Gençlerin ilk kez kendi içlerinden çıkardığı kahramanları var. Asıl zaferlerin sömürü, işgal ve tahakküme yandaşlık edip hayatta kalma başarısını göstererek değil, canını feda ederek kazanıldığını gördüler. Haklı olmanın, mazlumun yanında yer almanın, saldırganlaşmak yerine direniş uygulamanın kendiliğinden gelen sahiciliğini kuşandılar. Hamasi siyasi söylemlerle içi boşalma riski 15 Temmuz direnişi bu toprakların mayasındaki kadim bilgeliği yeniden ortaya çıkardı. Anadolu irfanı dediğimiz. Siyasi ideolojik küresel hiçbir tanıma tahvil edilemez bir amel bu. Bazen bir park yeri yüzünden birbirine düşen vatandaşlar, söz konusu vatan direnişi olunca kenetlenip ölümü göze aldılar. Her fırsatta demokratik açıdan geri kaldığımızı sanırken bir gecede idrak ettik ki: Meğer bu halk kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edecek kadar demokratik olgunluğa çoktan ermiş. Millî/külli iradesine sahip çıkmanın anlamını kanıyla ödemeyi göze alacak kadar da iyi öğrenmiş! Ne var ki, 15 Temmuz direnişi dördüncü yılında tüm bu anlamları idrak edilemeden birtakım hamasi siyasi söylemlerle içi boşalma riski taşıyor.
"Toplum söz hakkına sahip çıktı, idareyi darbecilere bırakmadı"
LÜTFI SUNAR Sosyolog, İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Türkiye'nin modernleşme tarihi devletle toplum arasındaki kırılmaların bir dizi yansımasını içerir. Modernleşme sürecinde özellikle kurucu temel fikir etrafında bürokratik elitler gittikçe toplumdan kopmuş, kıymeti kendinden menkul bir modernleşme macerasının peşinden koşmaya başlamışlardır. 15 Temmuz halk direnişi, yakın tarihimizdeki bu kırılmanın aşılması için önemli fırsatları bünyesinde taşımaktadır. Bir siyasal sistemdeki en önemli unsur meşruiyettir. Meşruiyet, siyasal gücün ve iktidarın toplum tarafından kabul edilmesidir.
Bunun sağlanması için çeşitli unsurlar söz konusudur. Bu unsurların değişimi siyasal sistemleri birbirinden farklılaştırır veya birbirine yaklaştırır. Bu anlamda klasik Osmanlı siyasal sistemi "din-ü devlet" kavramsallaştırması çerçevesinde, adalet dairesi olarak adlandırılan model dahilinde bir meşrulaştırma mantığına sahiptir.
Bu mantığa göre yöneticiler ile tebaa arasında karşılıklı bir alışveriş söz konusudur. Yöneticiler halka refahı, felahı ve hakkı temin ederken, halk da devlete sadakat ve itaatini sunar. Bu iki unsurun karşılıklı değişimi ile adalet çemberi döner ve toplumsal hareketlilik sağlanmış olur. Bu model devletin minimum vergi toplaması minimum asker bulundurması kamusal işlere minimum müdahale etmesi ile yürümekteydi.
Adalet devleti-Güç devleti
Osmanlı "adalet devleti" otoriteyi ve gücü çevreye yayarak toplumu güçlendirmekteydi. Eğitimin, toplumsal hizmetlerin ve hatta hukukun sivil olarak yapılmasına ve uygulanmasına müsaade ederek kalıcı bir dağıtım mekanizması teşkil etmişti.
Ancak gücü dağıtan bu siyasal model, 18'inci yüzyıldan itibaren Batı'da ortaya çıkan gücü merkezileştiren askerî, bürokratik, ulus devletle rekabet edemedi ve onun karşısında gerilemeye başladı.
Daha önce devletin avantajı olan gücün dağıtılması dezavantaj olmaya başladı. Bu manzara karşısında Osmanlı devletinin 18'inci yüzyılın sonlarından itibaren gücü merkeze toplayacak yeni uygulamaları hayata geçirmeye başladığını ve Tanzimat ile birlikte de bu uygulamaların bütüncüllük ve hız kazandığını görmekteyiz.
Ancak yüzyıllar boyunca geçerliliğini sürdürmüş ve toplumsal gruplara çok geniş alanlar açmış olan eski "adalet devleti" modelini bu yeni "güç devleti" modeli ile değiştirebilmek için aslında başka unsurlara da ihtiyaç bulunmaktaydı. Her şeyden önce topluma verilmiş olan özerklikleri bürokrasinin uhdesine toplayan; ulema, esnaf, eşraf gibi güçlü unsurları devre dışı bırakan bu yeni sisteme karşı büyük bir direnç ortaya çıktı.
Bu dirence karşı Osmanlı-Türk modernleşmesinin kendisini meşrulaştırabilmek için en önemli gerekçesi devleti kurtarmak ve yeniden güçlendirmek olmuştur. Bu anlamda devletin dağılmakta ve zayıflamakta oluşu, aslında bütün zorluklarına rağmen modernleşmenin kabul edilmesinde önemli bir etkendir. Bu çerçevede modernleşmenin temel amili olan bürokrasi diğer tüm aktörleri devre dışı bırakarak tüm gücü kendisine toplamıştır.
Devlet ile toplumun kopuşu
Ancak devletin kurtarılması ve güçlendirilmesinin sekteye uğradığı her noktada modernleşmenin meşruiyeti de daha fazla sorgulanmaya başlanmıştır. Modernleşme halka daha fazla refah-felah getirmediği gibi iddia edildiği üzere daha fazla özgürlük de sağlamamıştır. Dolayısıyla sistemin meşrulaştırma araçlarında sürekli ve hayati sorunlar açığa çıkmıştır. Bu sorunlar topluma yeniden alan açılarak giderilmediği gibi bürokrasinin gücü aracılığıyla bastırılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde toplumsal sorgulamaların güç kullanılarak bastırılması devlet ile toplumun kopuşunu artıran önemli bir etkendir.
Devlet ile toplumun birbirinden kopuşunun kritik noktasını askerî darbeler ve müdahaleler teşkil eder. 27 Mayıs ile başlayan ve sürekli tekrarlanan askerî müdahaleler, modernleşmeci devlet bürokrasisinin demokratik kanallarla kendisine alan açtığı her durumda toplumu bastırmanın bir aracına ve sembolüne dönüşmüştür. Ancak her darbe girişimi sistemin meşruiyetinde derin yaralar açmıştır. Zira halkın katılımını ve taleplerini bastıran darbeler bürokratik ve askerî vesayetin hukuki zeminini de hazırlamışlardır.
Yeniden adalet devleti
15 Temmuz darbe girişimi bu anlamda bu darbeci geleneğin son halkasını teşkil eder. Demokratikleşme kanalıyla toplumun kendisine alan açmaya başladığı bir durumda önce bürokratik müdahale araçlarıyla, sonra da askerî darbe girişimiyle bu gelişimin durdurulmaya çalışıldığını görmekteyiz. Ancak bu sefer önceki darbe girişimlerinin aksine toplumun kendi söz hakkına sahip çıktığını, idareyi darbecilere bırakmadığını ve güce teslim olmadığını gördük.
Aslında, böylece, devletle toplum arasındaki iki yüz yıllık yarılma kapanmaya ve devlet-toplum ilişkileri normalleşmeye başladı. Bu normalleşmenin kalıcı hâle gelebilmesi için yeniden adalet devleti nosyonunun egemen kılınması gerekmektedir. Bu anlamda meşruiyetin yeniden güçlendirilebilmesi için bundan sonra da yapılması gereken üç şey bulunmaktadır.
1. Refahın adil bir şekilde dağılımını temin edecek bir iktisadi siyasetin takibi.
2. Toplumsal güvenin ve güvenliğin her düzeyde hâkim kılınması ile kamusal bir felahın oluşturulması.
3. Toplumda emanet ve ehliyet anlayışının oluşturulmasıyla geçerli hale gelecek bir hak ve hukuk sisteminin kurulması. Eğer bu üç unsur oluşturulursa adalet devletinin güçlenmesi ve devlet ile toplum arasındaki kopukluğun ebediyen aşılması mümkün olacaktır. İşte toplum ile devlet o zaman barışacak ve gerçek güç o zaman ortaya çıkacaktır.