Milli iradenin direnişi
15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişimi ve bu girişime karşı beklenmedik şekilde ortaya konulan halk direnişi üzerine çok şey söylendi, çok nutuk atıldı, fazlasıyla methiyeler düzüldü. Darbenin arkasındaki güç olduğuna inanılan ABD'nin başkan yardımcısı Joe Biden'ın bile ülkemizi ziyaretinde "Türkiye'nin 11 Eylülü" olarak nitelediği darbeye karşı direniş kimilerince ise küçümsenmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Ne yazık ki her iki tutum açısından da Türkiye'nin kendi iç siyasi-kültürel kamplaşmalarının gölgesindeki tartışmaların ya da monologların ötesine gidilebildiği pek söylenemez. Yerleşik ve kemikleşmiş ideolojik perspektiflerden bakma alışkanlığı/inadının 15 Temmuz Halk/Millet Direnişi'ni daha nesnel, sosyolojik ve derin bir açıdan anlamaya, tahlile, anlamlandırmaya ne kadar izin verdiği tartışılır. İlginçtir; Arap Baharları, Wall Street işgalleri, Sarı Yelekliler, Hong Kong direnişleri, ABD'deki ırkçılık karşıtı eylemler gibi nice kalkışma çabucak küreselleşirken 15 Temmuz gibi dünyada eşine nadir rastlanan ve üstelik başarılı olan bir sivil direnişin yerel kalması/bırakılması da meselenin dış boyutu açısından oldukça manidardır. Şimdi gelin, 15 Temmuz'da gerçekleşen şeyin bize neler anlattığına, neleri temsil ettiğine, nelere karşılık geldiğine farklı bir gözle bakmaya çalışalım.
Uzun darbeler zincirinin son halkası
15 Temmuz darbe girişimi Osmanlı döneminden Cumhuriyet'e tevarüs eden bir askerî darbecilik anlayışının son halkasıydı ve umarız öyle de kalacak. Ancak nispeten kısa tarihinde Cumhuriyet'in maruz kaldığı darbeler ve darbe girişimleri hiç de az sayılmaz. 1950-2016 arasında, 66 yıllık bir zaman diliminde Türkiye tam 11 darbe ve darbe girişimine sahne oldu. 8-9 Haziran 1950 tarihli darbe planı bunların ilkiydi. Önüne geçilmesi mümkün oldu ve bu plan girişim aşamasında kaldı. Bu başarısızlık darbecileri sadece 7 yıl durdurmaya yetebildi. Neyse ki 1957-58 yılında gerçekleştirilmek istenen yeni bir darbe daha plan aşamasındayken önlenebildi. Ama bunlar cuntacıları vazgeçirmeye yetmedi. Bu denemeden sadece 3 yıl sonra 27 Mayıs askerî darbesi gerçekleşti. Hükümeti devirmekle yetinmeyip, uyduruk yargılamalar ve idamlarla tarihe kara leke olarak geçen bu darbe toplumda günümüze dek süren politik fay kırıkları da oluşturdu. Maalesef amacına ulaşan bu darbe de yeni darbeleri fazla öteleyemedi. Daha iki yıla kalmadan 22 Şubat 1962, bundan 7 yıl sonra da 1969 başarısız darbe girişimleri vuku buldu. Girişimin önlenmesine ve verilen cezalara rağmen müdahaleci zihniyet iki yıl rahat duramadı ve 9 Şubat 1971 girişimi geldi bu defa. Darbecilerin de darbecileri olduğu bu vesileyle hemen üç gün sonra görüldü ve 12 Mart 1971 darbesi sadece girişim olarak kalmadı. Vesayet altında geçirilen yıllar hâliyle sistem sorunlarına çare olmayınca 9 yıl sonra 12 Eylül 1980'de yeni bir darbe ile yeni bir vesayet sürecine girildi. Bu sürecin sonunda nihayet sivil toplum ve demokrasi ile tanışıyoruz derken anlı şanlı milenyuma sadece 3 yıl kala 28 Şubat 1997 darbesi geldi. En azından bu "post-modern" bir darbe olarak anılıyordu yani darbeci zihniyet bile kendine "çağdaşlığa" uygun bir makyaj yapma gereği duyuyordu. Ne var ki bu darbe öncekiler gibi sadece siyasi iktidarı değil toplumun oldukça geniş gövdesini oluşturan kesimleri ve onların hak ve özgürlüklerini hedef alıyordu. 2000'li yıllar da darbe iştiyakını kesmeye yeterli olmadı ama en azından 27 Nisan 2007'deki tam bir darbe sayılmazdı; sadece büyüyünce darbe olma hevesi taşıyan bir e-muhtıraydı. Aradan sadece 9 yıl geçmişken tam da "Bu kadarına da şükür, bilişim- teknoloji çağındayız, darbe yapıp dünyaya rezil olmayız artık" derken hiç beklenmedik bir anda 15 Temmuz darbe girişimi geldi. Son 70 yıllık dönem göz önüne alındığında gerçekleşen 3 darbe ve 8 darbe girişimi yaşamışız.
ETİK VE POLİTİK BİR MUCİZE: 15 TEMMUZ DİRENİŞİ
15 Temmuz darbe girişimini çökerten halk direnişine yönelik yüceltici tanımlamalar çok yapıldı. Çoğunlukla da milliyetçi, muhafazakâr ve dindarlar tarafından. Ancak o gece beklenmedik şekilde sokaklara dökülerek tankların önüne siper olan kalabalıkların gözü pekliğini tanımlama konusunda, bu görüşlerden çok farklı sol bir cenahtan gelen akademisyen sosyolog Prof. Ahmet Çiğdem'in tespitleri belki de en sıra dışı olanı. 15 Temmuz sonrası din, toplum ve toplumun özneleşmesi üzerine düşüncelerini yansıttığı Mucizenin Etik Uğrağı adlı kitabında 15 Temmuz direnişini oldukça derin bir sosyolojik tahlile tabi tutuyor Çiğdem. Kitabında hem muhafazakârların, hem sol eğilimli muhaliflerin 15 Temmuz'u anlayamadığından ya da anlamlandıramadığından dem vuruyor denebilir. Hatta 15 Temmuz Direnişi'nin kimi siyasi mecralarca araçsallaştırılması, reklam amaçlı kullanılması, demokrasi nöbetlerinin bile bir araç olarak icat edilmesi ya da tam tersine itibarsızlaştırılması konularında itirazi kayıtlarını saklı tutmakla birlikte o gece gerçekleşen halk direnişini net olarak şöyle tanımlıyor: "15 Temmuz etik ve politik olanı kendisinde taşıyan bir mucizedir." Ve açıklamaya devam ediyor: "Dolaysız vargıları ve imaları ne olursa olsun, 15 Temmuz'u ayrıcalıklı kılan o gün (darbeye) hayır diyen insanların, ertesi günü yaşadıklarını bir festivale çevirmeden hayatlarına devam etme isteğidir. Çünkü yaptıklarının ertesi gün neyle sonuçlanacağına dair hiçbir fikirleri yoktur."
GİZLİ ÖZNENİN GÖRÜNÜRE ÇIKARAK KADERİNİ ELİNE ALDIĞI GECE
15 Temmuz'un çok istisnai bir sosyolojik boyutunun okumasını da yapıyor sosyolog Ahmet Çiğdem ve oldukça sıra dışı bu boyuta dikkatleri çekiyor: "15 Temmuz'u bir etiko-politik mucize olarak görüyorum: Mucizenin etrafında olup bitenler, mucizenin bağlanabileceği nedenler, açıklanabilir şartlar, dışsallıklar ve sosyolojik nedensellik, bu mucizeyi olağanlaştırabileceğimiz bir yığın başka boyut mucizenin olup bittiği hakikatini gölgelemez. (…) Başka her şey bir yana 15 Temmuz planaryal öznenin, subjectum absconditus'un (gizli öznenin) görünür olduğu bir uğrağı temsil eder. Sessiz ve utangaç bir şekilde tarih sahnesine çıkar ve ardından yine sahneyi sessizce terk eder. Başkalarından bir şey beklemediği gibi kendinden bir şey beklenilmesine de izin vermez. (…) 15 Temmuz'da Türkiye toplumu hem siyasal iktidarı rehin olmaktan kurtarmış, hem de kendi içindeki dinsel açmazın sonuçlarının çözülebileceği yer konusunda bir imkân yaratmıştır. (…) 15 Temmuz'un bir mirası olacaksa, bu mirasa, Cemaat benzeri örgütlenmelerin ve bunların temsil ettiği dinselliğin tarihin çöp sepetine atılmasıyla korunabilecektir. (…) 15 Temmuz'a ihanet edilmesi, üstelik bu ihanetin 15 Temmuz'da 'hayır' diyen insanların rızalarını sunduğunu düşündüğümüz bireyler ve gruplarca gerçekleştirilmiş olması, 15 Temmuz'u bir mucize olmaktan çıkarmaz; aksine bu sıfatı sonuna kadar hak ettiğini gösterir."
DİĞERLERİNDEN ÇOK FARKLI BİR DARBE GİRİŞİMİ
Darbecilerimizin iştiyak ve performanslarına bakınca az zamanda çok iş yaptıklarını kabul etmek gerekiyor; ortalama her 6 yıla bir darbe ya da darbe girişimi düşüyor. Ancak bunca müdahale girişiminin arasında 15 Temmuz hain girişimi diğerlerinden oldukça farklı bir yere sahip. Bir başka deyişle 15 Temmuz diğer darbelerin hiçbirine benzemiyor. Bu girişim hazırlanışı, planlanışı, asker ve sivil aktörleri, hatta sonuçları açısından diğerlerinden tamamen ayrılıyor. Öncelikle Türkiye'de darbe ve müdahalelere karşı son derece sorgulayıcı ve kabul etmez bir entelektüel bilincin oluştuğu bir ortama rağmen yeltenilen bir darbe teşebbüsüdür. İşin daha da ilginci baş aktörlerinden biri kendi medya organlarında yıllarca darbe ve vesayet aleyhtarı liberal yayınlarıyla bilinmektedir. Önceki darbeler temel olarak askerî ve idari bürokrasi kontrolündeyken bu defa askerî ve idari bürokrasiyi yönlendiren dinî kisveli bir kült kaynaklı olmuştur. Bu husus, kısa sürede oldu bittiyle gerçekleştirilen diğer darbelere halkın müdahale etmesi ya da tepki gösterme imkânı dahi olmazken, 15 Temmuz'a halk ilk saatlerden itibaren doğrudan müdahale ederek, kalkan teşkil etmiştir. 2 bin 740 gazi ve 251 şehit vererek… 15 Temmuz darbe girişimi milletin yanı sıra iktidar, muhalefet partileri, sivil toplum kuruluşları, idari ve mülki amirler ve ordu mensuplarının önemli bir kesimi tarafından tepki ile karşılanarak ilk defa toplumsal bir mutabakat ile reddedilme şerefine nail olmuştur.
"DEMOKRATİK DARBE" PARADOKSU
Söylem bazında bakarsanız demokrasi istemeyen yok gibi. Hatta neredeyse tüm yeryüzü ahalisi –açık sözlü, dobra birkaç istisna dışında- tümden demokrasi taraftarı, aşığı ve havarisi. Demokrasinin lafa gelince en büyük havarisi ise Batılı yönetimler ve medyaları. Hayır, 15 Temmuz gecesi ve sonrasındaki günlerde Batılı yönetimlerin ve medya organlarının darbe girişimini değerlendirirken gösterdikleri demokrasiyi hiçe sayan, ikircikli hatta düşmanca tavırlar değil. Bu meseleyi zaten herkes aleni bir şekilde gördü ve tartıştı. Ancak bir başka mesele var ki o da 15 Temmuz darbe girişiminin Batılı yönetimler ve medyanın "demokrasi havariliğinin" ikiyüzlü ve paradoksal yönünü açıkça göstermiş olması. Tüm dünyaya demokrasi ihraç etme misyonunu kendine biçen Batı, Vietnam ya da Irak örneğinde olduğu gibi bu misyonu icabında demokrasiyi savaşla, hava bombardımanlarıyla ve milyonlarca sivilin katliyle bile götürebileceğini gösterdi. Haiti'de, Güney ve Orta Amerika'da, Cezayir'de ya da Mısır'da darbelere destek veren ya da göz yuman Batı'nın özellikle son 40 yıldır içine düştüğü bu tezadı aşmak, daha doğrusu makulleştirmek için yapması gereken çok basit bir şey vardı ve o onu da yaptı. Bu yol sadece bir kavram üretmekten ibaretti: "Demokratik darbe"… Bu kavram "Batı'nın işine gelen darbe" tanımlamasının daha kibar ve akademik görünümlüsüydü açıkçası. Tabii bu "demokratik darbe" kavramı otoriter-totaliter bir rejime karşı yapılması, toplumsal bir desteğe ya da talebe dayanması, totaliter iktidarı indirdikten sonra ordunun kışlasına dönmesi ve adil seçimlere gitmesi gibi şartla ra bağlanıyordu. Hâliyle Batılı yönetimler ve medya 15 Temmuz darbe teşebbüsüne bu pencereden bakarak sözde namusunu lekeden, kendini ikilemden kurtarmış oluyordu. Uluslararası ilişkiler için yüzyıllardır geçerli olan bu tavır yeni değildi ama bir kavramsallaştırmayla, salt bir kavramın icadıyla tüm tutarsızlıklara bir kılıf uydurabilme imkânı oluşturulması oldukça "modern" bir yaklaşımdı. Bu kılıfın 15 Temmuz'da yapılmaya çalışılan darbe için kullanılmaması düşünülemezdi ve öyle de oldu. Bazı Batılı medyanın 15 Temmuz darbesini destekler nitelikteki, hatta başarısızlığı karşısında hayıflanan yayınlarına bakınca, darbe başarılı olsaydı Üsküdar-Harem hattında konvoy oluşturup "En meşru darbe bizim darbe" diye bağıracağını hayal etmeden edemiyor insan.
O geceye dair çıkarımlar
15 Temmuz gecesi yaşananlardan her meşrep, her kesim kendine göre birtakım çıkarımlarda bulunmuştur mutlaka; öyle olması da gerekir. O gece milletin ortaya koyduğu kararlı direnişten alınacak derslerin başında şüphesiz en önce şu geliyor: "Bir millet birlik ve beraberlik içinde el ele verirse kimse onun önünde duramaz." Birlik ve beraberlik ruhu -organize olmasa bile- en sinsi planlara diz çöktürür. Bir diğer ibretlik sonuç ise şu olmalı: Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin oyunları her zaman tutmaz. O geceden çıkarılacak tartışmaya fazla mahal vermeyen ve herkesi ilgilendiren başka neticeler de var kuşkusuz. Bu nesnel çıkarımları akademik bir çalışmanın perspektifinden görmek aydınlatıcı olabilir. "Türkiye'de 15 Temmuz'un Toplumsal Etkileri ve Ona Yol Açan Faktörler Üzerine Düşünceler" adlı akademik makalesinde bu hususu irdeleyen Sosyolog Dr. Fahri Çakı'nın tahlil ve tespitleri oldukça kayda değer. Çakı'ya göre 15 Temmuz'un en önemli çıkarımlarının başında Batı algısı geliyor: "Birinci çıkarım Batı dünyasıyla ilgilidir. Geleneksel olarak kendisini özgürlük, demokrasi ve insan hakları savunuculuğuyla karakterize eden Batı'nın tüm söylemleri o geceyle birlikte bir kez daha inandırıcılığını kaybetmiştir. (…) Askerî darbeler Batı demokrasilerinde kesinlikle istenmeyen bir şeyken Batı dışı toplumlarda övgüyle karşılanabilmektedir."
"İkinci çıkarım, Türk devletinin kurumsal kapasitesinin belli zafiyetler içinde bulunduğunun açıkça ortaya çıkmasıdır. Diğer bir deyişle devlet, yaklaşan tehlikeyi görememiş, gerekli önlemleri önceden alamamış, işi son dakikaya bırakmıştır. Üçüncü çıkarım, ilk gecenin önemiyle ilgilidir. O ilk gece, kimlerin fetöcü olmadığına dair bir göstergedir. Zira girişimin akıbetinin ne olacağı henüz belli değilken sokaklara dökülen insanlar canlarını ortaya koydukları gibi kimliklerini de ifşa etmişlerdir. Eğer darbe başarılı olsaydı bu direnişçiler sıkıntılar yaşayacaklardı. Dördüncü çıkarım: O ilk gece Türk halkı bir demokrasi savaşı vermiştir. Çünkü belli bir partinin destekçileri değil, belki birkaçı hariç hemen her partiden destekçiler o gece demokrasiyi korumak ve darbecilerin başarı elde etmesini önlemek için meydanlarda yer almışlardır."
Beşinci çıkarım: (Genç kuşakların) dünya meselelerine kayıtsız, apolitik, hedonist, bencil, tüketici bir gençlik olduğu sıklıkla dillendiriliyordu. Ancak o geceki demokrasi ve bağımsızlık savaşına gençlerin aktif katılımı bir anda tüm bu kanaatlerin ve kaygıların yersiz ve haksız olduğu kanaatini doğurdu. Altıncı çıkarım: O geceki darbe girişimiyle birlikte Türkiye'deki eski ideolojik pozisyonlar (ya da o pozisyonları kullanmak isteyenler) yeniden kendilerine zemin bulmaya çalışmışlardır. Darbe girişiminden hemen bir-iki gün sonra kendini "Kemalist" olarak konumlandıran bir kesim, sosyal medyada bu yaşananların faturasını dine, artan dindarlaşmaya" ve cemaat ve tarikatların faaliyetlerine çıkardılar.
ETKİLERİ-SONUÇLARIYLA 15 TEMMUZ
15 Temmuz darbe girişimi ve buna karşı verilen kahramanca direniş toplumsal, siyasi, ekonomik hayatımıza göründüğünden çok etkide bulundu. Darbe girişiminin bastırılması sonucu yaşanan zincirleme gelişmeler doğrudan olduğu kadar dolaylı olarak da pek çok alanda önemli değişikliklere, etkilenmelere yol açtı. Kısacası 15 Temmuz sadece demokrasi ile işgal arasında bir gecelik ilişkiden ibaret kalmadı. Tersine içeride ve dışarıda hemen her alanda bir şeylerin değişmesine zemin hazırladı.
15 Temmuz'un başlıca sonucu devlet içinde alternatif yapılanmanın tasfiyesi konusunda oldu. Başta TSKEmniyet olmak üzere bürokrasi ve sivil toplumda Gladyovari yapılanmaların geniş çaplı tasfiyesine gidildi. Bu süreci yargıdaki tasfiye ve temizlikler izledi. Aynı tasfiye sürecinden kamusal ve sivil alanda yapılanmış gayri millî oluşumlar da paylarını alacaktı. Bunlara bağlı olarak en büyük değişiklik devlete sivilleşmenin egemen olması ve böylelikle askerî müdahale yolunun kapatılması oldu. Darbenin bastırılması sayesinde Türkiye'nin kanayan yaralarından biri olan ordunun siyasete müdahale alışkanlığı problemine de nihayet bir son verilmiş oldu.
15 Temmuz etkisi özellikle önceki dönemde sivil ve askerî bürokrasiye yönelik kumpas davalarının çökmesine yol açtı. Medyanın darbeye ve cuntaya karşı tavır sergileyebileceğini somut olarak gösterdi. O gece ortaya konulan direniş görüş ayrılıklarını sona erdirmese de her kesimin demokrasiye sahip çıkma bilincini pekiştirirken toplum kesimlerinin özgüvenini de yükseltti. Mecliste olsun, Yenikapı mitinginde olsun iktidar ve muhalefet partileri ilk defa bir araya gelerek –uzun soluklu olmasa da- tek sesle parlamentoya, millî iradeye ve demokrasiye sahip çıktılar. Akabinde PKK terörüne yönelik hamlelerle terör olaylarında kayda değer bir düşüş görülmeye başladı.
DIŞARIDA STRATEJİK PARADİGMA DEĞİŞİMİ
Darbenin bastırılmasından sonra gelişen değişim süreci iç işleriyle sınırlı kalmadı. Türkiye'nin dış ilişkileri, ittifakları, stratejik ortaklıkları ve bölgesel stratejilerine de belirgin biçimde yansıdı. En başta ABD ve NATO ile ilişkilere… Darbe girişiminin ve aktörlerinin arkasında olduğu açıkça ortaya çıkan ABD başta olmak üzere büyük ölçüde ABD kontrolündeki NATO ile olan 60 yılı aşkın bağ toplum nezdinde olduğu kadar devlet nezdinde de ciddi şekilde sorgulanmaya ve tartışılmaya başladı. NATO ile arada oluşan soğukluk birkaç yıl içinde Ortadoğu ve Akdeniz politikalarına doğrudan yansırken, bölge dengelerini de değiştirdi. Aynı şekilde darbe sanığı kaçaklara kucak açan AB ile de mesafe oluştu ve Türkiye'nin geçmişteki edilgen dış politikalarının yerini cesur, mağrur, egemenlik ve bağımsızlık yanlısı bir tavır aldı. 15 Temmuz'un ivme kazandırdığı en önemli gelişmelerden biri ise Türkiye'nin savunma ve silah sanayisindeki onlarca yıllık dışa bağımlılığını azaltmak üzere atağa geçmesi, yerli ve millî savunma sanayisine yaptığı yatırımlar oldu. Bu alanda yapılan atılımlar bir-iki yıl içinde terörle mücadelede, Suriye, Libya ve Akdeniz'deki operasyonlarda farkını derhal gösterdi. Fırat Kalkanı gibi sınır ötesi harekâtlarla Türkiye uzun bir aradan sonra ilk defa askerî alanda bağımsızca yumruğunu masaya vurmaya, bölgede oynanan stratejik oyunlara müdahil olmaya başladı. 15 Temmuz'un dolaylı etkisiyle ABD ile soğuyan ilişkilerin sonucunda Türkiye stratejik ortaklıklarını yeniden değerlendirerek Şanghay İşbirliği Örgütü alternatifini de devreye soktu. Ancak 15 Temmuz sürecinin rüzgârıyla gelen sürecin en önemli gelişmesi kuşkusuz devlet yönetim sisteminde yaşandı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçilerek cumhuriyet tarihin en köklü değişimine imza atıldı. Bu ise alışıldık yönetim işleyişinin baştan aşağı değişmesi anlamına geliyordu. Ancak bu gelişmelerin bir kısmını olumsuz bulup eleştirenler de yok değildi.
SESSİZ KİTLELERİN GÜDÜLEBİLDİĞİ MİTİNİN YIKILIŞI
Açıkçası darbelerde, hele bizde gelenekselleşen askerî müdahalelerde kitleler, sessiz halk çoğunluğu denkleme katılmaz. Katılmaya kalkışırsa da başı derhal ezilir. Oysa 15 Temmuz'da denklemin en önemli belirleyicilerinin başında sessiz yığın dediğimiz caddeleri dolduran kitleler geliyordu. Sürmekte olan fiîli bir darbeye karşı bu aktif mücadele ve katılım hem dünya hem ülkemiz adına bir ilk örnek teşkil etmektedir. Zira hiçbir askerî darbe süreci harekete geçtikten sonra, "millet, halk, toplum, kitle, yığın ya da küçümseyici bir bakış açısı taşıyan sürü ya da koyun" gibi nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin pasif gördüğü "sokaktaki adam"ı kalkışmasında birincil bir engel olarak değerlendirmez. Dolayısıyla gördüğümüz kadarıyla darbe girişimleri de sokaktaki adam ya da sessiz yığınlar tarafından alaşağı edilmemiştir.
Müdahaleye maruz kala kala pasifleştirilen bu "edilgen" kitlenin varlığının bir yandan da yeni darbe ve müdahalelere yelteneceklere cesaret ve imkân verdiği bile söylenebilir. Bu sessiz yığınlar ya da kitlelerin kendi müdahalelerini sabrederek oy sandığında gösterme kararlılığı bile müdahalecileri onları "güdülebilir, edilgen" görme ısrarından vazgeçirememiştir. Her şeyin bir sonu olduğu gibi ülkeyi darbeler enflasyonuna sürükleyen bu algının da bir sonu olacaktı hâliyle. İşte bu son 15 Temmuz direnişi oldu. "Edilgen, güdülebilir" olarak görülen sessiz halk yığınlarının kısa sürede aktifleşerek darbeye karşı etten kemikten bir duvara dönüşebileceği ve sonrasındaki günlerde de bu tutumu iyiden iyiye kalabalıklaşan kitleler hâlinde sürdürerek en sonunda sahneyi meşru demokratik siyasete bırakabileceği 15 Temmuz direnişiyle görülmüş oldu. Böylelikle kitleleri "etkisiz eleman" görerek kale almayan darbeci denklem bozuma uğratılmakla kalmadı, sessiz yığınların eli silahlı güçlerce daima güdülebilir sürüler olduğuna dair bir mit de yıkılmış oldu.
MİLLÎ İRADENİN TEORİDEN PRATİĞE GEÇTİĞİ AN
Millî irade kavramı ülkemizde çok konuşulan ve hemen her siyasi meselenin ana eksenlerinden birini oluşturan bir kavram. Ne var ki bizim için ne kadar büyük önem arz etse de bugüne dek bizim millî irade ile temasımız büyük ölçüde kavram üzerinden yani teorik bir kurgu üzerinden oldu. Millî iradenin tecessüm ettiği, kuvveden fiile döküldüğü, toplumsal hayatımıza doğrudan bir gerçeklik olarak yansıdığı durumların –birkaç istisna dışında- fazla olduğu söylenemez. Türk milleti bu istisnaların sonuncusunu 15 Temmuz Direnişi'nde gösterdi. 15 Temmuz gecesi millet, o güne dek neredeyse kutsallık atfedilmesine rağmen sadece soyut bir kavramsallaştırma olarak kalan ve büyük ölçüde bir söylem unsuruna indirgenmiş bulunan "millî irade"yi çok uzun bir aradan sonra teoriden pratiğe dökme becerisini gösterdi.
Böylelikle millî irade denilen şeyin sadece seçim sandıklarında yansıtılarak sonrasında edilgenleştirilen soyut bir kavramdan öte olmadığını da ispatlamış oldu. Bir başka deyişle millet o gece demokratik yollarla seçtiği siyasi iktidarı ortadan kaldırmaya ve ülkenin yönetiminde yeni bir vesayet rejimi kurmaya yönelik bir saldırı olduğunu görerek kendi kaderini eline almaya yöneldi. Esasında o gece toplum önceki benzerlerinde olduğu gibi kaderini seçmediği odakların belirlemesine izin vermeyerek kendi eline alma cesaretini gösterdi. Millî iradenin bu şekilde pratiğe dökülmesi belki de Kurtuluş Savaşı'ndan sonra bir ilk oluyordu.
O gece millet neden ve ne için meydanlara yürüdü
15 Temmuz darbe girişimi çok detaylı planlanmış olmasına rağmen tarihimizde daha önce görülmedik bir şekilde püskürtüldü. Bu sonuca ulaşılmasında hemen hemen tüm uzmanlar en temel iki faktörü ön plana çıkarıyor. Birincisi, darbe istihbaratının o gün yetkili mercilerce alındığını düşünen darbecilerin harekâtlarını erkene almaları sonucu oluşan karmaşa. Bu darbe girişiminin yegâneliğini teşkil eden bir diğer ana faktör ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısı ile sokağa çıkan halkın direnişi olarak görülüyor. Hemen herkesin darbeye destek verdiğini düşündüğü ABD'nin o dönemki başkanı Barack Obama bile yaptığı bir açıklamada bu gerçeği vurgulamadan geçmedi ve darbe girişimine karşı milletin tepkisini şu sözlerle vasıflandırdı: "Cesaret verici olan şey, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı olanların bile içinde bulunduğu ve bunun kabul edilemez olduğunu söyleyen Türk halkıydı."
Bu direnişe katılan halkın görüş farklılıklarını dikkate almak gerekiyor çünkü tam da bu nokta aslında ortada söz konusu olan; farklı eğilim ve görüşlerine rağmen milletin iradesinin ilk defa teoriden pratiğe geçtiği bu hadisenin bel kemiğini teşkil ediyor. Zira sadece aynı eğilim ve görüştekilerin direnişi söz konusu olsaydı buna Millî Direniş değil, partizanların direnişi dememiz gerekecekti. Bizzat Cumhurbaşkanlığı Yayınları tarafından yayımlanan 10 Soruda 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Fetullahçı Terör Örgütü adlı kitapta "Darbeye karşı sokağa çıkan yüz binlerce Türk vatandaşının gerekçesi neydi? Bu insanlar kimdi, hangi görüşleri taşıyordu?" sorularının cevabı şöyle veriliyor ve o gece sokaklara çıkarak direnişi gerçekleştiren halkın profili yapılan bağımsız anketlere dayanılarak cumhurbaşkanlığı iletişim bölümü tarafından şöyle çiziliyor ve rakamlar oldukça şaşırtıcı olabilir:
Buna göre sokaklarda 15 Temmuz direnişini gerçekleştiren yüz binlerin yüzde 52'si erkek, yüzde 48'i kadınlardan oluşuyordu. Yüzde 71'ini daha önce hiçbir eyleme katılmamışların oluşturduğu direnişçilerin yüzde 54'ü lise ve üniversite mezunlarıydı. Anket o gece sokağa çıkanlar arasında seçmen olarak iktidar partisine oy vermeyenlerin azımsanamayacak sayıda olduğunu gösteriyor. Seçimlerde muhalefet partilerine oy veren direnişçilerin oranı hayli şaşırtıcı: İstanbul'da CHP'li seçmenin yüzde 38'i, MHP'li seçmenin yüzde 65'i, HDP'li seçmenin yüzde 58'i sokaklara döküldü. Halkın direnişe katılmasının ana gerekçeleri ise şöyle: Yüzde 35 vatan için, yüzde 21 demokrasi için, yüzde 10 cumhurbaşkanını desteklemek için, yüzde 10 ülke için, yüzde 8 darbeye karşı olduğu için…"