Yeni normalin toplumsal İnşası icbarı olarak LGBT
Alman sosyolog U. Beck, günümüz toplumlarını artan riskler üzerinden analiz ederken bilimsel faaliyeti ve bilim insanlarını risklerin ortaya çıkışındaki rolleri, risklerin artışındaki etki ve sonuçlara duyarsızlıkları ve artan risklerin üzerini örterek toplumu manipüle etmeleri sebebiyle eleştirir. Beck'e göre küresel ölçekteki sanayi kirliliğinin havaya, toprağa, suya bulaşmasında ve canlıları tehdit eden sonuçların ortaya çıkmasında meşrulaştırıcı konumundaki bilim insanlarının mesuliyeti büyüktür. Aslında günümüzde bilim, insana hastalık bulaştırma ve doğayı kirletmede engelleyici değil dünya çapında bir düzenleyici durumundadır.
Hayatımızı kuşatan bilimsellikle çevrili uzman bilgisinin sembolik şiddetine sandığımızdan daha fazla maruz kalmaktayız. Bu hegemonik güç, yalnız gündelik hayatta neyi alıp neyi geri bırakacağımızı, hangi ürünleri nasıl kullanacağımızı empoze etmekle yetinmez; aynı zamanda normalimizi belirleme ve yeniden inşa etme konusunda zorlayıcıdır. Böylece binlerce yıllık insanlık tecrübesi ve bu tecrübeden damıtılarak elde edilen değerler, normlar ve pratikler anlamsızlaşmakta, birey ve toplum için neyin yaşanmaya ve tercih edilmeye değer olduğu bilgisi çoğu bilimsel gelişmelere dâhil olamayan kitlelere değil kıymeti bilimsel söylemi kullanma becerisinden menkul bir bilirkişi heyetinin tercihine havale edilir.
Son zamanlarda Türkiye gündemine giren LGBTI başlığı da bu çerçevede değerlendirebilir. Zira tıbbi ve psikiyatrik uzman bilgisi marifetiyle riskler gözümüzden kaçırılmakta ve eşcinselliğin "doğallığı"formüle edilmektedir.
Buna ek olarak, sosyal medya ve internet vasıtasıyla toplum rızasının üretimi sağlanmakta, tüm bu süreçlerde sivil toplum ve siyaset destekleyici ve ön açıcı görev ifa etmektedir. İşte biz bu yazıda toplumun yeni normalini inşa etme çabasındaki bilimsel söylemle desteklenen LGBTI konusunu değerlendireceğiz.
Nereden nereye: LGBTI'nin yükselişi
Tarihte hiçbir zaman toplumların normali hâline gelmemiş olan eşcinsellik, ilk kez 20'nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kamusallaşarak kimlik talebi çerçevesinde aktivizme evrildi ve günümüzde birçok ülkede toplumsal gündemin merkezine yerleşmeyi başardı. Esasen siyahîler gibi yüzlerce yıllık köklü mağduriyet yaşamış kitlelerin hak taleplerinin karşılanması çok uzun yıllar almış ve hâlâ mücadeleleri devam etmekteyken, ilginç biçimde LGBTI'nin talepleri süratli şekilde karşılık buldu.
ABD'de 1969'da başlayan Stonewall eylemlerinden itibaren Amerikan toplumu eşcinselliği normalleştirmeye ve içselleştirmeye yönlendirildi. Nitekim yapılan araştırmalar bu konuda epey yol alındığını gösteriyor. Pew Research Center'in araştırmasına göre 2002'de Amerika'da eşcinselliğe yönelik toplumsal kabul yüzde 51 iken bu oran 2019'de yüzde 72'ye yükseldi. Bugün gelinen noktada ABD'de eşcinsellere yönelik söylemsel düzeyde dokunulmazlık yaratılmış, özellikle Obama döneminde eşcinsel evliliklerin Yüksek Mahkeme güvencesi altına alınması gibi yapısal değişimlerle bu durum tahkim edilmiştir.
Açık olan şu ki böylesi bir ayrıcalığa pratikte ve söylemsel düzeyde ne siyahîler ne soykırıma uğrayan Amerikan yerlileri ne de dinî azınlıklar sahiptir. Bu ayrıcalıklı durum iyi bir propaganda planının işletilmesiyle gerçekleştirilmiş olmalıdır. Nitekim 1989'da yayınlanan After the Ball: How America will Conquer its Fear and Hatred of Gays in the 90s (90'lı yıllarda Amerika Gey Korkusunu ve Nefretini Nasıl Yenecek?) adlı kitap eşcinsel gündemi topluma kabul ettirme stratejisinin yol haritasını sunması bakımından oldukça dikkat çekicidir.
Zorla kabul ettirilen "yeni norm"
LGBTI'nin tüm dünyada normalleştirilmesi sürecinin en önemli adımı 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Birliğinin (APA) Eşcinselliği Ruhsal Bozuklukların Tanı Ve İstatistiksel El Kitabı IV (DMS IV) kapsamından çıkarmasıyla gerçekleşti. Ardından Dünya Sağlık Örgütü (WHO) konuyu 1992'de hastalık sınıflaması kapsamından çıkararak ruhsal bozukluk olmadığı kararını aldı. Böylece eşcinsellik ve türevleri üzerine bilimsel alanda yapılan üretimler, hastalık ya da normal dışı tanımlamasını mahkûm ederken LGBTI'yi insanlık durumu olarak kabullenmeyi yeni norm olarak belirledi.
Bugün gelinen noktada Batı merkezli uluslararası bilimsel, tıbbi, akademik, medya ve popüler kültür mecralarında LGBTI ideolojisinin icbar ettiği yeni norm, tümüyle tek sesli ve alternatif söylemlere izin vermeyecek şekilde kurgulanmış durumda. Öyle ki gerek akademi ve tıp alanında gerek medya ve kültür sahasında aksi görüş belirtmek saha dışına atılmak gibi ciddi riskler taşırken, fikrini beyan etme cesareti gösterenler "homofobik", "transfobik", "bilim dışı/düşmanı", "yobaz", "zalim", "iki yüzlü", "gizli eşcinsel", "terf" (trans dışlayıcı radikal feminist) gibi suçlamalara maruz bırakılır.
Bu suçlamalar yalnız dinî ve kültürel gerekçelerle LGBTI propagandasına karşı çıkan kişilere yöneltilmez; aynı zamanda cinsiyet değişimine karşı çıkan feministler de benzer yakıştırmalarla karşılaşır. Örneğin cinsiyet değiştiren erkeklerin hiçbir zaman kadın olmadıklarını savunduğu için Twitter tarafından hesabı kapatılan feminist Megan Murphy'e, 50 yaşında dört çocuk sahibi evli bir erkeğin "ben aslında hep kadındım" dediğinde haklı bulunamayacağını söyleyen feminist yazar Germaine Greer'e ve cinsiyetin biyolojik olduğunu savunan bir kadının işten çıkarılmasına tepki veren J. K. Rowling'e yöneltilen suçlamalar büyük medya desteğine sahip LGBTI lobisinin çalışma biçimini göstermesi bakımından sadece birkaç örnektir.
Türkiye'de LGBTI'ye rıza oluşturma süreci
LGBTI bağlamında Batı'da yaşanan gelişmeler, küresel kültüre 1980 sonrası daha çok entegre olan Türkiye'yi de önemli ölçüde etkisi altına almış durumda. Türkiye'deki tıp ve psikiyatri alanı Amerikan Psikiyatri Birliği'nin kararına sadık şekilde eşcinsellik ve türevlerini hastalık olarak görmediği gibi bu yöndeki tadil edici çalışmaları bilim dışı, etiğe aykırı olarak değerlendirir. Türkiye Psikiyatri Derneğinin 2013 yılında TBMM'de eşcinsellikle ilgili bir tartışmaya dair yaptığı basın açıklamasında da bu tavır açıkça belirtilir: "Eşcinsellik, uluslararası ve ulusal hekim örgütlerince heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak kabul etmektedir."
Türk Tabipler Birliği de 2020 etik bildirgesinde benzer şekilde eşcinselliği "doğal"laştırmıştır. Akademik sahada ise özellikle sosyal bilimlerde son on yılda artış gösteren LGBTI çalışmalarına bakıldığında istisnalar dışında çok büyük ölçüde LGBTI ideolojisinin hâkimiyetinden söz edilebilir. Öyle ki, üretilen metinlerin önemli bir kısmı akademik nesnellikten yoksun olduğu gibi LGBTI aktivizminin ürünüdür ve çoğu yeni gerçekliğin inşası amacına yönelik politik duruşa sahiptir. Bu iddiamızın test edilmesi için Türkiye'de son on yılda konuyla ilgili yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerine bakmak yeterli olacaktır.
LGBTI konusunda toplumsal kabulün yaratımı sürecinde bilimsel alanın yanı sıra özellikle sivil toplum, medya ve siyaset alanında da dikkat çekici gelişmeler yaşanmış/yaşanmaktadır. Türkiye'de LGBTI örgütlenmesi 1980'lere kadar götürülse de 1990'larda açılan derneklerle kurumsal kimlik kazanmış, bundan böyle örgütlü faaliyet dönemi başlamıştır. (Lambda 1993'te, Kaos gl 1994'te kuruldu.)
LGBTI propagandasında siyasi ayak
Öte yandan artan etkisiyle yaşam tercihlerimizi ve neyi nasıl düşüneceğimizi belirleme gücüne sahip olan sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla LGBTI propagandası ve aktivizmi için hayati bir imkân oluşmuştur. Yeni medya alanlarının oluşturduğu temas ortamı, insanların üzerine boca edilen yoğun eşcinsel imaj ve içeriklerle LGBTI'nin toplumsal kabulünde hızla etkili olmaya başlamış (esasen kamusallaşma, rıza üretim stratejisinin önemli bir parçasıdır), bu durum özellikle çok büyük oranda sosyal medya kullanan ülkemiz gençlerini etkilemeyi sürdürmektedir.
Nitekim hâlihazırda internette yer alan LGBTI konusundaki sokak röportajlarına bakıldığında en temel tarih veya kültür sorusunda tökezleyen gençlerin LGBTI'yi değerlendirirken hemen hemen aynı kelimelerle ve tam da konuya özgün üretilmiş terimlerle ("LGBTI bireyler", "yönelim", "homofobik", "heteroseksüel", "performe etmek") tasdik ve tasvip edici biçimde konuştukları gözlemlenebilmektedir. Bu kalıp cevaplar, sosyal medya etkisine işaret eder.
Konunun siyasi ayağına bakıldığındaysa mecliste grubu bulunan partiler içinde HDP ve CHP'nin LGBTI aktivizmini himaye ettikleri, belediyeleri ve belediye meclisleri aracılığıyla LGBTI'nin toplumsal meşruiyetini sağlama yönünde çalıştıkları ve eşcinsel adayları son yıllarda daha yoğun şekilde öne çıkarmaya başladıkları bilinmektedir. Son olarak "Çocuk LGBTI vardır" sloganını sahiplenen CHP'nin konuyla ilgili hâlihazırdaki tartışmaları görmezden gelerek LGBTI ideolojisine tümden teslim olduğu anlaşılmaktadır.
Gözden kaçan/kaçırılanlar
Beck'in dikkat çektiği riskleri gizleyen ve verileri istenildiği şekilde yorumlayan bilimsel faaliyet eleştirisini esas alarak LGBTI ideolojisinin kararttığı olgulara bakmak yerinde olacaktır. Her şeyden evvel "LGBTI çocuk vardır" sloganı, ağır bedelleri savunmasız çocuklara ve ailelerine ödeten acı süreçleri dikkatlerden kaçırmaya yarar.
Bugün bazı Batı ülkelerinde cinsiyet değişimi, neredeyse hiçbir detaylı değerlendirme ve sorgulamadan geçirilmeksizin çocuk yaşlardan itibaren kalıcılığı belli olmayan bireysel hislerden yola çıkarak gerçekleştirilir. Çocukların kendi cinsiyetlerini serbestçe belirleyecekleri bir anlayış ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde normalleşirken bu durumdan kârlı çıkanlar terapistler ve cinsiyet değişim klinikleridir; işin faturasını ödemek ise ailelere ve gelecekte yaşayabileceği pişmanlıkları hesaba katmayan genç/çocuklara düşer.
Bazı ülkelerde cinsiyet değişimi talebinin meşruiyetinin sorgulanması ve kişiye doğuştan getirdiği cinsiyetini kabullenme yolundaki normalleşme terapilerinin uygulanması yasaklanmış, bu durum insanlık onuruna aykırı kabul edilmiştir. (Türk Tabipler Birliği'nin metninde de benzer bir husus yer almaktadır.) Böylece çocuğunun arzusunu sorgulayan ebeveynler "homofobik", "transfobik"gibi nitelemelere maruz kalmakta ve itiraz durumundaki anne baba devlet tarafından sorgulanabilmektedir.
ABD genelinde 50 üzerinde cinsiyet değişimi kliniği bulunurken çocukların cinsiyet değişim sürecini gerçekleştiren kliniklerin sayısında da son yıllarda artış görülmektedir. Böylece 3-4 yaşındaki çocuklar dahi kendilerini başka cins olarak tanımladığında bu gerçek bir veri olarak kabul edilip, değişim sürecine başlanabilmektedir. Ancak bu karar, gözlerden uzak tutulan son derece ağır tıbbi ve psikolojik değişim yükünü beraberinde getirir. Örneğin her gün alınması gereken ve yan etkileri çok yüksek olan hormon ilaçlarının olumsuz etkileri konuşulmamakta veya gizlenmektedir.
Teşvikçi mitler, gizlenen gerçekler
Öte yandan cinsiyet değişimini gerçekleştirmiş olan bireylerin yeni hâllerinde kendilerini tamam hissedecekleri söylemi aslında bir mit olarak işlev görür.
Bu konu dikkatlerden kaçırılsa da ortaya çıkan gerçek hikâyelere bakıldığında değişim ameliyatı sonrasında yeni cinsiyetiyle bütünleşme hissini yaşayamayan gençler, doğdukları cinsiyetlerine geri dönmeyi istediklerinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Charlie Evans'ın Manchester'da kurduğu The Detransition Advocacy Network 10'lu, 20'li yaşlarda cinsiyet değiştiren gençlerin yaşadıkları pişmanlık sonrası duruma dair örneklerle doludur. Bu gençler, belirttiklerine göre cinsiyet hoşnutsuzluğu gerekçesiyle gittikleri kliniklerde hekimler tarafından yeterince detaylı incelenmeksizin süratle cinsiyet değişimine yönlendirilmişlerdir.
California Üniversitesi, San Francisco'da Epidemiology ve Biostatistics'de öğretim üyesi olan Hacsi Horvart, 13 yıl boyunca medikal imkânlarla cinsiyetini değiştirip kadın olarak yaşadıktan sonra sağlık sorunları nedeniyle 2013'te hormon ilaçlarını bırakıp hızla eski bedenine döndüğünde bir şeylerin yanlış gittiğini fark eder. Hovarth, benimsediği ifadeyle transgender ideolojisinden yararlanan aktivist, akademisyen, hekim, klinik, ilaç şirketlerinin kısacası koca bir trans endüstrisinin toplumu manipüle ettiğini, bunu yaparken de bilimsel verileri çarpıttığını ve gerçekleri kararttığını savunur.
Örneğin ABD'de gençlerin cinsiyetlerine dair sorgulamalarını direkt intihar eğilimiyle ilişkilendirmenin yaygın bir propaganda olduğunu ama bu söylemin intihar verileriyle uyumlu olmadığını belirtir. Aslında intihar söylemi bir propaganda aracı olarak çoğunlukla anne babaları ve toplumun genelini iknaya yöneliktir. Böylece bilimsel veriler çarpıtılarak cinsiyet değişimine karşı toplumsal direnç azaltılmakta, veliler çocuklarının cinsiyet değişiminin gereğine ve bu süreçteki tüm yükü taşımaya ikna/icbar edilmektedir.
Hisler çağı ve LGBTI
Düşünce tarihçileri Orta Çağ'ı inanç dönemi olarak sınıflamaya alışıktır. Bu dönemde her fikrin belirleyici ve doğrulayıcı kıstası inanç, Batı özelinde kilise olduğu düşünülür. Ardından gelen aydınlanma ise akıl çağı olarak tanımlanır ve doğru ile yanlışın aklın öncülüğünde belirleneceği bir sürece işaret eder. İçinde olduğumuz dönem ise Robert George'a göre hisler çağı olarak tanımlanabilir. Bu dönemde iyikötü, haklı-haksız, doğru-yanlış akıl ya da inanca değil hislere dayanarak belirlenir ve hâliyle hisler son derece görecelidir. Hislere dayalı gerçeklik inşası sürdürülebilir olmadığı gibi kendi meşruiyet zeminini de bir süre sonra yok eder.
Son yüzyılda tıp alanında yaşanan değişimler, mesela üremenin cinsellikten ayrışması, plastik cerrahinin ve ilaç sektörünün artan potansiyeli doğuştan getirilen biyolojik cinsiyetin gücünün belirleyiciliğine meydan okumaktadır. Böylece modern tıbbın sunduğu imkânlarla kimliklerin akışkanlığı kolaylaşmış ve bir ömür içinde farklı cinsiyetlere bürünmek mümkün hâle gelmiştir.
Ancak kimlik bireysel olduğu kadar toplumsal boyutu olan diyalojik süreçlerle inşa edilen bir olgudur ve cinsel yönelim toplumsal ilişkilerin öznesi olan insanın kimliğinin ancak küçük bir kısmını oluşturabilir. Son yıllarda ne kadar çok tekrarlanırsa o derece ikna edeceği varsayılan cinsel yönelimin kimlik olarak savunulması insanı sadece eylemlerinden biri üzerinden tanımlarken kimliğin oluşumundaki diyalojik süreçleri de görmezden gelir. Bu iddia çok yönlü ve çok katmanlı olan insan varlığını reddetmeyi gerektirir.
Bilimsel kılıflı söylem
Homoseksüel davranışın normal kabul edilmesine yönelik argümanlar arasında bu duygunun doğuştan getirildiği ve kişinin tercihi olmadığı önermesi bilimsel kılıfa sarılarak sıkça dillendirilir. Örneğin biyolojik cinsiyeti değiştirme operasyonları çoğunlukla sözü edilen içsel duygulara referansla gerekçelendirilir. Böylece biyolojik özcülük inkâr edilirken duygusal özcülük tercih edilir. Bu denklemde değiştirilemez olan tek şey hislerdir. Oysa yukarıda yer verdiğimiz değişim ameliyatları sonrası pişman olan ve biyolojik cinsiyetine geri dönmek isteyen birçok insanın varlığı eşcinsel hislerin doğuştan geldiği iddiasını yanlışlamaktadır. Ayrıca Lisa Diamond'un belirttiği gibi yapılan pek çok araştırma eşcinsel yönelimin doğuştan gelen bir durum olmadığını göstermektedir ve Diamond'un itiraf ettiği gibi aslında bu söylem toplumsal rızayı oluşturmak ve toplumun sempatisini kazanmak amacıyla eşcinsellerce uzun yıllar yaygın biçimde kullanılmaktadır.
Toplumun normlarına yönelik yapı sökümü
LGBTI yaklaşımında hislere duyulan güven ve teslimiyetin kimliği belirleyecek güce sahip olduğu alan cinsel eylem alanı olarak kabul edilirken, konu ırk ve milliyete geldiğinde hislerin belirleyiciliği gündem oluşturmaz. Örneğin bir Bangladeşli'nin doğuştan getirdiği Asyalı kökenini kendini Alman hissettiği gerekçesiyle değiştirmesi mümkün olmadığı gibi yeni kimliğinin tüm dünya tarafından kabul edilmesine yönelik talebi boş bir hayalden öteye gidemez. Bu kişinin elde edebileceği en ileri şey Bangladeş kökenli bir Alman vatandaşı olmaktan ibarettir. Bu da kişinin tercihine ve hislerinin yönelimine değil Alman devletinin ve toplumunun iznine ve kabulüne bağlıdır.
Öyleyse biyolojinin belirleyiciliğinin cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği söz konusu olduğunda iptal edilmesi talep edilirken, diğer alanlarda sürmesinin öngörüldüğü açıktır. Her ne kadar "queer" hareket ırkçılık karşıtlığını saflarına dâhil ederek gücünü artırmak istese de cinsiyete yönelik kararlı duruşun ırk bağlamında gösterilmediği açıktır. Son olarak, içsel dürtülere teslim olmuş bir anlayışın pedofili, nekrofili, zoofili, cannibalizm (yamyamlık) gibi hislerle bağlantısı güçlü olan insanlık dışı eylemlerin meşruiyetini kabul etmesi de beklenir. Bu eylemlerin kimlik olarak savunulmasının eşcinsel kimlik savunusundan ayrıştırılması hiç de kolay değildir.
Hislere dayalı LGBTI hareketi mağduriyet söyleminin eşlik ettiği bir eşitlik talebi çerçevesinde politikleşmiş ve görünür olmayı politik bir kimlik mücadelesi için gerekli görmüştür. Ancak LGBTI literatürünün ortaya koyduğu üzere bu hareket sadece hak talebinde bulunmaz, daha köktenci bir tavırla toplumun normalini ve normlarını yapı söküme uğratma çabasındadır. Bu itibarla LGBTI, politik bir iddiayla ortaya çıkan ve tüm marjinal gruplarla ittifaka açık olan politik bir harekettir.
LGBTI ideolojisini tanımak, kaynaklarına, faaliyetlerine yakından bakmak toplumun neyle karşı karşıya olduğunu anlamak açısından önemlidir. Bu hareketin savunduğu post-modern ideolojinin Türk toplumunda ne derece kabul göreceğini önümüzdeki süreç gösterecek. Şimdilik toplumun geneli tarafından kabul görmese de etkin propaganda süreçleri LGBTI ideolojisinin özellikle gençler arasında artarak benimsenmekte olduğunun işaretlerini vermektedir. Bu gelişmeye verilecek cevaplar özellikle sivil toplumun başını çektiği ve yeni söylemler oluşturularak genç kitlenin hedeflendiği çalışmaları gerektirmektedir.