Gökhan Ergür: Korku virüsten hızlı yayılır

Korku virüsten hızlı yayılır
Giriş Tarihi: 13.3.2020 12:09 Son Güncelleme: 13.3.2020 14:34
Uzayda yeni bir şehir inşa etmek elbette önemli fakat “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” buyruğuyla hareket eden insanlar yetiştirmek her şeyden daha önemli. Çin’de bugün sokaklarda yaşanan insan avının önüne geçecek güç, sahip olduğu büyük teknoloji markaları mı yoksa vicdanlar mı?

Dünya tarihi birbirinden yıkıcı ve acı hikâyelerle doludur. Avrasya'dan Batı Avrupa'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılan, tahmini olarak 50 milyon insanı öldüren Kara Veba; 1889-1890 yıllarında 1 milyon kişiyi öldüren Rus Gribi; 1918-1920 yılları arasında gerçekleşen ve tahmini olarak 20 milyon can alan İspanyol Gribi; yakın tarihlerde karşımıza çıkan SARS salgını ve Domuz Gribi de tahmini olarak 285 bin kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur.

Burada hatırlatamadığımız onlarca büyük salgın, tarih boyunca dünyanın ekonomik, sosyal ve demografik yapısını önemli ölçüde değiştirmiş; sosyal, psikolojik ve ahlaki zedelenmeye neden olmuştur. Boccaccio'nun ünlü eseri Decameron'un giriş bölümünde Kara Veba'nın dönemin insanları üzerinde oluşturduğu yıkıcı etkiyi okumak bile salgınların insan hayatını nasıl etkilediğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.

İnsanlık bir kez daha çetin bir sınavla karşı karşıya… İlk olarak geçtiğimiz aralık ayında Çin'in wuhan kentinde görülen ve "Korona virüsü" olarak adlandırılan yeni bir virüs türü kısa süre içerisinde tüm dünyanın gündemine oturdu. Yüksek ateş, kuru öksürük ve ardından da nefes darlığına yol açan bu virüs şu ana kadar dünya genelinde –bu satırların yazıldığı ana dek- 2 bin 238 kişinin ölümüne neden oldu. Her geçen gün hızlı bir şekilde artan hasta ve ölü sayısı; virüse karşı henüz net bir tedavi yönteminin olmayışı insanları büyük bir karamsarlığa ve umutsuzluğa sürüklemiş vaziyette.

Şi Cinping liderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti'nin almış olduğu sert tedbirler insanların umutsuzluğunu her geçen gün biraz daha arttırmakta. Virüsün yayılmasını önlemek ve tedavisini sağlamak için elbette ki önlemler hızlı ve net bir biçimde alınmalı fakat şu an Çin'in karantinaya alınmış bölgelerinde karşılaştığımız manzaralar tam manasıyla korkunç ve dehşet verici.

Distopik film sahneleri gibi

Yüksek ateş şüphesiyle pazar yerinde şiddet uygulanarak polisler tarafından gözaltına alınan kadınlar; enfekte oldukları düşünülen ve elleri kelepçelenerek birbirine bağlanıp şehirde teşhir edilen insanlar; yaşlı çocuk demeden askerlerin ve polislerin şüphelendikleri insanları, insan onuruna yakışmayacak bir şekilde karantina bölgelerine taşımaları Çin halkının tedavi ve rehabilite inancını gün geçtikçe zayıflatmaktadır.

Şu an Çin halkının yaşadığı ve tüm dünyanın izlediği gerçekler, başarıyla kurgulanmış distopik film sahneleri gibi. Hükümetin bazı bölgelerde almış olduğu sokağa çıkma yasağını fırsat bilen insanlar bu bölgelere gidip apartmanların kapısını kaynak makineleriyle, çelik levhalarla kapatıyor ve şüphelendikleri insanların dışarı çıkmasını engelleyerek onları ölüme terk ediyor; örgütlenen yerel milisler şüpheli gördükleri ve virüs taşıdığını düşündükleri insanları sokak ortasında vahşice öldürüyor. Huangzhou bölgesinde Korona virüsü şüphelilerini ihbar eden vatandaşlara 500 yuan, polislere ise yakaladıkları her vatandaş için 143 yuan ödül veriliyor.

Çin'deki resmi insan avına dair yayınlanan görüntüler kan dondurucu ve düşündürücü. Saatlerce oynadıkları bilgisayar oyunlarında insan öldürdükçe ödül kazanan, rütbe atlayan ve toplumsal statü sahibi olan insanlar artık ellerinde gerçek silahlarla sokaklarda. Zombilerin işgal ettiği şehirleri kurtarmak için oynadıkları bilgisayar oyunlarını gerçek hayata uygulama şansı elde etmiş vaziyetteler.

Sinema, televizyon, oyun ve hatta kitap sektörünün acıya ve şiddete karşı hissizleştirdikleri bireylerin bu kadar rahat ve acımasızca insan öldürmesi ne yazık ki psikoloji biliminin öngördüğü bir durumdu. Ve yine ne yazık ki bu korkunç tablo ilerleyen yıllarda yaşanacak kıyımların bir fragmanı. Sosyal Darwinizmin temellendirdiği yeni bir dünyaya adım atıyoruz artık.

Teknoloji markaları mı, vicdanlar mı?

Bu distopyalar cehenneminde insan canının ve duygularının hiçbir önemi yok, güçlü olan yaşayacak, zayıf olan ise kurallar gereği ölecek. Sadece kendi benliğine odaklanan ve yatırım yapan yeni nesil; bir insanı üzmenin, kırmanın, hakkına girmenin, yaralamanın ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyor, bilse bile hissedemiyor artık.

Tüm gün baktığımız renkli ekranlar bizi eğlendirip keyifli vakitler geçirmemize olanak sağladı fakat insana dair ne varsa kalbimizden söküp aldı. Kalbi olmayan insanların neler yapabileceğini de her gün televizyon ekranlarında büyük bir şaşkınlıkla izliyoruz artık. Kalbin yerine yerleştirdiğimiz ve neredeyse ilahlaştırılan teknolojik gelişmeler sahiden de bize beklediğimiz dünyayı ve imkânları sunacak mı?

Uzayda yeni bir şehir inşa etmek elbette önemlidir fakat "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" buyruğuyla hareket eden ve buna göre yaşayan insanlar yetiştirmek her şeyden daha önemlidir. Dünyanın teknoloji devlerinden biri olan Çin'de bugün sokaklarda yaşanan insan avının önüne geçecek güç, sahip oldukları büyük teknoloji markaları mı yoksa vicdanları mı? Gün sonunda vereceğimiz cevap aynı olacak; teknoloji kaybedecek, insan kazanacak.

Günümüz dünyasında korku dediğimiz şey enformasyonun artmasıyla beraber hızını ve etki alanını arttırdı. Dünyanın bir ucunda kaydedilip internette "uzaylıların dünyayı istilası" başlığıyla yayınlanan görüntüler ya da silahla okul basıp katliam yapan öğrenci haberleri "ya benim de başıma gelirse" endişesiyle hepimizi korkutmaya yetiyor ve korkular daha evrensel bir hâle dönüşüyor.

Modern insanın güvenlik arayışı

Korku artık ilk aşamada yaşanılan değil üretilen bir şey hâline geldi. Medyanın ya da hâkim söylemin arzu ettiği bir alana odaklanarak ürettiği korku bir anda tüm dünyanın gündemi hâline gelebiliyor. 11 Eylül saldırıları sonrasında medya ve siyaset aracılığıyla üretilip satılan korkunun alıcısı silah üreticileri ve İslam düşmanları olmuştu. Küçük bir adada yaşayan Hıristiyan bile başına gelmeyen ve başına gelme ihtimalinin olmadığı korkularla çevrelenerek tehdit ediliyor ve nihayetinde de risk altında olduğunu ikna olup hayatında hiç Müslüman görmese bile Müslümanlara düşman olabiliyor, yapılan Müslüman kıyımlarını alkışlayabiliyor.

Şu an Çin'de yaşanan salgın felaketinin de sadece bir salgın felaketi olmadığı çok açık. Meselenin siyasi, ekonomik ve askeri yönünü işin uzmanlarına bırakıp biraz daha ruhsal yönüne eğilecek olursak Çin üzerinden bir korku üretildiğini ve insanların yaşamış olduğu bu üzücü durumun birilerine güvenlik adı altında satıldığını ya da satılacağını söyleyebiliriz.

Frank Furedi Korku Kültürü isimli kitabında bu güvenlik saplantısıyla ilgili şunları söyler: "Güvenlik arayışı er ya da geç geri tepecek. Gerçekten de güvenlik arayışı diğer insan faaliyetlerinden daha az riskli değil. Peru'nun başkenti Lima'daki su uzmanlarının klorun risk taşıdığı düşüncesiyle şehirdeki su kuyularını klorlamaktan vazgeçmesi üzerine Güney ve Orta Amerika'da baş gösteren kolera salgınında 6 bin kişi öldü, 700 bin kişi hastalandı.

Tarih boyunca her zaman güvenliğin asıl kaynağı çeşitli yenilikler ve deneyler olmuştur. İnsan deney yaparak toplumsal ve doğal süreçlere dair kavrayışını artırdıkça yaşam daha güvenli bir hâle gelmiştir." Furedi'ye göre güvenliği artırmak için onu daha fazla istemek yetmez. Riskten kaçınmaya ve güvenliğini artırmaya çalışan kişi, sonuçta yalnızca saplantılarının arttığına tanık olur.

Post-modern dünyanın üretmiş olduğu söylem, tevekküle değil sigorta poliçelerine, ağır silahlara, panzehirlere, etkili tıbbi ilaçlara bel bağlamamızı emrediyor. Aktif bir şekilde kadere iman etmemizi değil pasif ve eylemsiz bir şekilde güvenli alanlar satın alıp o alanların içinde beklememizi istiyor. Oysa hayat başımıza gelen, maruz kaldığımız, aktif olarak risk aldığımız bir serüvendir ve garantisi yoktur.

Her şeye rağmen iyinin ve güzelin yanında olmak

Ahmed Amiş Efendi'nin "Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur" düsturuyla yola çıkmak; iyinin, kötünün, yaşamın ve ölümün hayatın bir parçası olduğunu bilmeyi ve hayatı kolaylaştırır. Aksi hâlde virüs korkusuyla eline silah alıp komşularını katleden, insanları evlerinde ölüme terk eden, kendi güvenli bölgesini oluşturmak ve korumak için tüm insani değerleri hiçe sayan bir topluluğa dönüşürüz.

Evet, büyük bir tehdit ve tehlike altında olabiliriz, şartlar beklediğimizden kötü, gelecek bir hayli karanlık olabilir fakat tüm bu endişeler bizim şerefli bir biçimde, insanca hayatı kabul etmemizin, başımıza gelen olaylarda bir anlam arayıp bu anlam ışığında kalan ömrümüzü sürdürmemizin önüne geçmemeli. Bizler insanlık mirasının temsilcileri olarak geleceğe ancak bu onurlu ve kutlu hikâyeleri bırakabiliriz. Peki, bizden geriye kalacak bu miras neden önemlidir? İhsan Fazlıoğlu hocamızın Akıllı Türk Makul Tarih kitabında naklettiği şu hikâye ile açıklayalım:

Hikâye odur ki bedevî bir gün çölde seyahat ederken, uzaktan çaresizlik içinde kendine el sallayan bir adam görmüş ve hemen devesini ona doğru sürmüş. Zavallı adam uzun günler aç ve susuz kalmanın sonucu bitap düşmüş bir hâlde, gelen bedevîye seslenmiş: "Lütfen biraz su!" Bedevî devesinden inip suyu hazırlarken, adam kendinden beklenmeyen bir çeviklikle bedevînin devesine atlamış ve hızla uzaklaşmış. Bedevî, durumu fark eder etmez dönmüş ve tüm gücüyle arkasından koşmaya başlamış. Sesini duyurabileceği bir mesafeye erişince yüksek sesle bağırmış: "Tamam! Devemi aldın, beni bu çölde bir başıma bıraktın. Varsın olsun! Ama senden rica ediyorum; bu olayı, yaşadığın müddetçe kimseye anlatma!"

Devesini, hatta canını değil de olayın başkalarına anlatılıp anlatılmamasını önemseyen bedevînin bu sözlerini duyan adam birden durmuş, geri dönmüş ve "Niçin bu olayın başkalarına anlatılmamasını bu kadar şiddetle istiyorsun; hikmeti nedir?" diye sormuş. Bedevî "İnsanlar bu olayı duyarlarsa bir daha aç ve susuz kalmış hiç kimseye yardım eli uzatmazlar da ondan!" diye cevap vermiş. Meselemiz tam olarak bu: Her şeye rağmen iyinin ve güzelin yanında olmak ve bu güzel hasletleri bir bayrak gibi her daim yukarıda tutmak.

Virüs ruha sirayet eder mi?

Çin başta olmak üzere, üretime ve teknolojiye tapan tüm devletler genel itibariyle ontolojik soruları ve korkuları bastırma, yok sayma eğilimi gösterirler. Nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, kalbi durduktan sonra olacakları kestiremeyen, dünyadaki sınırlı vaktini uzun bir yolculuk olarak gören topluluklar bu tür konu başlıklarını güncel deneyimlerle unutmaya ve uyuşturmaya çalışır. Çünkü yüzleşmek zorunda kalacakları cevaplar güvenlik ve konfor alanlarına zarar verip onları daha riskli bir sahaya çekecek ve belki de ruhlarını örseleyecektir.

Bugün insanların Korona virüsü endişesiyle bu denli agresif ve mantıksız hareket etmelerinin sebebi, ölümle ve ontolojik sorunlarıyla çarpıcı bir şekilde yüzleşmeleri oldu. Her şey sorunsuz bir şekilde yolunda giderken bir anda görmedikleri ve bilmedikleri bir virüs çıkıp insanlara ölümün hakikat olduğunu anlattı. Şayet ölümü gerçekleşmesi kesin bir son ve mukadderat olarak görürseniz bu durumu kabul edersiniz ama ölümsüzlük ve sonsuzluk düşüncesiyle dünyaya sarılırsanız ayrılışınız bir o kadar sarsıcı olur.

Sadece Çin'de değil dünyanın birçok ülkesinde insanlar kendilerini virüse karşı korumak için çeşitli tedbirler almış vaziyette. Maske takmak, toplu taşıma kullanmamaya özen göstermek, hapşıran insanlardan uzak durmak, sık sık el yıkamak gibi davranışlar bu önlemlerin başında geliyor. Bunları normal ve alınması gereken önlemler olarak adlandırabiliriz.

Fakat şunu da unutmamak gerekir bu tip salgın haberleri insanlardaki ölüm korkusunu ve hastalık kaygısını tetikler. Kimi insan psikolojik olarak bu etkilere daha fazla dayanıklıyken kimisi daha zayıftır ve kolayca patolojik sınıra kayabilir. Anksiyete bozuklukları, panik ataklar, fobiler, yeme bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluklar böyle zamanlarda ortaya çıkar ve kişinin hayata odaklanmasının, günlük rutinlerini sürdürmesinin önüne geçer ve böylece virüs değil ama virüs düşüncesi ruhlarımıza sirayet eder.

Tüm bu etkilerden kurtulmak için hayatın akışını ve anlamını iyi düşünmek, üzerinde kontrol sahibi olduğumuz ve olamadığımız alanları yeniden kontrol etmek, hastalanmamak için gerekli bilimsel tedbirleri alıp geriye kalan kısmını da yazgıya bırakmak bizleri huzura kavuşturacaktır.

BİZE ULAŞIN