Aybala Hilâl Yüksel: Herkesin distopyası kendine

Herkesin distopyası kendine
Giriş Tarihi: 12.3.2020 12:02 Son Güncelleme: 12.3.2020 12:02
Sinema toplumların ve bireylerin en güçlü duygularından, dolayısıyla korkularından besleniyor. Belki de bu sebepten karanlık gelecek tasvirleri her dönemde sinemanın ilgisini çekiyor.

Korona virüs salgınının dünya genelinde yarattığı endişe büyürken hemen herkes aynı filmden bahsediyor: Steven Soderbergh'in 2011 yılında çektiği Salgın'dan (Contagion). Gerçekten de filmdeki salgının çıkış yeri, yayılış şekli ve doğurduğu küresel paranoya mevcut durumla benzerlikler gösteriyor.

Salgınla ilgili hâlihazırda ipe sapa gelmez çok sayıda görüş üretmiş olan komplo teorisyenleri de tartışmayı köpürtmekten geri durmuyor. Olmuş, olan ve olabilecek her türlü vaka hakkında her yıl yüzlerce senaryo üreten sinema endüstrisinin zaman zaman isabet etmesini gereğinden fazla önemsek anlamlı görülmeyebilir. Yine de şu soru sorulmaya değer: Filmler kendi kehanetini gerçekleştirebilir mi?

Sinema tarihinde kehanetler ileri süren filmlerin sayısı düşündüğümüzden de fazla. Bunların içinde Hitler iktidarını 11 yıl önceden tasvir eden Dr. Caligari'nin Muayenehanesi (Das Cabinet des Dr. Caligari, 1920) ilk sırada akla geliyor. Alman dışavurumcu sinemanın klasik yapımındaki sarsıcı öngörü, temelde bir sanatçının zamanın ruhunu son derece iyi kavramasından ve eserinde bunu gerçek manasıyla yansıtmasından kaynaklanıyor. Sonuçta sinema toplumların ve bireylerin en güçlü duygularından, dolayısıyla korkularından besleniyor. Belki de bu sebepten karanlık gelecek tasvirleri her dönemde sinemanın ilgisini çekiyor.

Aydınlık ve müreffeh toplum hayalleri I. Dünya Savaşı'yla akamete uğradıktan sonra toplumda hüküm süren ümitsizlik ilk distopik filmleri ortaya çıkarıyor. Fritz Lang imzalı Dr. Mabuse, der Spieler (1922) ve Metropolis (1927) sinema tarihindeki en eski distopya örnekleri olarak kabul ediliyor. Nasıl tarihî yapımlar konu edindikleri dönemden ziyade günümüzün bakış açısına ve ihtiyaçlarına göre şekilleniyorsa, bilimkurgular ve dolayısıyla distopyalar da gelecekten ziyade yapıldıkları döneme projeksiyon tutuyor.

Blade Runner (1982), Matrix (1999), V for Vendetta (2005), Açlık Oyunları (The Hunger Games, 2012) gibi herkesçe bilinen ve hakkında çokça konuşulmuş filmleri özellikle dışarıda bıraktığımız bu distopya seçkisi, farklı on yıllarda yapılan ve sınırlı bir izleyici kitlesi tarafından takdir gören filmler üzerinden gelecekle ilgili paranoyalarımızın nasıl değiştiğini araştırıyor.

Devletin kıskacında toplum

Seksenli yıllarda -ve daha öncesinde- çekilen distopya filmlerindeki çatışmanın temelinde toplum ile devlet arasındaki uzlaşmazlık yer alıyor. Avrupa'daki diktatörler daha önce tarihe karışsa da Sovyetler Birliği'nin öyle veya böyle 1991 yılına kadar hayatta kalması totaliter rejimlere yönelik korkuyu dünya genelinde canlı tutmaya yetmiş görünüyor. Bir diktatörün ve etrafındaki belirli bir yönetici zümrenin toplum üzerinde tahakküm kurduğu, özgürlüklerin tamamen kısıtlandığı, sosyal adaletsizliğin tavan yaptığı kurgular seksenli yılların distopik anlatılarını şekillendiriyor.

Bu bağlamda George Orwell'ın eserinden, romanın atıfta bulunduğu tarihte sinemaya uyarlanan 1984 "kusursuza yakın" bir baskıcı rejimi resmediyor. Okyanusya'nın mutlak lideri Büyük Birader kitlelerin sadakatini savaş atmosferini canlı tutarak kazanıyor ve bunu korumak için herkesi her an gözetliyor. En ufak muhalefetin düşünce suçu sayıldığı ülkede düşünceyi denetlemek için dilin dönüştürülmesi, en parlak ve kötücül buluşlardan biri olarak akıllarda yer ediyor.

Yine bu dönemde yapılan filmler arasında, Terry Gilliam'ın kültleşen eseri Brazil (1985) işlevini kaybetmiş devlet aygıtlarının toplumu sürükleyebileceği kaosun en renkli anlatımlarından biri olarak öne çıkıyor. Hedef tahtasına tek bir diktatör yerine bürokrasiyi koyan film bireyin değersiz görüldüğü, hayatların sistemin dişlileri arasında kolaylıkla öğütülebileceği endişesinden besleniyor.

İnsan doğasına saldırı

Seksenlerin filmlerinde gördüğümüz toplulukların zaaflarının keşfedildiği ve bunların manipüle edilerek yönlendirildiği distopyalar sonraki süreçte belirli açılardan dönüşüyor. Doksanlara gelindiğinde artık insan doğasının totaliter rejimler karşısında er ya da geç galip geleceğine dair bir genel kabul benimsenmiş olmalı. Zira bu dönemde yapılan distopik filmlerde kitleleri sindirme veya ondan istifade etme arzusundaki zümrenin insanı insan yapanın ne olduğuna ve buna nasıl müdahale edebileceğine dair bir araştırmaya girişmesi gerekiyor. Tek bir değişkeni farklılaştırarak toplumu dönüştürme çabasından ilk nasibini alansa bellek ve duygular oluyor.

Bir suç filmi gibi başlayan ancak sonrasında seyirciyi şaşırtan Gizemli Şehir (Dark City, 1998) sıra dışı bir distopyayı betimliyor. İnsan tabiatını araştıran grup, büyük bir laboratuvarı andıran şehirde yaşayanların hafızalarını her gece yeniden yazıyor. Sadece zihinler değil mekânlar ve sosyal sınıflar yeniden kurgulandıkça en güvendiği varlığını, belleğini yitiren insanın acziyeti pekişiyor.

Hissetmenin suç sayıldığı bir toplumu resmeden Denge (Equilibrium, 2002) de farklı bir açıdan benzer yöntemi uyguluyor. Denge'de Prozac'a atıf yapan "prozium" ilacı kullanılarak insanlar duygularından "arındırılıyor" ve kolay yönetilebilir hâle getiriliyor. Başka bir açıdan bakarsak bu filmler aynı zamanda, insanın kamusal alandan çekilmeye zorlanan kırılgan taraflarının bir gün kişisel alandan da dışlanabileceği endişesini yansıtıyor.

Bu iki filmle ilgili dikkat çeken bir diğer husussa bireyin geçmiş yıllarda olduğundan daha önemli ve güçlü görünmesi. Brazil veya 1984'te asi başkahramanlar eninde sonunda sisteme boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Ancak Gizemli Şehir'de ve Denge'de bireysel başkaldırı tek başına bir devrimin fitilini ateşlemeyi başarıyor.

Kişiye özel distopya

1980'lerdeki distopyaların başrolünde toplumsal aktörler göze çarparken, 1990 ve 2000'lerde birey toplumun temsilcisi olsa da giderek ön plana çıkıyor. 2010'larda ise distopya anlatılarının odağı baştan aşağı değişiyor, artık toplumun pek de esamesi okunmuyor.

Bu dönemde hızla gelişen teknoloji sağladığı tüm kolaylıklarla birlikte, tekinsiz ve kontrolü güç bir evrenin kapılarını aralıyor. Akıllı telefonlar ve sosyal medya günlük hayatımıza entegre olurken yeni korkuları uyandırıyor. 2010 sonrasında yapılan distopik filmler genellikle insan ilişkilerindeki, aile mefhumundaki, mahremiyet algısındaki değişim; bireyin yalnızlaşması gibi konuları ve kaygıları merkezine alıyor.

Popüler dizi Black Mirror'da bin bir versiyonunu seyrettiğimiz birey odaklı distopyalarla yetinmeyen ve daha derinlikli yaklaşımlar arayan seyirciler sinemada dişe dokunur örnekler yok değil. Yunan sinemacı Yorgos Lanthimos'un The Lobster (2015) filmi bekâr olmanın yasaklandığı ve evlenmeyen kişilerin seçtikleri bir hayvana dönüştürülerek cezalandırıldığı bir yakın gelecekte geçiyor. Lanthimos'un distopyası değişen düzende ve hayatlarda aşk'ın imkânı üzerine düşündürüyor.

Bilindik anlamıyla bir distopya olmasa da karanlık bir arka plan üzerine inşa edilen Aşk (Her, 2013) ise, Siri benzeri bir sanal asistanla romantik ilişkiye başlayan bir adamın hikâyesini anlatırken aşka ve yalnızlığa dair güncel sorular soruyor. Farklı dönemlerde farklı temaları işlese de tüm bu hikâyelerin önemli bir ortak noktası var.

Distopya anlatısı yapıldığı veya yazıldığı dönemde egemen olan temayüllerin, gündelik hayat içinde kanıksanan acayipliklerin abartılarak gösterilebileceği ve tartışmaya açılabileceği zemini sağlıyor. Bir anlamda tüm distopyalar karanlık gelecekten daha endişe verici olana bakmaya davet ediyor, bugüne.

BİZE ULAŞIN