İnsan bir kez var olunca davranışlarına hâkim olan en güçlü saik, varlığını yitirme endişesidir. İbn Arabi bu endişenin yaşama sevgisini perdelediğini söylerken İbn Tufeyl benlik fikrimizin ölümlülüğü fark etmekle başladığına dikkatimizi çeker. Manas destanında kahramanın hâli şöyle anlatılır: "Ok saplandı ona, kanı döküldü ve Tanrı olmadığını fark etti."
İnsan olmak ölümlü olmak demek, düşünmek ise ölümlü varlığımızın anlamını bulmaktır. Sadece biz değiliz ölümlü; var olduğumuz evren ve onun içindeki her şey de ölümlüdür. Her şeyin bir eceli vardır, her şey zamana doğru yaşar, her şey bir ecelde biter. Dünyaya "kevn ve fesat âlemi" denilir: Kevn yani olanoluşan ve fesat yani bozulan âlemde "olarak-bozularak" ölüme doğru gideriz.
Dünyada bir şey olurken öteki bozulur, bozulan da başkalaşarak başka bir şeyin maddesi olur. Fiziğin kuralları geçerli: alemde israf yok! Aynı anlamda olmak üzere dünyaya "tebeddülat ve tahavvülat dünyası" denilir. Tebeddül değişmek, tahavvül ise olan ve bozulana göre vakıaya daha mutabık bir terimleştirme: Şeyler başkalaşarak ve dönüşerek birbirine kavuşan bir varlık zincirini teşkil ederler.
Filozoflar dikkatimizi dünyaya çekerek insanın varlığını buradan hareketle keşfetmek istemişlerdir. Din ise dikkatimizi daha çok insana odaklayarak dünyaya ve evrene dair merakımızı dolaylı hâle getirmiş ve ikincilleştirmiştir. Dünyanın ikincilleştirilmesi onun insan var oluşunun menzillerinden sadece biri olmasına dayanır.
Dünya köprüdür, bina inşa edilmez
Biz dünyada yaşarız, orada ölürüz lakin kelimenin hakiki anlamıyla "dünyalı" değiliz. Dünya açıklayamadığımız bir yerde var iken kendisine intikal ettiğimiz –mesela cennetten kovulmak neticesinde-, ardından kalıcı yurda göçeceğimiz ara duraktır. Bu itibarla dünya, ilk var oluşumuz ile nihai yurdumuz arasındaki köprüdür ve köprüde bina inşa edilmez.
Dinî düşüncede âlem-dünya hakkında iki temel kavram konuşulur: Âlem Tanrı'nın zorunlu varlığının mukabilinde mümkün varlıktır. İmkân veya mümkün, varlığı imkân ve ihtimal olan demek iken Tanrı tarafından varlık alanına taşınmış olmayı anlatır. Bu itibarla imkân terimi dünyanın varlığını Tanrı ile düşünmek demektir. Âlem mümkün ise Tanrı zorunlulukla var olduğu için mümkündür.
Buna mukabil ikinci tabir 'hâdis' (zamanda var olan, zamanlı) tabiridir. Dünya hadis varlıktır ve 'hüdûs' onun ve içindeki her şeyin ayrılmaz niteliğidir. Kelam geleneklerinde dünyadan söz etmek daha çok hadis olmasından söz etmek demektir. Hadis zamanda var olan anlamına gelerek kadim Tanrı'nın mukabili olarak bize ölümlülüğü hatırlatır. Bu itibarla 'zorunlu-mümkün' ve 'kadim-hadis' kavram çiftleri dünya ile onu var edenin ilişkilerini anlatmada dinî düşüncede anlamını bulmuş temel kavram çiftleridir.
Âlemin hadis oluşunu savunan kelamcılar bu terimle önce 'mebde' (başlangıç) kısmını izah ederken sonlu oluşunu yine aynı terimden çıkartırlar. O zaman dünyanın ölümlü olması, onun hadis olmasının istilzam ettiği neticedir. Başka bir ifadeyle yaratılmış olmak, yok olacak olmak demektir. Allah bizi ve âlemi yarattı, gün gelecek yok edecektir. Yaratmak anlamındaki birçok ilahi isim aynı zamanda ölümlülüğümüzü ima eder.
Gaye gerçekleşmişse kıyamet neyimize
Geçmiş zamanlarda yaşamış biri bir an için dirilse ve ona dünyanın hâlâ devam ettiğini söylesek ne derdi acaba? Büyük bir hayret ve korku içinde "Bu köhne konak hâlâ devam mı ediyor?" derdi. Çünkü bütün nesiller kıyamete çok yakın bakmışlardır. Kıyametin vaktini bilemeyeceğiz, lakin alametleri söylendi. Alametler arasında ilginç olanı ise Hz. Peygamber'in gönderilmesinin kıyamet alameti sayılmasıdır.
Hz. Peygamber "ahir zaman nebisi" olarak nitelenince, kıyamete bir tarih kondu; kopacağı vakti değil, kopmaya başladığı vakti onunla bildik. Hadislerde ve dinî metinlerde öyle bir kıyamet tasavvuru işlenir ki neredeyse "eli kulağında" diyebileceğimiz bir durum söz konusudur. Hemen bütün nesillerin zihnine yerleşen "koptu kopacak" şeklindeki bilinç, hayatın daha iyi tanzimine katkı sağladığı gibi insan hüznünün ve korkusunun sebebidir. Hazcılık bile ölüm endişesinden kaçmaktan başka nedir ki?
Ölümü düşünmek, bilhassa dünyanın ölümünü düşünmek, insanda zorunlu olarak sükûnet, endişe, hırsta gevşeme, yavaşlama hâli ortaya çıkartır. Bu nedenle her nesil kendini son nesil kabul etmiş olmalıdır. Galiba bu çağdaki insanlar da öyledir: 'Ahir zaman' ümmeti olmanın istilzam ettiği tabii bir durumdur bu. Üstelik sadece Müslümanlar değil! Yahudiler, Hıristiyanlar gibi dinlerde de benzer bir telakki bulunabilir.
Yahudiler bu konuda en güçlü tarih bilincine sahip millettir. Öyle ki onlar dünyanın tarihini tespit ettikleri kadar kıyamete de tarih biçebilirler veya kendilerinin dışındaki dinlere ömür biçebilirler. Müslümanlar kendilerini 'ahir zaman' ümmeti saysa bile, onlar bunu kabul etmemiştir. Bu meyanda ilginç bir örneği ilk müfessirlerden Mukatil b. Süleyman aktarır: Huruf-ı mukatta içeren sureler gelmeye başlayınca Yahudiler ebcet hesabıyla İslam'a ömür biçer ve "bu dinin geleceği yok, ömrü yetmiş yıldır" derler.
Müslümanlar bu sözlerden bir şey anlamayıp Hz. Peygamber'e "Yahudiler böyle diyor" dediklerinde, Hz. Peygamber "beklesinler, arkası gelecek" mealinde bir söz söylemiştir. Başka ayetler gelince Yahudiler İslam'ın ömrünün 256 sene olabileceğini söylemişler. Müslümanlar tekrar Hz. Peygamber'e döndüklerinde Hz. Peygamber "arkası gelecek" demiş. Yeni gelen ayetlerle Yahudiler İslam'ın ömrünü 570 seneye çıkartmışlar. Demek ki insanlar dünya ve içindekilerin ömrünü merak ediyor, bunu hesap edebilecek –doğru veya yanlış- bir yöntemi de biliyorlar.
Müslüman düşünürler arasında İbn Arabi ve Konevi gibi metafizikçiler de kıyametin yakın olabileceğini düşünenlerdendir. Konevi Vasiyetname'sinde Mehdi'nin gelme vaktinin yaklaşmasından söz ederken talebelerine ona selamını iletmelerini söyler. İbn Arabi de kıyamet vaktine yakın olduğumuzu düşünür. Onun yaklaşımı daha teoriktir. Bir yandan gök bilimi ve felekler anlayışı öte yandan İslam ümmetinin son ümmet olması gibi konular onun bakış açısını şekillendirmiş olmalıdır.
Er veya geç kıyamet kopacak, dünya ve içindeki her şey ölecektir, bunda tereddüt yok. Fakat İslam'ın zaman telakkisi kıyametle ilgili ciddi bir teori oluşturmaya imkân vermez. Bunun temel nedeni İslam'ın tamamlanmış" olmasıyla ilgilidir: hem tebliği hem tatbiki ve yorumu bakımından tamamlanmış bir din geriye hayati bir mesele bırakmamıştır.
"Melekut iktidarı" inşa etmek
Bu tavrı öteki dinlerle karşılaştırırsak sonuca gidebiliriz: Her şeyden önce Hz. İsa'nın gelişi maksadına ermiş bir gelme değildi. Hz. İsa havarilerden birinin ihanetiyle çarmıha gerilmiş, sonra göğe çekilmişti. Onun ikinci gelişi birinci gelişindeki gayenin gerçekleştirilmesi için gereklidir. Yahudiler için de benzer durum söz konusudur. Ahir zamanda bir "melekut iktidarı" inşa etmek dinlerin tarihteki başarısızlıklarının bir neticesidir.
Başka bir anlatımla dinî gruplar gelecek teorisini geçmişin kazasını yapmak ve oradaki eksikleri telafi etmek üzere tasarlarlar. Bu bakımdan İslam öteki dinlerden temelde ayrışır: Her şeyden önce İslam kelimenin hakiki anlamıyla tebliğin ikmal edildiği süreç yaşamıştır. Nasr suresinde beyan edilen "Allah'ın yardımı ve fetih gelince" ayeti İslam için maksadın tahakkuk etmesi demekti. İnsanlık en iyiyi görmüş, hakikat tahakkuk etmiş, belli bir zaman ve mekan dâhilinde ete kemiğe bürünmüş idi.
Hıristiyanlık tabiriyle "melekut iktidarı" tesis edilmişti. Müslümanlar daha sonra bu dönemi "Asr-ı Saadet" diye isimlendirmiş, onu referans asrı kabul etmişlerdi. Bu nedenle "melekut iktidarı" için tarih beklemek İslam'ın ana akım geleneğinde anlamsızdır. İslam Hz. Peygamber'in yirmi küsür yıllık tebliğinin neticesinde maksadına ulaşmıştı.
Bu meyanda iki ifadeyi hatırlamak gerekir: Birincisi Hz. Peygamber'in "Bugün zaman başladığı ana döndü" anlamındaki hadis-i şerifidir. Müslüman düşünürler bu hadis üzerinde yeterince düşünmemiş, buradan hareketle İslam ve öteki dinler arasındaki ayrımları fark etmemişlerdir. Vakıa bu hadis, Müslümanlığı öteki dinlerden ayrıştıran önemli konulara işaret eder.
İbn Arabi hadis üzerinde kısmen durarak zamanın Hz. Peygamber'e doğru akış seyrini yorumlamıştır: Zaman döngüsel hareketle varlığın gayesine doğru akar. Gaye Hz. Peygamber'dir ve onunla birlikte maksat da gerçekleşmiş, iş başladığı ana dönmüştür. Zaman Hz. Peygamber ile birlikte başladığı ana dönmüşse (büyük daire tamamlanmışsa) büyük çevrim tamamlanmış, kıyametin kopması da başlamış demektir. Hz. Peygamber'in ahir zaman peygamberi olması tam da bu demektir.
"En iyi zaman gelecek olandır"
İkinci hatırlanması gereken ifade ise bir ayet-i kerimedir: Ayet-i kerimede; "Bugün size dininiz ikmal edildi" denilir. Buradan hareketle İslam tebliğinin gayesine erdiğini hatırlamak gerekir. İslam herhangi bir şeyi kıyamete veya sonraki çağa havale etmiş değildir. Hz. Peygamber'den sonra gelecek birisi de onun eksik bıraktığını ikmal edecek veya onun kadar değerli bir şeyi yapacak değildir (Nitekim Hıristiyanlıkta yarım kalanı bizzat Hz. İsa gelerek ikmal edecektir).
Müslümanlık gelecek zamandaki bir döneme özel önem atfedebilecek veya o asırdaki nesillere özel misyon yükleyecek teolojik gerekçelere sahip değildir. Başka bir anlatımla müstakbel nesillerin sırtında daha önceki zamanlardan tevarüs edilen bir borç veya telafi edecekleri eksiklik yoktur. Her zaman ve her nesil kendi defterini kendisi dürecek, kendi hesabını kendi görecektir: "Hiç kimse başkasının yükünü taşımaz."
Müslüman düşünce ekollerinde istikballe ilgili idealist bir yoruma sahip olanlar Şiilerdir. Bu meyanda Şiilikteki Mehdi inancı kıyametle ilgilidir ve Hıristiyanlıktakine benzer öğelere dayanır. Şiiler arasında Mehdi inancı süregelen nübüvvet teorisinin parçasıdır. Bu meyanda Mehdi inancını tahkim eden ana saik – Hıristiyanlıktaki örneğine benzer şekilde- nübüvvetin maksadında eksik noktadır. Nübüvvet tebliği cihetiyle tamamlanmış olsa bile tatbiki ve yorumu bakımından eksik kalmıştır: İmam Mehdi bunu ikmal etmek üzere gelecek, ona hizmet etmek ve ona asker olmak herkesin görevidir.
Bu itibarla Şii tarih anlayışı idealist bir bakış açısıyla dikkatimizi geleceğe yöneltmek üzere kuruludur: "En iyi zaman gelecek olandır." Onlara göre Sünniliğin din telakkisi fırsatçı ve pragmatist gerçekçilik üzerine kuruludur. Sünniler hayatın gerçeklerine dikkatlerini vermekle dinin hakikatini ihmal etmişlerdir. Ehl-i beyt geleneğinin temsil ettiği dinî yorumu Mehdi ikmal ettiğinde zaman gayesine ermiş olacaktır.
İçeriği boşaltılmış bir Mehdi inancı
Sünni düşünce Şiilikle kıyaslanınca olabildiğince gerçekçi, bireysel dindarlığı esas alan "metin merkezci" dindarlıktır. Nübüvvetin ardından hiç kimse veya cemaat bireyin dindarlığına fazladan anlam katabilecek kadar mühim değildir. Hiçbir Sünni başka birisi için yaşama idealini Müslümanlığın ikmali için gerekli göremez. Mehdi ile ilgili Sünni gelenekte bazı düşünceler yer alsa bile bunlar Şiilikle karşılaştırıldığında "içeriği boşaltılmış" bir Mehdi inancını anlatır.
Bir Şii, Sünnilikte Mehdi inancının niçin yer aldığını hiç anlamayabilir: Tamamlanmış bir dinî hayatta Mehdi neyi ikmal edecektir ki? Biz bu konuda Sünniliğin pragmatik tavrını takip edebiliriz: Sünnilik karşılaştığı düşünceleri bazen reddeder, bazen onlarla çatışır, bazense muhtevasını değiştirerek kendine taşır. Bu meyanda dikkatimizi çekebilecek iki örnek Hz. İsa ile Mehdi'nin gelmesiyle ilgili düşüncelerdir. Bunlar İslam kaynaklarında mutlak bir kesinlikle olmasa bile zikredilen konulardır.
Birçok hadiste Mehdi'den söz edilir, ona mukabil Deccal'den de söz edilir vs. Hz. İsa'nın gelişinden söz eden hadisler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Sünnilik bütün bu rivayetleri kabul eder, fakat bunlardan bir inanç çıkartmaz: Sünnilik için gelecek bile olsalar Hz. İsa ve Mehdi kendilerine yüklenen görevleri taşımazlar. Onlar da İslam ümmetinin iki ferdi olarak gelecek, Hz. Peygamber'in şeriatına tabi olacaklardır. Mehdi'nin veya Hz. İsa'nın yapabileceği geçmişte ihmal edilmiş bir şey yoktur: Asr-ı saadet tahakkuk etmiştir, maksat gerçekleşmiştir.
Bununla birlikte metafizikçi düşünürlerin bir iddiasını hatırlamak Müslüman düşüncenin dünyanın ve insanın ölümü hakkındaki yaklaşımlarını hatırlamak için gereklidir. İbn Arabi dünyayı insanın geçici bir evi olarak düşünürken "insan ile dünya anlamını bulur" der. Bunun ardından "insanın dünyadan göçmesiyle birlikte dünya da anlamını yitirecek ve kıyamet kopacaktır" der.
İşin bu bölümü dinî düşüncenin ruhunu anlamada belirleyicidir: Yeryüzü yok olacağı veya yaşama imkânı kaybolacağı için insanın nesli tükenmeyecektir. Tam aksine insan yok olduğunda dünya yok olacaktır. O zaman şöyle diyebiliriz: Dünyanın kıyameti insanın ölümü demektir.