Kemal Sayar: Geleneksel ve modern arasında tıp

Geleneksel ve modern arasında tıp
Giriş Tarihi: 18.2.2020 10:05 Son Güncelleme: 18.2.2020 10:05
Anlam meselesi, tıbbın temel rükünlerinden birisi olarak kabul görmüyor, bu da tıbbı insansızlaştırıyor. Bu insansızlaştırıcı ethos, hastane ve kliniklerde, mustarip kişinin yalnızca bir müşteri veya bir tüketici olarak algılanmasına yol açıyor.

Modern tıp enfeksiyon hastalıklarının tedavisi ve ortalama insan ömrünün uzatılmasında, gözle görülür başarılara imza attı ancak yine de kronik bazı hastalıkların çözümü konusunda bir arpa boyu kadar mesafe kat edebilmiş durumda. İnsanlar, modern tıbbın bütün gelişmiş teknik imkânlarına rağmen alternatif tedavilerden ve geleneksel tıbbi anlayışlardan medet ummaya devam ediyor. Şifalı otlar ve geleneksel yöntemler, tarihin bu diliminde, hiç olmadığı kadar revaçta. Bütün bunların berisinde modern tıpla ilgili genel bir memnuniyetsizlik yatıyor.

Tıbbın bürokratikleşmesi ve hasta hekim ilişkisinin yerini teknolojik tıbbın almasıyla birlikte, sağlık arayışının insani özünü kaybediyoruz. Her hasta bir muayene görüşmesinde anlaşılmak ister: Derdinin ve anlam dünyasının kendi bağlamı içinde değerlendirilebilmesini ve yaşadığı sıkıntıya onun aklına yatan bir açıklama getirilebilmesini talep eder. Hekim ve hasta arasındaki insani bağ zayıfladıkça tıbbi muayene hızlı bir semptom taramasına, hasta hekim ilişkisi de mekanik bir işleme indirgeniyor. Stefan Zweig, 20'nci yüzyılın ilk çeyreğinde tanık olduğu değişikliklere ilişkin yorumlarında, "Artık bir marazdan söz edildiğinde insana bir bütün olarak ne olduğundan değil, onun organlarına ne olduğundan söz edilmiş oluyor" demişti.

İlginç bir veri; ABD'de bir hastanın hekime ilk muayenesinde, sözü kesilmeden konuşabildiği ortalama süre, yirmi üç saniye. Her insan biriciktir ve kendine mahsus bir yaşam öyküsüne sahiptir. İnsanı kendi bağlamından, anlam dünyasından ve biricikliğinden ayırarak onu bir dizi organdan ibaret bir varlığa indirgemek sağlık hizmetlerinden duyulan memnuniyetsizliği arttırıyor. İnsanlar bir yandan modern tıp hizmeti alırken, öte yandan geleneksel tıbba yönelmekte bir beis görmüyor. Ruh ve beden ayrımı üzerine temellenen Kartezyen modern tıp, bugün ruh ve bedenin birbirinin ayrılamaz parçaları ve ancak birlikte bir bütün olduğu düşüncesinin geçerliği olduğu günümüzde, pek çok rahatsızlığa bütüncül bir açıklama getiremiyor. Açıklanamayan şey gizemli bir hüviyete bürünüyor. Bu açık kapıdan giren kimi sansasyonel yaklaşımlar, işi aşı karşıtlığı gibi fevkalade irrasyonel tutumlara kadar vardırabiliyor.

Sağlıklı yaşamak artık bir ideoloji

Modern eğilimlerimizden biri, sağlıklı yaşamın keskin bir ideolojiye dönüştürülmesi. Cazip bir fikirler ve inançlar bütünü sunan bu ideoloji, bedenlerini ihmal eden insanları tembel, güçsüz veya iradesiz olmakla suçlar. Bu ideolojiye ayak uyduramamak artık bir hastalık belirtisidir. Obezlik söz gelimi "ölüm için bir reklam panosu" olarak algılanır. Sağlıklı hayatın vazgeçilmez bir rüknü, kendini spor salonlarına teslim etmektir. Zihin ve beden artık birer ekonomik kaynaktır. Sağlıklı yaşam dayatması modern birey için artık ahlaki bir ödevdir. Yaşamak için yapmaya mecbur olduğumuz bir şey, hayatlarımıza yön veren yeni bir buyruktur.

Alenka Zupancic şöyle yazar: "Olumsuzluk, eksiklik, tatminsizlik, mutsuzluk gittikçe daha fazla ahlaki kusurlar olarak, daha da beteri tam da varlığımız veya çıplak hayat düzeyindeki bir bozulma olarak görülmektedir. Biyo-ahlak olarak adlandırabileceğimiz şeyin (ve de duygu ve heyecanlara dayalı bir ahlakın) çarpıcı bir yükselişi söz konusudur ki bu da, şu temel aksiyomu savunan bir ahlaktır: Kendini iyi hisseden (ve mutlu olan) kişi, iyi bir kişidir; kendini kötü hisseden kişi ise kötü bir kişidir."

Diyet endüstrisi, hayatlarımızdaki anlam boşluğunu dolduran bir başarı arayışından besleniyor. İyi olduğunu ancak bedenine bakarak anlayabilirsin! Nasıl beslenmemiz gerektiğini artık uzmanlardan öğreniyoruz. Öyle ki bize ne yiyip neyi yemememiz gerektiğini söyleyen kimi uzmanlar artık guru muamelesi görüyor. Bir sofraya oturduğumuzda o sofranın bize getireceği sohbetin lezzeti değil, tüketeceğimiz gıdanın yağ ve kalori miktarını aklımıza getiriyoruz. Bedenlerimizi geliştirerek kişiliğimizi de daha iyi kılabileceğimiz gibi bir yanılsamaya sahibiz. Beden üzerinde kendini gerçekleştirme günümüzde neredeyse bir mecburiyet. "İnsan ne yerse odur" diyen yeni Epikürcülük, insanın sadece yediği şeyle belirlenmediğini, yediği şeyi düşündüğünü de varsayar.

"Hastalığın özünde de ahlak vardır"

Hayat/canlılık, sanıldığının aksine evrende çok sık rastlanan bir olgu değil. Modern bilim ve felsefe henüz "canlı olma"nın ayırt edici özellikleri konusunda bir uzlaşmaya varamamış olsa da, özünü muhafaza eden temel birimlerini kopyalayabilmek, yayılabilmek, çoklu organize bir bütünlüğe sahip olmak, tepki verebilmek ve evrimleşebilmek canlılığın tüm formları için temel unsurlar olarak kabul ediliyor. Hayat, entropinin-ifsadın yıkımına bir müddet bile olsa direnebilen istisnai bir senfoni, kendi başına bir kevn mucizesi adeta. Modern insanın çimentolaşmış eğitimli havsalası için, durup üzerinde düşünülecek bir mevzu olmasa da, hayatın, geleneğin bilgelerini sıtmalı ve hummalı bir vecd içinde çokca düşünmeye sevk ettiğini biliyoruz.

Bilinen tüm irfani geleneklerde "can"ın mukaddes kabul edilmesinin asli nedeni, onun insanı acz içinde bırakan bu mucizevi niteliğidir; canlı olan, ilahî bir nefhayı, özel bir iradeyi içinde taşır. Bu yüzden hiçbir can incitilmemelidir ve incinmiş olan her can, bir şekilde tedavi edilmelidir. Alvarlı Efe'nin sözleriyle, "Karıncanın dahî hâlin gözet dehre Süleymân ol/ Felekde hâsılı insan isen, bir cânı incitme." Hekimlik, böylesi bir deontolojinin terbiye ettiği bir meslektir. Bu, evvelinde de böyle idi, hâlen de böyledir. İnsanlık, ne tür köklü değişimlere uğramış olursa olsun, bu iman esası, bir tohum içinde masuniyetini muhafaza edebildi. Ivan Illich "Suç ve günahta olduğu gibi hastalığın özünde de ahlak vardır" diyordu ünlü Sağlığın Gaspı adlı eserinde.

Geleneksel İslam tıbbının da çokça faydalandığı ve referans verdiği Galen (Calinus), tıbbın insanlığa Allah tarafından ilham edilmesi nedeniyle aynı ilâhî kaynağa bağlı olan felsefe ile eş olduğunu söylüyordu. Galen'in ve Hipokrat'ın da üyesi olduğu Kos (İstanköy) adasındaki Asklepios'un kurduğu lonca, Ortaçağ'da bile hekimlerin bağlılıklarını sundukları bir mesleki inisiyasyon mercii olma niteliğini koruyordu. Hekimler her zaman bir yönüyle, manevi olanla bağlarını koparıp atmayan bir meslek grubu oldu. Hekim kelimesinin etimolojisindeki "hikmet" bağı gölgesini hiç esirgemedi.

Hekimlik, manevi olana bağlı olmaktır

Kendi yaralanmazlığımız üzerine dünyayı bilme biçimimizi inşa etmişken, hasta olmakla bu dünyanın kırılganlığını, fâniliğini, geçiciliğini hissederiz. Bu manada hastalığın daha geleneksel kültürlerde insana verilmiş bir imkân olduğunu değerlendiren yaklaşım bana çok anlamlı geliyor. Sufiler, hasta olmayan insanlar için, "Tanrı seni unuttu" derlermiş. Hastalık tecrübesinin içinden geçen insanlar, empati duyguları daha gelişmiş, etraflarında olup bitenleri daha iyi anlayabilen ve başka insanların yoksunluk hâllerini çok daha iyi değerlendirebilen insanlardır. "Hekimden sorma çekenden sor" deriz.

Ancak kapitalizm, katı olan her değeri buharlaştırdığı gibi, bizim mesleğimizin de iklimini değiştirdi maalesef. "Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin hâlelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi" demişti Marx. İnsan ne badireler geçirdi bunun üzerine; önce modernizm ilerlemeyi, sağlıklılığı, bilgiyi mutlaklaştırdı ve sonra postmodernizm kayıp ve kaygılı bireylere uzmanların sultasını dayattı. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki doktorun özlü ifadesiyle "Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır." Nasıl ki Mısırlı bir Firavunu öldüren tüberküloz değil üzerindeki lanet idiyse, insanı sağaltan şaman da bir hastanın nevrozunu/psikozunu değil, cinlerini uzaklaştırırdı.

Kabul etmek gerekir ki her çağ kendi hastalıklarını icat eder; her anlamda. Illich, "Tıp, sosyal bir durum olarak daima hastalık yaratır. Saygı duyulan hekim, bireylere hastalık rolü yapmak için sosyal olanaklar sağlar. Her kültürün kendine özgü, karakteristik bir hastalık anlayışı ve buna karşılık, benzeri olmayan bir hijyenik maskeleme sistemi vardır. Hastalık karakterini aktörlere mevcut rollerden birini veren hekimden alır. İnsanları meşru olarak hasta etmek, uygulanan önlemin zehirleyici potansiyeli kadar hekimin de gücüne bağlıdır. Tıp adamı zehirlere ve büyülere hükmeder. Yunanlıların 'ilaç' için kullandıkları tek sözcük -pharmakon- tedavi edici güç ile öldürücü güç arasında ayrım içermez. Tıp, ahlaki bir iştir ve bu nedenle, kaçınılmaz olarak iyinin ve kötünün içeriğini belirler. Tıp, her toplumda, yasalar ve din gibi, neyin normal, uygun ya da arzu edilir olduğunu belirler" sözüyle tıbbı töhmet altına sokar; 'iatrojenez' sağlığı, toplumu, simgesel düzeni tıbbileştirmiştir.

En köklü buhran: Anlam sorunu

Tabibin eli, yara azdırır. İyileştirici tarafından neden olunan hastalık manasında kullanılan bu terim (iatrojenez), yalnızca antibiyotik kullanımı veya kemoterapi nedeniyle direncin azalmasını değil, kederin antidepresanlara tevdi edilmesi, doğum ve ölümün hastanede gerçekleşmesi, sağlığın sektörleşmesi, ilaç endüstrisinin azmanlaşması gibi durumları ve ayrıca hastalık- ölümle baş edememe, her yaşamsal eyleme plastik bir sağlıklılık, dirim, gençlik kaygısının eşlik etmesini ifade ediyor. Hasta hekim karşılaşmasının memnuniyet üretmediği her durum kronik hastalıklar hanesine yazılmaya adaydır. Anlama ve anlaşılma olmaksızın, hasta ve hekim arasında gerçek bir buluşma gerçekleşmeksizin şifa başlamaz.

Zamanın oku her birimizi yaralar ve artık zehirliyor da. Günümüz insanı çok kaygılı. Çünkü kendini istinat edeceği bir yer yok. Aidiyet problemi günümüz insanını âdeta kasıp kavuruyor. Onu köksüz bırakıyor ve insanlar aidiyetlerinin olmadığı bu dünyada, fevkalade yalnız, fevkalade endişeli, geleceklerinden bîhaber bir şekilde hissediyorlar kendilerini. İnsanlar piyasa denen bu umacı yüzünden, yarın işlerinden olup olmayacaklarını, ailelerini koruyup koruyamayacaklarını, çocuklarını güvenilir bir ortamda büyütüp büyütemeyeceklerini tam olarak bilemiyorlar. Bütün dünyadaki istatistikler ruh sağlığı bozukluklarının giderek arttığını, neredeyse 20-30 yıl öncesine göre iki katına çıktığını gösteriyor.

Modern sonrası zamanlarda insanların en köklü buhranı, anlam sorunundan neşet ediyor. "Hoşça bak zatına, kim zübde-i âlemsin sen" diyebilmemiz lazım. Temelde ruh sağlığının hayatı sorgulayabilmekle, hayat hakkında soru sorabilmekle başladığını düşünüyorum. Kierkegaard'ın meşhur bir sözü vardır: "Yola çıkmak kaygıyı çoğaltmaktır; yola çıkmamaksa kendini kaybetmektir ve en üst anlamıyla yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır" der. Limandayken yelkenliniz emniyet içinde olsa da bir yelkenlinin inşasındaki gaye bu değildir. İnsanın "olmak cesaretini" gösterebilmesi, yola çıkabilmesi, kendi eksiklikleriyle yüzleşebilmesi, ruh sağlığının en önemli bileşenlerinden biridir.

Doktorun dinleme kabiliyeti

Tıp pratiğinin modern teknolojiye giderek daha fazla yaslanmasını eleştirenler, tıbbın bilim ve teknoloji yönüne çok fazla vurgu yapılmasının sanat yönünü gölgede bıraktığını dile getiriyor. Hekim ve hasta arasındaki ilişki ciddi aşınmaya uğramış durumda. Tıbbın hiçbir dalında psikiyatride olduğu kadar bir hastalığın gidişatı doktor-hasta arasındaki duyarlı ilişkiden etkilenmiyor. Yüzlerce çalışma bize psikiyatride doktorhasta ilişkisindeki gücün başarılı terapötik sonuçların en önemli belirleyicisi olduğunu gösteriyor. Eğer psikiyatrist hastasına içten bir ilgi gösteriyorsa, bu durum konumundan, görünümünden, şöhretinden, klinik deneyiminden, eğitiminden ve teknik veya kuramsal bilgisinden çok daha önemli bir hâle geliyor.

Psikiyatristin bildiği tüm kuramlar, teknikler ve vaka örnekleri, psikiyatristin hastanın kim olduğunu, onun sorunlarının temelinde yatan etkenleri anlayabilmesi için asla yeterli olamıyor. Jung'un söylediği üzere "Yarası olmayan şifacı olamaz çünkü gerçek iyileştirici güç yaranın kendisinden gelir (…) Yalnızca yaralanmış hekimler iyi edebilir. Ama doktor kendi karakterini bir çelik yelek gibi giyinirse, işte o zaman hiç etkisi yoktur." Tek başına hiçbir ilaç iyi bir doktorun klinik uzmanlığının yerini tutamaz. Ruhsal hastalığın tıbbi ve psikolojik cephelerini anlayabilen bir doktorun nezaket ve ilgisi, sadece ilaçlarla temin edilemez. Hiçbir ilaç tek başına iyi bir doktorun, başlarına ne geldiğini anlamaya çalışan hastaların korku ve ümitsizliğini dinleme kabiliyetinin yerini tutamaz.

Bir hastam yeni bir depresif epizoda girdiği zaman daha önce kullandığı ilaca yeniden başladığını fakat bu ilacın bu kez kendisine tesir etmediğini söylüyordu. "İlaç, sizin yazdığınız günkü kadar tesir etmedi; galiba bu ilacı sizin yazmanız ve en çok da beni dinledikten sonra yazmanız çok önemliydi" demişti. Hekim öncelikle ıstırabı tanımalı, diğer kişinin neyi kaybedebileceğini bilmek ve yaşamakla, bakım veren kişi de ıstırabı ahlaki bir yaşantı olarak paylaşır. Hâlden biliş ve kader arkadaşlığı, dünya üzerinden giderek siliniyor. Artık benlik değişiyor, kendimizi ve başkalarını nasıl gördüğümüz gerçeği de geleneksele göre farklılaşıyor. İnsanların arasındaki bağ ve yakınlık zayıflıyor. Doktorlar ve hastaların ilişkisi salt bir uzmanlık alanına, teknik bir tahakküme ve reçete yazma işlemine dönüşüyor. Zamanımızın kültürü mesleki ilişkileri mesafeli ve denetlenebilir kılma amacıyla bürokrasiye boğuyor.

Istırabı yok sayan bir tıp anlayışı

Tıbbın musluk tamirciliğine benzemediğini görmeliyiz; bize başvuran insanlarla anlamlı bir iletişim geliştirmezsek, yaptığımız işin tamircilikten farkı kalmaz. Hastalık toplumsal bir hadisedir. Onun verdiği ıstırabın arkasında bir insan, bir aile, bir iç dünya vardır. Istırabı yok sayan bir tıp anlayışı, tıbbı bir şefkat mesleği olmaktan alıkoyuyor. Şefkat, hemhal oluşla mümkündür. Hekimler günümüz modern tıbbında hastalığın nasıl yaşandığı, kişinin sadece bedensel değil ama anlam sağlığını da nasıl etkilediği konusunda pek az fikir yürütüyorlar. Anlam meselesi, tıbbın temel rükünlerinden birisi olarak kabul görmüyor, bu da tıbbı insansızlaştırıyor. Bu insansızlaştırıcı ethos, hastane ve kliniklerde, mustarip kişinin yalnızca bir müşteri veya bir tüketici olarak algılanmasına yol açıyor.

İnsan sembol üreten bir varlık, her şeyde psikolojik bir anlam var. Anlam bulduğumuz yerde beynimiz kendi doğal eczanesini harekete geçirerek bizi rahatlatabiliyor. Plasebo cevabı tıbbın en ilginç konularından biri. Bir hasta kendisine iyi geleceğine inanarak bir ilacı aldığında o ilaçtan daha fazla yarar görüyor. Hatta ilaç niyetine aldığı şey, ilaç içeriği taşımasa bile, kişi onun ilaç olmadığını bilmiyor ve ilaç zannediyorsa işe yarıyor. Plasebo (ilaç olmayan) ağrı kesicileri kullanan insanların ağrısı azalıyor. Bu da iyileşecekleri beklentisinin beyinlerinden saldığı endorfin adlı rahatlatıcı maddeler yüzünden. Hatta güçlü ağrı kesici olduğu bilinen ilaçlar, çoğu zaman yarattıkları beklenti yüzünden etkili, yani o ilacı aldığınızı bilmezseniz ağrınız dinmiyor.

Sağlıklı olmak da, diğer manevi değerler gibi pratikleriyle değil, gayeleriyle tanımlanmalıdır. Sağlık bu minvalde, değişimlere intibak sağlayabilme, büyüyüp yaşlanabilme, örselendiğinde iyileşebilme, acı çekebilme ve huzurlu bir şekilde ölümü bekleyebilme yeteneğidir. Yoksa insanlar daima bir sebeple acı çekmeye ve ölmeye muktedir olacaklardır. Bu, insan olmamızın öncülüdür adeta. Tedavi yöntemlerinin de hem modern hem de tamamlayıcı tekniklerin hizmet ettiği bu prensipleri göz hizasında tutarak uyarlanması gerekir. Ancak belki hepsinden önemlisi; anlamlı, güzellikle ve iyilikle dolu bir hayat yaşayabilmektir. Aşk ve anlam yoksa hayat uzun bir hastalığa benzeyebilir, aşk ve anlam varsa hastalıkta dahi bir canlılık vardır.


BİZE ULAŞIN