Güzellik algısı her çağda yeni bir anlama büründü. Antik Yunan'da fiziksel güzellik ile ruhsal iyiliğin ahenk oluşturduğu 'psikofizik güzellik' söz konusuydu; Roma'da, 'soyut' olanla aktarılmaya başlandı. Rönesans'ta 'güç'ün güzelliğinden 'güzelliğin gücü'ne geçildi. 19'uncu yüzyılda 'romantik' kelimesi güzellik tanımında yerini aldı. 20'nci yüzyılda ise tüketimle ilişkilendirildi.
Güzellik hakkında konuşurken, bir 'şey' veya 'durum' için "güzel" ya da "güzel değil" derken (ki güzellik hakkındaki konuşmalarımız verdiğimiz kararla sınırlıdır), bunları hangi manada söylediğimizden hemen hemen eminizdir. Hatta "zevkler ve renkler tartışılmaz" klişesine sığınarak da takdir ettiklerimizin, beğenilerimizin, iyi bulduklarımızın sorgulanmasını, tartışmaya açılmasını ve eleştirilmesini pek istemeyiz. Bize göre güzeldir, bize göre değildir; o kadar.
Ksenofon'un Memorabilia'sında Sokrates "Her şey hedeflenen amaca uygunsa, göreceli olarak güzel ve/veya iyidir" diyor (ya da dediği iddia ediliyor). İlginç mi? Hayır… Bizler için güzelliğin göreceliği artık bir klişe olsa da, bu yaklaşım o dönem bağlamında oldukça şaşkınlık vericidir. Zira Antik Yunan'da –belli bir döneme kadar- 'ideal bir güzellik' söz konusuydu. O da, fiziksel güzellik ile ruhsal iyiliğin ahenk oluşturduğu 'psikofizik' ve 'durağan' güzellik.
Dolayısıyla Antik Yunan'ın 'güzellik' kavramı ne göreceli ne de tartışmaya açıktı. Zaten klasik metinlerine bakacak olursak pek tartışmamışlardır da: Homeros'ta geçer; Troyalıların Helena için acı çekmeleri hiç de ayıp değildir, çünkü Helena ölümsüz tanrıçalar kadar güzeldir. Helena'nın güzelliği 'uhrevi' boyutlardadır ve bu bağlamda da bedel ödemeye değer ve söz söylemeye kapalıdır. Özetle: Kutsaldır ve tartışılmaz. Zaten bu yüzden de bizi ikna etmesi amacıyla bir 'tarif' söz konusu değildir.
Fakat 1506'da bulunan bir heykel Antik Yunan'ın 'güzellik' algısını kökünden bozar: Laokoon... Laokoon'da dramatik bir sahne, ıstıraplı bir yüz ve kasılmış bir vücut vardır, yani hareket. Anlaşılan o ki, Antik Yunan'ın 'durağan' psikofizik güzelliği artık değişmiştir: Heykelin yapıldığı M.Ö. 1'inci yüzyılda, yani Roma'da, güzellik artık 'soyut' olanla da aktarılmaktadır. Adamcağızın ıstırabı taşa "ne de güzel" yansıtılmıştır.
Bu, Platon'un bahsettiği, duyularca görülenin aklın gördüğü ile örtülmesidir. Zaten 'gerçek güzellik' de öyle hemencecik kavranabilecek bir şey değildir. Hem vücut dediğimiz, ruhumuzun hapsolduğu bir istiridyeden başka nedir ki? Görünmeyeni görmek de felsefe bilmeyi gerektirir. Artık 'ahenkli orantı' da aranmalıdır. Demek Helena bu dönemde yaşasaydı 'savaşa değer güzelliği'nin ikna edici olması için Troyalıların bir yerlerden filozof bulması gerekecekti.
Oranlı olan güzeldir
Şimdi Roma İmparatorluğu çağındayız. Etraf barbarlarla dolu… İmparatorluk ve askerleri, çatısı altındaki onlarca farklı kavim ve inançtan insanları (zannedildiğinin aksine Pagan Roma farklı inançlara saygılıdır) hem bu barbarlardan korurken hem de gündelik hayatın her noktasına tesir eden bir 'düzen' vaat ediyor. 'Güzellik' henüz 'gündelik' bir konu değil. Çünkü geç antikçağ ve ortaçağ insanı, ahlaki nedenlerle dünya güzelliklerinin "ilkbahar çiçekleri kadar" geçici olduğuna inanıyor.
Mükemmel oran ve görkemli olan güzeldir. Mesela akropolisler güzeldir, bazilikalar güzeldir, saraylar güzeldir, senato binaları güzeldir, notaları muazzam bir oranla bir araya getirilmiş ilahiler güzeldir… Çok öncelerden zaten Pitagoras her şeyin başının sayı olduğunu iddia etmişti. Güzelliğin en temel koşulu matematikti. Müzikal oran hakkında da yazan ve antikçağ ile sonrasında da hâkim olan 'oran' görüşünü Ortaçağ'a taşıyan Boethius, "İnsan, doğasına uygun olarak, güzel makamlara teslim olur ve güzel olmayanlardan sıkılır" dedi.
Ortaçağ'da 'güzellik' tanımına bir ek yapılıyor: Işıltı. Aquino'lu Aziz Tomasso, "Vücudun güzelliği doğru oranda uzuvlara ve rengin parlaklığına bağlıdır" diye iddia ediyor. Ortaçağ'da resimlerde ışığın kaynağı bizzat renkler olduğunu görüyoruz. Mekânı aydınlatan ve gölge/ışık oyunlarına neden olan aydınlatmalar yoktur. Tek bir pencerenin bulunduğu bir mekânı anlatan soluk renkli minyatürlerde dahi nesnelerden fırlayan bir ışık söz konusudur.
"Tanrı'nın tarifi" de psikofizik bağlamda güzel olan (heybetli, görkemli, kaslı Zeus ya da Herkül veyahut başka) ile değil ışıkla özdeşleşir. Tanrı bir ışıktır. Bu aynı zamanda bilgeliktir de. Sırdır. Demek bilge ve sırlı olan güzeldir; tıpkı güneş gibi. John Scotus Erigena'dan (9'uncu yüzyıl) alıntılıyorum: İşte ilahiyatçılar bu nedenle Tanrımıza ışıkların babası der. Çünkü O'nun tecelli ettiği ve O'nu ifade eden her şey O'ndan gelir ve O, yüceliğinin ışığı içinde yaratır ve birleştirir.
'Renklerin ışığı' ile güzelleşmek Ortaçağ'da bir 'ayrıcalık' da oluşturur: Ortaçağ soyluları güçlerini göstermek için (demek güzellik güç ile ilişkisini farklı biçimlerde de olsa her zaman koruyor) canlı renkli elbiseler giyer, altın ve mücevher takarlar ve gösterişli silahlar/zırhlar kuşanırlardı. Yoksullar ise sadece donuk ve mütevazı renklerde bezler giyerdi. Jean de Meung'un (13'üncü yüzyıl) yazdığı gibi: "Zenginlik mor ve altın rengi giyer." Bizans'ta mor giymek ayrıcalıktı. İmparatoriçe Theodora, isyancılardan kaçan kocası Justinyanus'a "Bu mor pelerin benim kefenimdir" diyerek 'güzellik uğruna' savaşmasını istemişti. 'Güzel' dediğinizde ancak ve ancak bir zenginden bahsediyor olmalıydınız.
"Doğu kadar güzelsin"
Soyluların 'adil düzenin koruyucusu', din adamlarının 'adil düzenin propagandistleri' ve yoksul halkın da 'adil düzeni yaratan tanrının kulları' durumunda olduğu ortaçağ düzeninde, Hristiyanlığın verdiği vaat 'sevgi idi. Fakat bu 11'inci yüzyılda artık çehre değiştirir. 11'inci yüzyılda hızlanan 'anti-islamist' propaganda (Nedeni Müslüman Türklerin Anadolu'ya gelişleri ve Roma İmparatoru Diyojen'i esir etmeleridir) sonuçlarını vermiş ve sözde 'adil düzen' her an savaşmaya hazır acımasız şövalyeler meydana getirmiştir. Haçlı Seferleri başlar. Haçlı Seferleri sonucunda doğuda tanışılan Arap mistik şiirinin etkisiyle şövalyeleri anlatan şiir ekolleri oluşur.
İşte burada artık 'güzel kadınlar' ile karşılaşırız. Fakat bu şövalyelerin köylü kızlarına âşık olduklarını sanmayın: Güzel kadın olmak gene bir 'varlıklı' ayrıcalığı. Şövalyenin geride bıraktığı yasak soylu kadın 'kutsal'ın peşindekilere dünyevi bir ıstırap verir.
Güzel olan uzaktadır. Erişilmez olanın cazibesi keşfedilmiştir. İşte İkinci Haçlı Seferi'ne katılan Jaufre Rudel'de bir yakarış: "Ne beni dost olarak bildi, ne de umut verdiği oldu…" Haçlı Seferleri'nde, malum, hedef doğudur. Bu Boccaccio'da, 'güzel kadın' tarif edilirken ilginç bir karşılık bulur: "Güzel kadın, doğu gibi, uzak ve müjdelidir."
Rönesans döneminde artık 'güzel olan'ın ve özellikle 'güzel kadın'ın biraz daha cesurca sanatçılar tarafından tarif edildiğini (güzellik kanonu oluşturduklarını söylemek daha doğru) görüyoruz. Hans Baldung Grien'in karanlığın önüne yerleştirdiği beyaz tenli ve uzun saçlı Venüs'ü... Leonardo Da Vinci'nin Erminli Kadın'ında ince/uzun ve zarif parmaklar… 'Güç'ün güzelliğinden 'güzelliğin gücü'ne geçiş. İşte Rönesans'ın –güzellik bağlamında- sembolü.
Umberto Eco: "Rönesans kadını kozmetik ürünler kullanır. Saçını kızıla çalan bir sarıya boyardı. Mücevherleri vücut hatlarını göstermek için kullanırdı. Rönesans, felsefede de beceri gösteren kadınlar için bir tür teşebbüsler ve faaliyetler çağıydı." Güzellik bu dönemde erkek içinse henüz 'kendinden emin bir duruş' ile ifade ediliyordu. Kralların mağrur bakışlı portrelerini hatırlayınız.
"Romantik olan güzeldir"
Uyum, ışık, renk, oran gibi klasik tanımları artık tamamen geride bırakıyoruz. Ruhu keşfediyoruz. Artık "zevk" diye bir tanımımız da var: Güzelliği değerlendirebilme yeteneği. Yücelik üzerine eğilimler 'harabeler' ve 'gotik' güzelliği ortaya çıkarıyor. 18'inci yüzyılda Edmund Burke için güzellik, her şeyden önce vücutların, insan ruhuna duyular aracılığıyla etki eden ve vücuda karşı sevgi yaratan nesnel özellikleridir. Burke, güzelliğin orandan ve uyumdan oluştuğu düşüncesine karşıdır. Ona göre güzel olanın tipik özellikleri çeşitlilik, küçüklük, pürüzsüzlük, duyarlılık, duruluk, zarafet ve inceliktir. Ve tabii top patlaması gibi aniden sarsan sesin yüceliği... Kant da bir yarım asır sonra 'fırtınanın güzelliğini' över.
19'uncu yüzyılda 'romantik' kelimesi tanım değiştiriyor ve 'güzellik' tanımında yerini alıyor. 17'nci yüzyılda İtalyanca 'romanzesco' olumsuz bir tanıma karşılık geliyordu. Fakat ilk Alman romantikleri "romantisch" teriminin uzak, büyülü ve bilinmez olan her şeyi içermesini sağladılar. Baudelaire'de geçen bir tanımlama güzelliğe bakışın nasıl değiştiğini gösteriyor: Çok çirkin, ama yine de enfes. "Aşık güzeller" övülür. Paris salonlarında "eski romanslar gibi" denerek derbeder şövalyeler için iç geçirilir. Klasik kurallar ve yüceltilmiş güzellik kavramı olan aristokrasi artık bu çağda 'dar görüşlülüğün' sembolüydü. 'Aşık güzel'den 'Başkaldıran güzel'e geçiyoruz. Fransız Devrimi'nin elinde bayrak taşıyan kadının sembol 'güzelliğini' hatırlayınız.
'Güzellik' her seferinde tanım değiştiriyor ve her çağda 'ideal' olandan biraz daha koparılıyor olsa da, 'siyasetle', yani aslında hâlâ 'kanonla' ilgili bir mesele. Artık güzelliğin 'daha zayıf' olduğu bir döneme geldik (Kilosu daha az tüccar kızlarını kast ediyorum). Aristokrasi 'coolluğunu' kaybedince (ama nedense burjuvalar gene de malikanelerinde aristokrat taklidi yapmaktan hoşlanırdı) zayıf, kusursuz ve züppe bir 'güzellik' tanımı ortaya çıktı. Gizemli duruşun yerini jestler aldı. Sanatın, ideal güzelliğin, geleneklerin yeniden övüleceği kısa bir süre sonraya kadar, güzellik, 'cesaretle' (ya da belki ahlaksızlıkla demeli) ilgilidir. Flaubert'de örneğin edebiyat üzerinden 'her şeyin yerli yerinde olması' övülecektir. Kelimeler cümlelerinde yerli yerinde durmalıdır.
'Cool' olan güzeldir 20'nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise 'güzel' olan tüketendir. Hangi sınıftan, kim, ne olduğunuz önemli değil; televizyondaki 'parlak ve süslü' yıldızlara ne kadar benzediğinize bakılır. Bunun sathi ve derhal akla gelebilen bir tanım olduğunu biliyorum fakat bu böyledir. Artık "cool" tanımını konuşabiliriz. Cool olan güzeldir. Cool'luk bazen 'haklı şiddetle' tanımlanır (I.Dünya Savaşı sonrası komünizm yanlılığı ve yerel olanın övülmesi) bazen de 'barış' ile (II. Dünya Savaşı sonrası).
"Cool tavır, bizim düşündüğümüz gibi, tüm dünyadaki gelişmiş toplumların gençleri arasında da, gelişmekte olan toplumların 'özlem dolu' gençleri arasında da en etkili etik olma yolunda ilerliyorsa, eğitimciler ve sağlık örgütleri tarafından acilen anlaşılmalı özümsenmelidir" diyor Cool Tavrın Anatomisi yazarları Dick Pountain ile David Robins. Güzellik artık 'güç' değil, 'cool'luk ile ölçülüyor… Güzelliğin Tarihi hakkında (belki de Güzellik dayatması hakkında demeli) daha çok fikir sahibi olmak adına Umberto Eco'nun hazırladığı ve bu yazı için de faydalandığı 'Güzelliğin Tarihi' çalışmasını öneririm.
İyilik bedel ister
Yazının bu anına kadar 'Batı bağlamı'nda kaldım. Çünkü söz konusu 'Doğu'da güzellik algısı' olduğu zaman devreye 'iyilik' kavramını da katmak gerekir. Batı'da 'güzellik' zaman zaman direkt duyularla ilgili bir meseleye dönüşmüştür fakat Doğu'da en net övgüler dahi birer sembol niteliğindedir. 'Güzel' derken bile çoğu zaman 'iyi olan' övülür. Peki, 'Doğulu' için 'iyi' olan nedir? Güzellik ile iyilik arasında aslında çok net bir fark vardır: Güzelliği her zaman kendimiz için isteriz, ama iyiliği istemeyiz. 'İyilik' bedel ister. "Ne kadar iyi bir insan" derken cömert birinden bahsediyor olabiliriz. Fakat her zaman cömert olmak istemeyiz. İşte Doğu'nun güzeli (yani iyi) herkesçe istenmeyebilir. "Siz onu bir de benim gözümden görün" denir. "Aşk" yoksa "güzellik" on para etmeyecektir.