Yeni bir medeniyet yorumu yapmamız gerekiyor
Batılı çağdaş medeniyetin küreselleşmesiyle birlikte dünya felsefi bir krizle de karşı karşıya… Bu, dünyanın sahip olduğu medeniyetleri, kültürleri, gelenekleri, anlayışları hem nicelik hem nitelik açısından değişime, dönüşüme hatta yozlaşmaya iten bir süreç aynı zamanda. Bu krizin en önemli çatışma alanlarından biri ise gelenek, bizim açımızdan kendi geleneğimiz. Peki ama birçok toplumsal kodumuzu belirleyen gelenek bizim için ne ifade ediyor, muhtevası nedir, nasıl bir değere ve öneme sahip, nereye kadar sahip çıkılmalı, kendini yok sayan moderniteye karşı ne şekilde ayakta durur? Tüm bu konuları ve ötesini anlamak için fikir dünyamızın değerli ve sıra dışı zihinlerinin başında gelen Prof. Dr. Sadettin Ökten ile Lacivert okurları için bir fikir yolculuğuna çıktık.
Muhterem Hocam, gelenek denildiğinde ne anlamalıyız? Bu kavram bizim için ne anlamlar ifade ediyor?
Gelenek esas itibariyle bir biçimdir. Bir düşünce veya eylem biçimi… Düşünce ifade edildiğinde eylem de icra edildiği zaman anlaşılır ve görülür hâle geliyor. Öteki yani benim dışımdaki insan, ifade ettiğim düşüncemi ve yaptığım eylemimi anlıyor, görüyor ve idrak ediyor. Geleneğin en önemli özelliği; söz konusu düşünce veya eylem biçiminin toplumsal bir yaygınlığa sahip olmasıdır. Bir olay karşısında toplum ölçeğinde aynı düşünce biçimi ve aynı eylem türü ortaya çıkıyorsa bu toplumsal kabul ve icra, geleneğin ifadesidir. Geleneğin toplumsal olma özelliği onun gücünün de kaynağıdır. Birey toplum içinde kendisi ile ortak düşünen ve ortak eylem yapan kimseleri hissettikçe ve gördükçe kendine güveni, düşünce ve eylem gücü de artar. Bu husus geleneğin topluma yaptığı katkıyı olumluyor. Genel manada insanlar bir olay karşısında çözüm ararken bu çözüm gelenekte mevcutsa ona kolayca ulaşırlar. Aksi halde çoğu kimsenin pek hazzetmediği bir düşünce sürecinden geçerek bir çözüm üretmek gerekir. Gelenek bireylere hazır çözüm kalıpları da sunmaktadır. Bu husus ise geleneğin toplumsal hayata diğer bir büyük katkısıdır. Geleneğin nereden kaynaklandığı, hangi alt yapıya dayandığı ise üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir meseledir.
Gelenek kapsamına giren değer ve kurumlar bizim millî kimliğimiz, benliğimiz açısından neden önemli sizce?
Burada iki önemli kavram var. Bunlardan biri; temel kavram olan değer, diğeri de toplumsal bir kabule mazhar olan gelenek. Birey veya topluma baktığımız zaman bunlardan sadır olan eylemlerin içgüdüsel olanları hariç -ki onlar çok az bir yekûn tutuyor- diğer bütün eylemlerin iradi eylemler olduğunu görüyoruz. O hâlde şu soruyla karşılaşıyoruz: Birey iradi eylemlerini neye göre yapar? Bu sorunun cevabı kısaca şöyle verilebilir: Birey iradi eylemlerini bildiği ve inandığı bir değerler sistemine göre gerçekleştirir. Bu husus toplumsal ölçekte de geçerlidir. Toplum da iradi eylemlerini bildiği ve inandığı değerler sistemine göre icra etmektedir. Değerler sisteminin eylemleri biçimlendirmesi sırasında zaman ve mekân şartları gündeme geliyor. Bu kaçınılmazdır. Çünkü değer soyut, onun ürünü olan eylem ise somuttur. Somut olan her zaman, zaman ve mekân şartları ile mukayyettir. Bilinen ve inanılan değerin bir biçim kazanmak suretiyle görünür hale gelmesi yani eylemi şekillendirmesi, toplumsal bir kabul görür ve bu kabul zaman içerisinde hayatiyetini sürdürerek devam ederse bir süre sonra biçim yani eylem ön plana çıkar, ona hayat veren değer ise giderek unutulur. Bu olgu da hayatın akışı içerisinde doğaldır. Bireysel ya da toplumsal anlamda ortaya konan eylemler kompozisyonu kimliği belirliyor. Ancak bu kompozisyon bir sonuçtur, yukarıda da belirttiğimiz gibi kimliğin esas belirleyicisi bilinen ve inanılan değerler sistemidir. Soyut olan bu sistem hayatta görünür hâle gelirken eylemlere biçim veriyor. Eylemler ise zaman ve zemin şartlarına bağlıdır. Yani değişebilir. Önemli olan kimliğin esas belirleyicisi olan değerler sisteminden yola çıkarak zaman ve zemin şartlarına göre yeni eylem kompozisyonları üretebilmektir.
Yakın tarihimizde değer ve kurumlarımızdan vazgeçmeye yönelik süreçlere maruz kaldık. Sizce bunlar toplumumuzda ne gibi tesirlere neden oldu? Millî benliğimizin yıprandığını söyleyebilir miyiz?
Osmanlı toplumu bütün ögeleri ile İslam medeniyet tasavvurunun, Rönesans sonrası başlayan modern zamanlarda yeni bir yorumunu yapmış ve bu yorumu bir eylemler kompozisyonu ile hayata uygulamıştı. Bu yorumun en önemli özelliği kimliği oluşturan değerler sistemine sadık kalınarak yapılmasıdır. Ancak zaman ve zemin şartları değişti, daha açık söylemek gerekirse, batıda Sanayi Devrimi ortaya çıktı. Bu devrimin ürünü olan teknoloji karşısında Osmanlı toplumunun yapabileceği pek fazla bir şey yoktu. Çünkü daha öncesinde modernite yeni bir insan tipi üretmişti. Tamamen dünyaya dönük ve maddi varlık peşinde koşan bu insan yeni bir dünya düzeni kurdu. Sanayi devriminin ürünü olan teknolojiyi de kendi düşünsel yapısına uygun olarak bir tahakküm aracı niteliğinde kullandı. Hayatın maddi boyutunda karşılaştığı problemleri çözemeyen Osmanlı siyasal olarak 20'nci yüzyıl başında tarihe intikal etti ancak teknolojiyi üreten ve kullanan insan da modernitenin kendi içinde oluşan büyük karmaşalar sonucu çözülmez bir açmaza düşmüştür. Bugün yeni bir medeniyet yorumu yapmamız gerekiyor. İslam medeniyet tasavvurunun bugüne söz söyleyebilen ve çözüm üreten yeni bir yorumu… Modernitenin kendi öncülleri ile yeni bir yorum yapamayacağı anlaşılmıştır. Onun çocuğu olan post modernite sadece soru soruyor, hafife alıyor ve tahrip ediyor. O doğurgan olamıyor.
Geleneğimizle olan irtibatımız konusunda milletimizin durumunu, arz ettiği manzarayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanayi Devrimi ile maddi dünyada bir açmaza düşen toplum bu durumu yüzeysel de olsa bir şekilde dengelemeye çalışıyordu. Konuya devam etmeden önce buradaki yüzeysel tabirini biraz açmak gerekiyor. Sanayi Devrimi'nin ürünü olan teknoloji bir zihniyet ve ona dayanan eylemler bütünüdür. Bu olgunun ardında ise modernitenin değerler sistemi yer alıyor. Sanayi Devrimi'nin teknolojisine katılmak isteyen ülke bu teşebbüsünü hangi değerler sistemine göre gerçekleştirecektir? Kanaatimizce temel soru budur. Ülke bu kalkışmasını modernitenin değerler sistemine göre yapacaksa kendi kimliğini kaybeder. Kendi özgün değerler sistemine göre ise yeni bir zihniyet ve eylemler bütünlüğü girişimi bildiğimiz kadarıyla henüz ortada görünmüyor, yüzeysel nitelemesiyle bu gerçekliği kastetmekteyiz. Şimdi konuya devam edelim.
Sanayi Devrimi'nin ürettiği teknolojiye karşı ya da ona katılma doğrultusunda birtakım çabalar söz konusu iken Batı dünyasında iletişim devrimi gerçekleşti. Bu devrime Batı dünyası da biz de hazır değildik. Benzeri bir hazırlıksız yakalanma sanayi devrimi ortaya çıktığında Batı için vaki olmuştu. Çağımızda insanımız bir yanda pratik hayatında karşısına çıkan ve onu kuşatan iletişim devrimi ve sanayi devrimi ürünleri ile haşır neşir olurken ve bunları üreten zihniyetle farkında olmaksızın tanışır ve bu zihniyetin etkisi altına girerken diğer yandan kendi değerlerini hatırlıyor ve bu ikilemi bütün boyutları ile yaşıyor. Buna kısaca medeniyet buhranı diyoruz. Bir yanda kimliğimizi oluşturan özgün değerlerimiz soyut ve iç dünyamızda yer alıyor, diğer yanda hayat pratiğimizin içinde bizi kuşatan teknolojik ürünler ve bunların ardındaki zihniyet ve hepsini belirleyen modernist değerler.
İstisnai dönemler olsa da görüyoruz ki toplum olarak geleneklerden de modernleşmeden de kopamıyoruz. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
Bu tespitiniz doğrudur, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi bir tarafta kemliğimizi belirleyen değerler ve bunlara dayanan düşünce ve davranış biçimleri yani geleneklerimiz var. Diğer yanda ise pratik hayatımızı kuşatan ve bizi etkileyen teknolojik ürünler, bunların işlevsel ve özendirici boyutları, oluşturdukları kendilerine özgü gelenek, dayandıkları zihniyet ve değerler sistemi yer alıyor. Görünen manzara odur ki teknolojik alan getirdiği işlevsel çözüm ve ürettiği moda, yani özenti algısıyla kendine ait geleneği toplumsal ölçekte yaygınlaştırmakta ve egemen kılmaktadır. Pratik hayatta bize ait değerlerden üretilmiş olan biçimler yani özgün geleneğimiz hırpalanıyor, aşınıyor ve hayattan çekiliyor. Ancak kimliğimizi oluşturan değerler henüz hayatiyetini korumaktadır. Önemli olan bize ait bir bugünü inşa etmek için kendi özgün değerlerimize dayanan kendi özgün biçimlerimizi yani geleneğimizi inşa edebilmektir.
Gelenek mutlaka yaşatılması gereken bir şey midir? Korunması gereken gelenekler kadar terkedilmesi gerekenler de yok mu?
Evet, gelenek mutlaka yaşatılmalıdır ama onu zorla yaşatmak çok külfetlidir. Gelenek bir biçim olduğu için zamanın değişmez özelliği olan değişime maruzdur. Değişim geleneği yıpratır ve bu yıpranma sonucu geleneğin yaşaması zor bir hâle gelir. Toplum yaşamak için çok fazla düşünmeden uygulanacak ve geniş kitlelerce kabul gören biçimlere, diğer bir deyişle geleneğe muhtaçtır. Topluma ait özgün gelenek zamanın icabı olan değişime karşı bir direnç gösterememiş ve yıpranmışsa onun yerine mutlaka bir başka geleneğin yani biçimin gelmesi gerekir. Kendi kimliğimizi belirleyen değerler sistemimizden yeni biçimler üretemiyorsak ya da ürettiğimiz biçimler toplumsal bir yaygınlık ve kabul kazanamıyorsa o durumda topluma bir başka ve yabancı değerler sisteminin ürettiği biçimler yani gelenek nüfuz eder. Bugün yaşadığımız durum gördüğümüz ve gözlemlediğimiz kadarıyla bundan ibarettir. Birtakım geleneklerimiz değişen hayat şartlarına göre uygulamanın dışına itiliyor. Ancak onların yerine kendi değerlerimizden ürettiğimiz biçimleri yani özgün geleneğimizi koyamıyoruz. Daha derindeki problem ise şudur: Toplumun maruz kaldığı hayat şartlarını biz tanımlamadık, tanımlayamıyoruz. O şartları modernite tanımlıyor ve çok tabiidir ki tanımladığı hayat şartlarına göre oluşturduğu geleneği de hayatımıza dahil ediyor.
İlerlemek ve gelişmek için gelenek ve geleneksel değerlerin terk edilmesi gibi bir şart mı var acaba? Sizce anlamlı olan bu ikisini bağdaştırmak değil mi? Ancak bunu nasıl yapabilir, başarabiliriz?
Bu soru Tanzimat ile başlayan süreçte gün yüzüne çıkmış ve sonraki dönemlerde çok kuvvetle kendini hissettirmiş bir problem. Görebildiğimiz kadarıyla bazen açık bazen gizli ifadesi sanki ilerlemek için geleneği terk etmek gerekir cevabını da içeriyor. Geleneğimizi tarif etmiştik; kısaca bir kez daha hatırlayalım. Bizim özgün geleneğimiz İslam medeniyet tasavvurunun değerlerinden doğan bir biçimler kompozisyonu idi. Modernitenin değerlerinden doğan biçimler kompozisyonu yani modernitenin geleneği toplumumuzda bir yer buldu ise de modernist değerler henüz daha toplumsal ölçekte düşünce ve duygu dünyamızda yer almıyor. Bu kısa açıklamaları akılda tutarak sorunuzdaki ikinci kavrama bakıyoruz. İlerleme nedir? Modernitenin tanımladığı ilerleme matematik ve fizik olarak ölçülebilen kemmiyetlere dayanan maddi bir olgudur. Bu maddi olgunun bırakın bütün insanlığı kendisini doğuran ve amaç edinen Batı dünyasına dahi mutluluk getirmediğini herkes görüyor. Bu gerçeği ifade edenler etmeyenler ve edemeyenler var. Evet bizim geleneğimiz İslam medeniyet tasavvurunun değerler sistemine dayandığı için modernitenin değerler sisteminin ürettiği gelenekten farklıdır. Aynı değerler sisteminin ortaya koyduğu ilerleme kavramı da İslam medeniyet tasavvurunda yer almıyor. İslam medeniyet tasavvuru reel dünyayı asla ihmal etmediği hâlde ilerleme kavramını çok daha kapsamlı ve kuşatıcı bir muhteva ile tanımlamaktadır. Dolayısıyla modernitenin tanımladığı ilerleme kavramıyla ve bunun hayattaki izdüşümü olan teknolojik realite ile İslam medeniyet tasavvurunun ürettiği gelenek arasında ciddi bir farklılık ve ayrışma söz konusudur. Batı modernitesinin sürecin başında tanımladığı ve teslim olduğu ilerleme kavramının günümüzde tüm insanlığın başına ne dertler açtığını gördükten sonra hâlâ onunla yola devam etmek pek makul olmasa gerek. Bize düşen kendi özgün değerler sistemimize göre çağın realitesini göz önüne alarak yeni bir gelenek üretmektir diye düşünüyorum.
Peki, sizce en çok sahip çıkılması, ihya edilmesi gereken geleneklerimiz, değerlerimiz hangileri?
İnsana bakışımızın, insanı ele alışımızın ve onu değerlendirmemizin yeniden ele alınması lazım. İslam medeniyet tasavvuru insana yaratılmışların en şereflisi olarak bir değer yüklüyor ve bütün evrenin insanın hizmetine sunulduğunu, ona emanet edildiğini vurguluyor. İnsanın vazifesi ise Cenâb-ı Allah'a kulluk etmektir diyor. Burada Allah'a karşı kulluk etmekle mükellef bir insan söz konusu… Bütün evren bu insanın emrine tahsis edilmiş ve aynı zamanda bu insana emanet edilmiş. İnsanı böyle anlayarak bu çağın içine hitap eden ve burada yer alan yeni bir insan anlayışı geliştirmek zorundayız. Çünkü modernite insanı bu bağlamdan koparmıştır. Modernist insan Tanrı'ya karşı hiçbir şekilde sorumlu değildir. Onda evrene karşı bir emanet hissi ve sorumluluğu da yoktur. O evreni kendi emrine verilmiş ve hoyratça kullanabileceği bir kaynak olarak görür. Bütün kurumsal yapılarını bu anlayış üzerine inşa etmiştir. Ve bu kurumsal yapılar insanı öyle bir eğitimden geçirerek biçimlendirmektedirler. Bizim ihya etmemiz gereken gelenek yukarıda da belirtildiği gibi Cenâb-ı Allah'a kul olma bilinç, iradesi ve duygusallığı ile yaşayan; evreni kendisine emanet edilmiş bir zenginlik olarak gören ve ondan bu mesuliyet içinde yararlanan insan tipini yetiştirmektir. Bunun için modernitenin kurumsal yapılarını ve düzenlemelerini bilmekle birlikte kendimize ait insan tipini yetiştirmek üzere kurumsal düzenlemeleri ve sistemi kurmamız gerekiyor.
Kültürel, sanatsal ve estetik anlamda geniş bir geleneğe ve değerler sistemine sahibiz ancak bunu hayatımıza yansıtabiliyor muyuz? Neden böyle olduk?
Evet doğrudur, bize ait özgün gelenek sistemimiz, kültür yani hayatın her sahasındaki biçimler ve estetiği içeren sanat alanlarında zaafa uğramış vaziyettedir. Bir süreci incelerken kuşkusuz bugüne bakmak gerektiği kadar olgunun başlangıcına da gitmek gerekiyor. Geleneğimizi zaafa uğratan modernist biçimlerin başlangıcını Osmanlı realitesinin batı teknolojisi ile tanıştığı dönemlere kadar götürüyoruz ve orada karşımıza sanayi devrimi çıkıyor. Beni etkileyen bir örnek şöyle gelişti: 1800'lerin başında Batılıların en kudretli savaş gemileri ile Osmanlı'nın savaş gemileri arasında teknolojik olarak hiçbir fark yoktu. Ancak aynı yüzyılın ikinci yarısında Batılı savaş gemileri bir başka güç ve nitelik kazanmıştı. Osmanlı bu özelliklerden mahrumdu. Bu reel ve ezici fark, önce maddi sahada hayatımızı etkilemiş ve bizi çözümsüz bırakmıştır anacak hayat bir bütündür. Bir yerde oluşan etki ve çözümsüzlük sadece o alana münhasır kalmaz, hayatın bütün sahalarına sirayet eder. Buna sanat, mimarlık ve edebiyat da dâhildir. Ve siz geçmişinizde hiçbir başlangıcı, yaşanmışlığı ve deneyimi olmadığı halde bir başka medeniyet tasavvurunun ürettiği sanatsal ürüne öykünür ve özenirsiniz. Ülkemiz bu süreci 20'nci yüzyılın ilk yarısında bütün boyutlarıyla yaşamıştır. Şimdi kendi farklılığımızın farkına vararak bir arayış devresindeyiz. Umuyor ve niyaz ediyorum ki bir zaman sonra inşallah çok yakın, kendi değerlerimizden neşet eden özgün bir sanat uzayı inşa edebileceğiz. Bunu yaparken modernitenin ürettiği sanatı bir başka değerler sisteminin ortaya koyduğu bir realite olarak, ancak bizim olmayan bir realite olarak göz önüne almamız gerekiyor.
Katıldığınız bir panelde "Şehir kurmak ahlaki bir eylemdir" demiştiniz. Son olarak bizi bu açıdan da biraz aydınlatabilir misiniz?
Bu soru bağlam olarak önceki sorularımızdan farklı. Şöyle düşünüyorum: İslam medeniyet tasavvurunda bireyin bütün iradi eylemleri aynı zamanda ahlaki ve hukuki sistemler tarafından denetleniyor. İslam medeniyetinin mensubu olan insan hayatının hiçbir ânında bu denetimden muaf değildir. Konunun biraz daha açık hâle getirilmesi için modernitenin insanına bir göz atalım. Modernitenin insanı kamuya, diğer bireye ve çevreye zarar vermediği sürece kendi özel mekânında gerçekleştirdiği sürece hiçbir denetime tabi değildir. Bu onun özel hayatıdır. İslam medeniyet tasavvurunda ise bireyin bu anlamda özel hayatı söz konusu değildir. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın emir ve yasakları hayatının her anında onun üzerinde geçerlidir. Bu açıdan baktığımız zaman şehir kurmak da toplumsal ölçekte ve iradi olarak gerçekleştirilen bir eylemler bütünü olduğu için İslam medeniyet tasavvurunun önce ahlak sonra da hukuk sistemlerinin denetimi altında olmak icap eder. Ahlakın sahası hukuka göre çok daha geniştir. Toplumsal karşılığı ise yapılan bir eyleme muhatap olan bireyin veya bireylerin rızasını ve gönül hoşnutluğunu kazanmaktır. İslam medeniyet tasavvuruna mensup bir insan şehirde bir inşa faaliyetinde bulunduğu zaman oradaki diğer fertlerin rızasını ve gönül hoşnutluğunu kazanıyor mu? Bu hususa dikkat etmek lazım gelir. Olguyu birey bazından toplum bazına genişlettirsek, şehir kuran irade ve iktidarın kurduğu şehre muhatap olan toplumun rızasını ve gönül hoşnutluğunu ne mertebede kazandığına bakmamız gerekiyor. İslam medeniyetinin ahlakı bu medeniyete mensubum diyen insana bunu emir ve telkin etmektedir.
PROF. DR. Sadettin Ökten kimdir?
1942'de İstanbul'da dünyaya gelen Sadettin Ökten 1964'te İTÜ'de inşaat yüksek mühendisi olarak mezun oldu. İTÜ, Mimar Sinan Üniversitesi gibi üniversitelerde akademisyen olarak görev yaptı. Yapı mühendisliğinin dışında bilim tarihi, kent kültürü, kent estetiği, yapı teknolojisi tarihi konularında farklı üniversitelerde dersler de verdi. 2004'te kendi isteğiyle Mimar Sinan Üniversitesi'nden emekli oldu. Mesleki alanlarının dışında İslam medeniyeti, kültürü, sanatı ve müziği konularında derin bir birikime sahiptir. Pek çok faaliyete katılan ve eserler veren Ökten'in başlıca kitapları arasında Gelenek Sanat ve Medeniyet, Fincanımda Cola Var, Örselenmiş Osmanlı'dan Medeniyet Umuduna, Yahya Kemal'den Bugüne İstanbul, Yahya Kemal'in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar, Mesken ve Mesken Mimarimiz, İçimde AVM Var ve Hayatımdan Portreler bulunmaktadır.