Ekrem Demirli: Gelecek bilgisinden iktidar devşirmek: Kâhinler ve gelecek kaygıları

Gelecek bilgisinden iktidar devşirmek: Kâhinler ve gelecek kaygıları
Giriş Tarihi: 19.09.2018 10:38 Son Güncelleme: 19.09.2018 10:42
Nübüvvet, Allah’tan başka kimsenin gelecek hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyleyerek kehanetin dayandığı dünya görüşünü ilga etti.

Hayatın kaygıları ve korkularıyla şartlanmış insan zihninde peygamberlik ile kehanet –ve sihirbazlıközdeşleşir; öyle bir akıl için bir kehanet türünden öte anlam taşımaz nübüvvet. Kâhin veya sihirbazlardan beklenebilecek işleri peygamberden bekler, nübüvvetin insanı bir varoluş gayesine doğru taşımasına şiddetle direnir. Buna mukabil insanlar günlük hayatın işlerini sıra dışı yöntemlerle çözüp gelecekteki belirsizliğin kaygısından azade edecek kimseleri bekler, can kulağıyla sözlerini dinlerler. Bu insanların en hususi sınıfını temsil eden kâhinler özel bir kabiliyetle ulaştıkları bilgileri insanlara aktarır, meraklarını depreştiren cevaplarla onları kendilerine bağlarlar. Onlar tabiattaki izleri –insanın bedenindeki çizgiler buna dâhil- gökyüzündeki cisimlerin hareketlerini veya insanın bıraktığı izleri okuduklarını iddia ederek gerçekleşmeden önce hadiseleri bilmek isterler. İnsanlık tarihine bakınca şöyle bir neticeye varmak mümkün: İnsanlar gerçekte Allah'tan söz eden bir peygamber beklemez. Onlar Samuel Becket'in ünlü piyesindeki "Godot'yu bekleyenler"gibi geleceğin yükünden ve kaygılarından onları kurtaracak kahinleri beklerler.

Bir kâhinden farklı olarak peygamber, bilgisini özel kabiliyetiyle elde etmez. Getirdiği bilginin konularını da belirlemez. Ona sorulacak sorulara veya taleplere vahyin izni olmadan cevap bile veremez. Halbuki insanlar kâhinlerden günlük hayatta aşamadıkları hemen bütün sorunları çözmelerini beklerken neticede muzdarip oldukları hayat içinde daha muhkem ve güçlü şekilde var olmak isterler. Bir peygamber, kâhinin yaptığını yapmaz; bütün bu sorunlarla boğuşan insana yeni bir gaye göstererek daha büyük bir hayat ve hakikat zemininde var olmanın kapısına yönlendirir.

Peygamberlerle insanlar arasındaki dil farklılığı bu talep farklılığından doğar: İnsanlar bir şey istiyor, peygamber başka bir şey söylüyor. Kâhinler ise insanların talepleri için elverişli kimselerdi. İnsanlar nasıl daha çok kâr ederiz, yağmur ne zaman yağar, tarım ne zaman yapılabilir, yola ne zaman çıkılabilir, zaman onlara ne getirir, sağlıkları nasıl olacak, en nihayetinde ne zaman öleceklerini merak ediyorlardı. Böyle bir bilgiyi kâhinlerden başkası veremezdi. İslam'da nübüvvet meselesini anlayabilmek için kâhinlik ve toplum ilişkisini çözmek gerekir. Tevhit inancı evvelemirde putperest –somut veya soyut tarzlarıyla- inançlarını yıkarak geldiği gibi nübüvvet de kehanet üzerinden inşa edilen iktidarı yıkarak kendini ifade etmiştir.

Bir ayet-i kerimede (Lokman, 34) Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği beş şeyden söz edilir: Kıyametin vakti, insanın nerede/ne zaman öleceği, yağmurun ne zaman yağacağı, kişinin ne kazanacağı ve rahimlerde olanın bilgisidir. Bu hususlar "mugayyebat-ı hamse", yani beş bilinmeyen diye terimleştirilerek Müslüman düşüncede yerini almıştır.

Gelecek bilgisinden iktidar devşirenler

Bir ayet-i kerimede (Lokman, 34) Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği beş şeyden söz edilir: Kıyametin vakti, insanın nerede/ne zaman öleceği, yağmurun ne zaman yağacağı, kişinin ne kazanacağı ve rahimlerde olanın bilgisidir. Bu hususlar "mugayyebat-ı hamse", yani beş bilinmeyen diye terimleştirilerek Müslüman düşüncede yerini almıştır.

Bu meyanda birinci konu kıyametin vaktidir. "Kıyamet" derken yaşadığımız dünyanın veya belki evrenin ölümünden söz ederiz. Biz zaman içinde var olduk ve zaman içinde var olan bir evrende yaşıyoruz. Buradaki her şey zamanlıdır (hadis). Evrenin "zamanlı olması" Allah'ın varlığının delillerindendir. Zamanda yaratılmış olmak bize onu var eden birinin olduğunu düşündürür. Mesele bununla sınırlı değil: Müslümanlar zamanlı bir şeyin fâni olacağını kabul ederek evrenin zamanlı ve sonlu olduğunu düşündüler. Kuran-ı Kerim'de kıyametle ilgili pek çok ayet vardır. Ayetlerin önemli bir kısmı kıyamet ve onu takip eden ölüm sonrası dirilişle ilgilidir (ba's bade'l-mevt). Bu bahiste dikkatimiz kıyametten daha çok dirilişe çekilir. Ölümden sonra diriliş kıyametin bir parçası değildir; belki kıyamet ölümden sonra dirilişin ilk merhalesi gibi görülebilir. Ölümden sonra diriliş ise Allah'a imanın vazgeçilmez sonucudur. Kuran-ı Kerim kıyamet vaktini sadece Allah'ın bilebileceğini beyan ederek bu konuda insana kapıyı kapattı.

Üçüncü konu ise rahimlerde olanın durumudur. Çağımızda tıbbın geldiği noktayı hesaba katınca, bu meselenin bir bilinmeyen olmaktan çıktığını zannedebiliriz. Meseleye böyle bakarsak, geçmişte de kâhinlerin bu konuda bilgiye sahip olduklarını ve buna rağmen Allah'ın o bilginin kendisine mahsus olduğunu söylediğini hatırlamak gerekir. Öyleyse konuyu başka bir şekilde ele almak zorunlu. Kâhinler doğacak çocuğun cinsiyetinden –belki çok erken bir evrede (mesela evlenmeden bile)- doğumun elverişli vaktine kadar pek çok şeyi biliyorlardı. Ayet-i kerimenin hükmünün değiştiğini veya anlamının ortadan kalktığını söylemek yanlış olur; fakat çağdaş müfessirlerin bu meseleyi geniş bir çerçevede yeniden yorumlamaları gerekir.

Başka bir konu ise yağmurun ne zaman yağacağı meselesidir. Allah yağmurun ne zaman yağacağını sadece kendisinin bilebileceğini söyler. Bu konu da çağımızda Müslümanlarca tartışılan bir konudur. Hava tahminlerinin bu kadar ileri dereceye vardığı bir dönemde yağmur meselesini bilmiyor mu olacağız? Kanaatimce bu ayeti de geniş bir çerçeve dâhilinde mütalaa etmek zorundayız. Bu meyanda bu ayetten hareketle bir çevre ve ekoloji anlayışı geliştirmek mümkün olabilir. Bu anlayışın temelinde ise insanın doğadaki acizliğiyle yeryüzünün veya gökyüzünün kontrol edilemezliği meselesi gelir.

Son olarak kişinin ne kazanacağı meselesidir. İnsanın temel arzusu kendi varlığına duyduğu sevgidir; mal ve mülk ise yaşamaya yardımcı bir unsur olması sebebiyle sevilir. Fakat zamanla insan öyle bir kazanma arzusuna kapılır ki bu kez kazanmak için yaşar hale gelir. Kuran-ı Kerim'de insan ve mal ilişkisini anlatan birçok ayet vardır. Bu noktada sadece "mal" ve "meyil" arasındaki anlam ilişkisini hatırlamak yeterlidir. Mallar insan gönlünün meylettiği şeyler olması hasebiyle böyle isimlendirilmiştir. Allah bu konuda insanın ne kazanacağını hiç kimsenin bilmeyeceğini beyan ederek insanları kâhinler karşısında zelil olmaktan kurtardı.

İslam'ın varlık anlayışında her iş Allah'a bağlıdır

Bir sahabe Hz. Peygamber'e gelerek şöyle der: "Ey Allah'ın Peygamberi! Medine'de herkes kâhinlere gidiyor." Sahabe hiç kimsenin ismini vermez, Hz. Peygamber de sormaz; lakin bir vakıa olarak kayda geçer ki Medine'de Müslümanlar kâhinlere danışıyor, alacakları kararlar öncesinde onlara gitme ihtiyacı hissediyor. Hz. Peygamber o sözün karşısında sadece şunu söyler: "Sen gitme!"

Gerçekten de şaşırtıcı bir hadis-i şerif: Peygamber döneminde Medine'de Müslümanlar kahine niçin gider? Hadis-i şerifin bağlamını anlayabilmek için başka bir hadiseyi de hatırlamak gerekir: Müslümanlar Hz. Peygamber'e hurmaların aşılanmasıyla ilgili bir konu sordu. O da bilgisince bir cevap verdi ve hurmalar beklenenin aksine ürün vermedi. Bunun üzerine "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz" diyerek meseleyi kapattı. Muhtemelen Medine'de Müslümanların kahinlere başvurmasının sebebini bu noktada anlamak gerekir: Medine'den Şam'a veya başka bir yere kervan gidecekse insanlar kâhinlere uygun vakti sormak zorunda hissediyorlardı kendilerini. Tarım yapacakları zaman yağmurun durumunu, rahimlerde ne olduğunu ve ne kazanacaklarını merak ediyorlardı ve bunları sorabilecekleri birisi vardı. Velhasıl dünyanın herhangi bir yerinde kâhinlere ne soruluyorsa onlar da onu soruyordu.

Bir bilgiye ulaşmak önemli, erken ulaşmak ise daha önemlidir. Klasik gök bilimine göre yeryüzündeki hadiseler gökyüzünde ve gökyüzü cisimlerince belirlenir. Gökyüzü yeryüzünün kaderinin yazıldığı yerdir. Bir insan gökyüzündeki sebepleri idrak edebilirse vaktinden önce hadiselerin bilgisine ulaşmış demektir. İbn Sina buna itiraz etse bile, onun evrendeki her bir şeyi birbiriyle irtibatlı hale getiren "sudur" teorisi de böyle bir imkanı bize verir. Bu itibarla yeryüzü ile gökyüzü arasındaki zaman farkından istifade ederek kâhinler bilgiye daha önce ulaştıklarını iddia eder. İnsanlara getirdikleri bilgiyle de bazen tedbir almalarını sağlarlar, bazen onlara müjde verirler, bazen korkutur, bazen kaygılarını azaltırlardı. Kâhinler günlük hayatın hemen her işini bu şekilde özel bir kabiliyetle vaktinden önce öğrendiklerini düşünüyorlardı. Tarım için yağmur gerekir; yağmurun ne zaman ve ne kadar yağacağı meselesi tohum eken insan için önemliydi. Mühendislik ve matematik imkânlarıyla sulama imkânlarını geliştirmek yetmezdi; yağmurun yağacağı vakti bilmek gerekiyordu. Yağmurun bilgisini kâhinler biliyordu ve onlar buradan güçlü bir iktidar alanı inşa ediyorlardı.

Bir insanın ne kazanacağı en mühim işti. Kâhinler ne zaman ticaret yapılacağını, ne zaman sefere çıkılacağını belirleyerek insanları o takvime göre yönlendiriyorlardı. Pagan toplumlarda muhtemelen bunun için birtakım putlara başvuruluyor, tedbiri putlar vesilesiyle alıyorlar, kazanca da onları ortak kılıyorlardı. Öte yandan ölümle ilgili başka bir mesele de kan davaları idi. Bunun Arap toplumunda bazı tezahürlerini biliyoruz. Bir insan dağda veya çölde öldüğünde, onun eceliyle mi yoksa birisi tarafından mı öldürüldüğünü kim bilecek? Varsa katil kimdir? Bu soru kan davasının hâkim olduğu bir toplumun ciddi meselelerinden birisiydi. Çünkü intikamı alınmamış maktul kabrinde sürekli azap çekecek, kabri başında "baykuşlar ötecektir." Kâhinler bu iş için devreye giriyor ve toplumu yönlendiriyorlardı: Onu kim öldürdü, eceliyle mi öldü, bu bilgi kahinlerce veriliyordu. Benzer durum kayıp mallar veya eşyalar için de geçerliydi.

Kehanet ile nübüvvet tam burada çatışmıştır: Nübüvvet, Allah'tan başka kimsenin gelecek hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyleyerek kehanetin dayandığı dünya görüşünü ilga etti. Gelecek hakkındaki kaygımızı bir insanlık durumu olarak onaylayarak çareyi tevekkül, tedbir ve teslimde bulup bize ahlaki bir yol gösterdi. Çözüm kaygıyı azaltmak veya yok etmek değil, kaygıyı başka bir istikamete dönüştürerek Allah'a teslimiyette idi. Her şeyi bilen hikmet sahibi bir Allah'ın takdiri karşısında niçin kaygı duyalım ki? Kaygı bu şekliyle yer değiştirdikçe ve kadere iman ile rıza güçlendikçe kehanet anlamsızlaşır.

O halde Allah gelecek hakkındaki merakımızın bir zaafa dönüşerek toplumda yeni iktidar alanları ortaya çıkmasına izin vermedi. İslam kehanetin üzerine kurulu olduğu sabit gökler ve sabit tabiat fikrini yıkarak indeterminist bir evren görüşünü benimsedi. Kaderimiz göklerde yazılmadı ki oradan öğrenilsin. Sabit bir tabiatımız veya tabiat yok ki bir kör kadere kurban gidelim. Bizi felekler yönetmiyor ki "kahpe felek" diye ağıtlar yakalım. İslam'ın varlık anlayışında her iş Allah'a bağlıdır ve Allah her şeyi hikmetiyle yapandır. Binaenaleyh gelecek kaygısı taşımak yerine, bir Müslüman geleceğe şöyle bir rahatlık ve sükunetle bakar: "Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler."

BİZE ULAŞIN