Doğu'nun ve Batı'nın anlam atlası
Doğuya gittikçe batıya, batıya gittikçe doğuya kavuşulan, aslında bir başlangıç yahut son noktası bulunmayan bir kürede şark ve garp ayrımı mantıksız gibi görünüyor olabilir ama ne kadar izafi olsa da insan ve akli referans noktalarına ihtiyaç duyuyor. İnsanoğlu güneşin doğduğu yere doğu, battığı yere batı dedi. Bu konumlandırmada zahirde güneşi referans alır görünse de aslında bizzat kendi yerini yani kendini referans alıyordu. Bu mantıkla ve birincil anlamı olan yön belirleme kavramı zaviyesinden her insanın güneşin doğuşunu gördüğü cihet doğu, batışını gördüğü yön ise batı olmak zorunda ancak insanoğlunun tarih, siyaset, inanç ve medeniyet perspektifli yolculuğunda Doğu-Batı ayrımı, karşıtlığı yahut ikilemi salt coğrafi konumla sınırlı kalmadı. Kendini tanımlayabilmek için bir "öteki" belirmeden yapamayan insanoğlunun tarihsel süreçte oluşturduğu bütün ötekiler içinde belki de en büyük ve etkili ötekileştirme süreçlerinden biri oldu aynı zamanda Doğu ve Batı. Kendini yeni bir tanımlamayla var etmek isteyen Batı böylece Doğu'yu kurguladı. Batı böylece kendini Batı olarak var ederken, Doğu'da böylece Doğu olduğunu öğrendi. Ve dünya ile insanlık coğrafi, tarihi, medeni, ekonomik boyutları giderek genişleyen iki parçaya, iki zıt kutba ayrılmış oldu. Manayı temsil edenler Doğu'da, maddeyi temsil edenler Batı'da kaldı. Tahakküm edenler Batılı, hükmedilenler Doğulu oldu. Sömürenler Batı, sömürülenler Doğu oldu. Gelişenler Batılı, geri kalanlar Doğulu sayıldı. Kalp Doğu'ya, akıl Batı'ya mal edildi. Öyle ki Doğu-Batı derken birlik neredeyse yok edildi, ikilik yeryüzünde adeta baki kılındı.
Doğu-Batı kavramları:
Orient = Doğu = Şark= Maşrık
Occident = Batı = Garp = Mağrip
Orientalist = Oryantalist = Şarkiyatçı = Müsteşrik
Occidentalist = Oksidantalist = Garbiyatçı = Müstağrip
Doğu ve Batı'nın doğumu
Bazılarına göre Doğu ve Batı'nın nüvesi Anadolu'da Truvalılar ile Yunanlıların savaşı sonucunda atılırken, kimileri dünyanın Doğu ve Batı olarak ayrılı- şının köklerini Yunanlılar ile Perslerin rekabetine kadar indirir. Hatta Fatih'in Bizans'ı fethi; "Türklerin Truva'nın intikamını alması" olarak nitelendirilir kimilerince. Fatih Sultan Mehmed'in Midilli kuşatmasına giderken Truva'da durup şöyle söylediğini naklediyor bazı tarihçiler: "Eskiden bu kenti yıkan Yunanlıların çocukları, uzun yıllar sonra sayemde, biz Asyalılara karşı sık sık yaptıkları haksızlıkların cezasını buldular."
Politik bir kavram olarak Batı'nın ortaya çıkışı, esasen M.S. 285 yılında Roma İmparatorluğu'nun Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye bölünmesinin eseridir. Bu bölünme ile Batı (Occident) Latin alfabesi ile yazan Roma'yı, Doğu (Orient) ise Yunan alfabesi kullanan Konstantinopolis'te teşkilatlanan Roma'yı temsil eder. Bu bölünmenin bir diğer sonucu olarak Batı artık Katolik âlemi, Doğu ise Ortodoks âlemi olur. Batı Roma İmparatorluğu ve Ortodoksluk geriledikçe Doğu (Orient), İslam dünyasını ifade etmeye başlar.
Bir başka görüşe göre ise Batı kavramı, 15'inci yüzyıldan itibaren icat edilir. Bunu sağlayansa İslam ile Hıristiyan devletleri arasındaki rekabetin bu dönemde dünyanın önemli politik konsepti haline gelmesidir. Doğu üzerinden kendini kurgulayan Batı medeniyetini dini olarak Yahudi-Hı- ristiyan, kültürel olarak Yunan-Roma medeniyetleri, Aydınlanma Çağı'nın fikirleri ve demokrasi üzerine inşa eder. Oysa Derida bu kurguyu reddeder: "Klasik Batı, Yahudi-Hıristiyan-İslam ve Yunan-Arap olduğu halde biz onun Yunan-Roma ve Yahudi-Hıristiyan geleneğine ait olduğuna inandırıldık. İbrahim'in oğulları birlikte yaşamaları gereken bir anda birbirleriyle karşı kar- şıya gelmek gibi bir tuzağa düştüler."
Doğu-Batı etİmolojİsİ
Doğu (Orient) güneşin doğuşunu, yükselişini ifade eden Latince "oriri" fiilinin geçmiş zaman çekimi "oriens"den; Batı ise güneşin batışını, düşüşünü ifade eden "occidere" fiilinden türemiş yön kavramlarıdır. Doğu ve batının yön anlamı itibarı ile ifade ettiği birebir karşıtlık zaman içinde kavramların medeni, kültürel, politik ve tarihi cihetlerini de kapsar hale gelmiştir.
Jeopolİtİk Doğu-Batı
Antik Yunan ve Roma uygarlıklarının varisi kabul edilen, bu temelde ortak bir medeniyet düşüncesine dayanan, toplumsal, kültürel, politik, ideolojik ve felsefi açıdan dünyanın geri kalan toplum ve bölgelerinden uzaklaşma, soyutlanma da içeren bir kavram Batı. Batı, tanımlamayı böyle yapınca haliyle bunun dışında kalan her yer de Doğu oluyor ancak Doğu'nun esasen temsil ettikleri İslam, Türk, Arap, Fars, Rus, Hint, Çin kültür ve medeniyetleridir…
İlk oryantalistler
İlk şarkiyatçıların faaliyetleri 8'inci yüzyılda Hıristiyan teolog Şamlı Jean Mansur ile başladı ve Pierre de Montboissier ile 12'nci yüzyılda ve Haçlı Seferleri ile hız kazanarak 20'nci yüzyıla kadar devam etti. Artık İslam'ın ve Müslümanların hâkim olduğu bir coğrafyada Hıristiyanlığın ve Hıristiyan toplulukların varlığını sürdürmesi, asimilasyondan korunması amaçlı ve daha ziyade reddiyeci bir bakışla İslam dininin incelenmesi, araştırılması, karşılaştırılması ve tercümesi esasına dayanıyordu oryantalizmin bu ilk örnekleri. Dolayısıyla Batı'nın Doğu'ya daha doğrusu İslam'a karşı bakışında günümüzde gelmiş olduğu noktanın aslında çıkış noktasından hiç de farklı olmadığı görülüyor.
Edward Said'in oryantalizm deşifresi
Oryantalizmi pek çok düşünür eleştirdi ancak hiçbirinin eseri Lübnanlı Hıristiyan bir akademisyen olan Edward Said'inki kadar etkili olmadı. Batı kültürüyle yetişmiş bir Doğulu olarak oryantalizm ile sömürgeciliğin aynı gövdenin iki kolu gibi paralel işlev görüşünü ıskalamayan Said, oryantalizmi; "Batı tarafından oluşturulan Doğu" olarak tanımladı ve "sömürgeciliğin keşif kolu" olarak deşifre etti. Ona göre Batılıların oryantalizmi birkaç insaflı örnek dışında hep aynı yola çıkıyordu: "Doğu hakkında ne söylerse söylesin her Avrupalı ırkçı, emperyalist ve neredeyse tamamen etno merkezlidir".
Doğulu İle Batılı: Bİrbİrİnİn ötekİlerİ
Said'in görüşünün tersine, bir teori ise şöyle der: "Orta Çağ'da Doğu'yu anlamaya yönelik ilim ve disiplinler olarak geliştirilen oryantalizm, aslında bir açıdan da Batı'nın icadı anlamına gelmektedir." Doğu ile Batı'nın günümüzde de devam eden binlerce yıllık çatışma, rekabet, mücadele, hâkimiyet kurma, sömürme ve etkileşim süreci perspektifinden bakıldığında Doğu Batı'nın, Doğulu da Batılının ötekisinden başka bir şey değil gibi görünüyor.
20'nci yüzyıldan sonra doğu-batı
II. Dünya Savaşı'ndan sonra şekillenmeye başlayan çift kutuplu dünya politik düzeninde Batı; artık kesin olarak Avrupa, ABD, Kanada ve coğrafi olarak doğuda kalsalar da bu ülkelerin uzantıları olan Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Amerika'nın bir kısmını, kabaca dünya nüfusunun 5'te birini kapsayacaktır.
Batılılaşma
Batılı toplumun temel değerlerini demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet, gelişme ve bireyciliğin oluşturduğu ileri sürülüyor. Ancak bu toplum, yapısını büyük ölçüde 15-20'nci yüzyıllar arasındaki sömürgeciliğe, emperyalizme ve gelişmemiş toplumlar üzerinde kurulan ekonomik hegemonyaya borçlu. Aynı şekilde, Batı toplumuna birçok yönüyle kendi hayat ve düşünce tarzını dünyanın diğer toplumlarına ve bütün kıtalara yayma imkânını sağlayan da bu sacayağı oldu. Bu hadiseye Batılılaşma deniliyor.
Huntington'dan sonra Doğu-Batı
"Medeniyetler Çatışması" tezi ile dünyanın gitmekte olduğu yeni düzenden ziyade aslında 21'inci yüzyıla doğru Batılı devlet ve toplumların Soğuk Savaş'tan sonra yeni düşmanını ilan eden Samuel Huntington'ın araçsallaştırdığı Batı kavramı, yeni bin yılın yaklaşmasından itibaren İslam karşıtı bir anlam kazanmaya başlar. Bu anlayışa göre dünyanın ağırlık merkezi "seküler, demokratik ve özgürlükçü" Batı toplumları iken, komünizmle mücadele dönemlerinde bir numaralı müttefiki olan "teokratik karakterli, baskıcı" İslam dünyası ise onun bir numaralı tehdidi hâline gelir.
Dünya ekonomisinin hâkİmi
Cemil Meriç Kültürden İrfan'a adlı kitabında dünyanın son birkaç yüzyıllık ekonomik manzarasını özetliyor gibi: "Doğu ile Batı iki ayrı dünya, meseleleri başka başka. Biri zenginleştikçe öteki fakirleşmeye mahkûm." Üç asırdır dünya üzerinde bütün temel alanlarda hâkimiyetini pekiştiren Batı, günümüzde ekonominin efendisi olma rolünü de sürdürüyor. Dünyanın en büyük 10 ekonomik gücü arasında sadece iki Doğulu devlet yer alıyor: Çin ve Hindistan. Bu iki ülkeye eklenmesi mümkün olan Japonya her ne kadar coğrafi olarak doğuda olsa da 100 yıldır Batı medeniyeti içerisinde yer alıyor.
Doğulu ve Batılı kİm?
Dünya adlı gezegeni paylaşan insan türünü birbirinden ayrı kategorilere hapsetmeye ve birbirinden ayrıştırmaya yarayan türlü kavramsallaştırmalar içinde tarihsel açıdan en büyük ve etkili kategorilerin başında yer alan "Doğulu" ve "Batılı" kavramları, tarih boyunca iki tarafın diğeri ile ilgili algısını da yönlendirdi. Doğulular açısından Batılı, yüzyıllarca "Rum, Frenk, gâvur, haçlı, sömürgeci" gibi suretlere bürünerek Akdeniz'in kuzeyinde yerleşmiş kavimleri ifade ederken; Batılıların muhayyilesinde hâkim Doğulu tasavvuru ise "Sarazin, Arap, Türk, zenci" suretlerinden geçip günümüzde "göçmen, mülteci, İslamcı, terörist" algısına büründü ve zamanla büyük ölçüde Müslümanları kasteden bir ifade oldu. Aralarındaki 2000 yıllık alışverişe rağmen Doğulu ve Batılı kavramları birbirleri için "baş düşman"ı temsil etti desek sanırım abartmış olmayız. Edward Said bu anlayışın son yüzyıllık manzarasını, Orta Doğu'nun en temel sorunlarını doğuran Balfour Deklarasyonu'nu hazırlayan İngiliz diplomat Arthur James Balfour'un anlayışı üzerinden ortaya koyuyor: "Balfour'a göre bir Batılı realite, bir de Doğulu realite vardı. Birinciler hükmederken diğerleri hüküm altında olmalıydılar."
Şarkiyatçı-Garbiyatçı
Doğu medeniyetini deşifre eden disiplinleri tanımlayan oryantalizmi temsil eden düşünürler Batı'da fazlasıyla çıktı. Oryantalizm ve sömürgeciliğe tepki olarak Müslüman entelektüeller arasında bir garbiyatçılık oluştuysa da, bu anlayış özünde siyasal İslamcı bir Batı karşıtlığına dayanıyordu ancak Gustav von Grunebaum'un şu tespiti halen büyük ölçüde geçerliliğini koruyor gibi: "Batılı bir şarkiyatçının simetrik muadili olan Doğulu bir garbiyatçı henüz çıkmadı." Doğu'nun gerçek anlamda müsteşrik kavramının karşıtı bir garbiyatçı çıkarıp çıkaramadığı halen tartışmalı ancak onun yerine bol miktarda "müstağrip" çıkardığı tartışılmaz bir gerçek.
Cemil Meriç'e göre müstağripler
Doğu ilimleri ile uğraşanları ifade eden "müsteşrik"e karşılık "müstağrip" bunun muadili değil. "Şaşakalan, şaşkın, tuhaflaşan" anlamlarına gelen müstağrip kelimesini Cemil Meriç, Batı hayranı Doğuluları ifade eden bir kavram haline getirmiş ve onları şöyle anlatmış: "Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat: Müstağrip (…) İslâm'ın dünya görüşü yekpareliğini kaybeder. Avrupa'nın maddi fetihleri, çöküş devrinin ulemasını afallatır. Susar ve sahneden çekilirler. Yerlerini Avrupa'nın imal ettiği yeni bir insan tipi alır: Müstağrip. Hem suda hem karada yaşayan bu hilkat garibesi giderek büsbütün kopar mazisinden. Artık ne Asyalı ne Avrupalıdır. Ne Müslüman ne Hıristiyan (…) İrfanından kopan, ana dilini bile unutan müstağripler kafilesi kime, neye bağlanacak? (…) Müstağrip ne yeni bir dünya görüşü kurabilir ne de Batı'nın cömertçe sunduğu türlü ideolojiler arasında seçim yapacak güçtedir. Seçmek için, anlamak lâzım (…) Müstağrip, Avrupa fikriyatını bir ilmihal gibi ezberlemeye kalkar. Bütünü kucaklayamaz (…) Müstağripler, 1960'lara kadar aynı yalanları çeşitli üsluplarla tekrarlayan bir topluluk."