Beytullah Çakır: Kierkegaard’ı titreten şey

Kierkegaard’ı titreten şey
Giriş Tarihi: 6.03.2018 10:39 Son Güncelleme: 22.03.2018 16:24
Hz. İbrahim aşkının, yani imanının bedelini ödemiş, en zor sınavı geçmiş ve böylece kurban etmek üzere olduğu oğluna yeniden kavuşmuştu. Üstelik dünyasal aklın, bize bütün ümitlerin yitirildiğini avaz avaz haykırdığı bir anda gerçekleşmişti bu vuslat.

"…İbrahim inanmıştı ve şüphe etmiyordu. O, akıl olmaz olana inanmıştı ve o yaşlı adam inancı uğruna orada, yanında biricik oğluyla doğruldu fakat şüphe etmedi. Kaygıyla sağa sola bakmadı. Herhangi bir ağıt da yakmış değildi. Biliyordu ki onu sınayan Tanrı'ydı. Biliyordu ki bu, ondan istenecek en zor kurbandı ve yine biliyordu ki Tanrı, dilediğinde hiçbir kurban zor olamazdı. İbrahim inanmamış olsaydı eleminden donuklaşırdı şüphesiz. Tanrı'nın dileğini yerine getirmeye memur edildiğini anlamaz, buna bir gençlik hülyası der, güler geçerdi fakat o inanmıştı. Demek ki gençti. Hep en iyisi için umut taşıyan dünyadan yaş alır. Hep en kötüsüne hazır olan çabucak çöker ama inanan, daimi bir gençlik sürer. Öyleyse methedilsin bu öykü…"
Korku ve Titreme

Yukarıdaki satırlar, insanın sözüm ona kurtuluşu için bilimsellik zindanına mahkûm edildiği, iman, duygu, inanç gibi kavramların değerini yitirdiği ve dünyevi akla her şeyin ölçüsü olarak "iman edildiği" bir dönemin tam da göbeğinde -1843 senesinde- Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard tarafından kaleme alınmıştı. Söz konusu satırların kendine yer bulduğu kitabın adı ise; Korku ve Titreme.

Modernizmin tam ortasında yaşamış olmasına rağmen ortaya attığı fikirlerle çağının hâkim düşüncesine, tutkusuzluğuna ve insanı yok sayan eğilimine "kılıç çekmiş" bir düşünürdü Kierkegaard. Kant ve Hegel'i motive eden, rasyonalite ve bilimsel düşünceyle şekillenmiş "nesnel doğruluk" anlayışının karşısına; "kişinin bildiği değil yaptığı esastır" anlayışıyla çıkıp "öznelliği" yerleştiren Kierkegaard'ı, selefi olan pek çok filozoftan ayıran temel noktaları anlamak için kitaplarına seçtiği başlıklara bakmak dahi yeterli aslında: Kaygı Kavramı, Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk, Korku ve Titreme…

O, kendisinden önceki pek çok filozofun büyük sistem anlatıları içerisinde deyim yerindeyse "kenar süsü" konumuna indirgenen insanı, içine itildiği cendereden çekip çıkarmaya ve insanın aslında "özne" olduğunu, "merkez" olduğunu haykırmaya çalışan bir savaşçıydı. Kierkegaard'ın insanı; sadece düşünen ve düşündüğünü söyleyebilen değil aynı zamanda eyleyen, hisseden ve inanan da bir varlıktı. Sonlu ile sonsuzun, zamansallıkla ebediliğinin, ruhla bedenin, özgürlükle zorunluluğun bir senteziydi. Kendisinin "varoluş felsefesinin babası" olarak bilinmesi de buralara dayanıyor zaten. Kierkegaard'ı farklı kılan sadece bu değil ama. Felsefesinin temelini oluşturan; "var olmak, seçim, korku, kaygı, umutsuzluk, cesaret vb." kavramlara dair yerleşik algıları ters yüz eden yaklaşımlarının da onu ziyadesiyle özgün kıldığını belirtmek gerekiyor. Özellikle içinde yaşadığımız şu dönemde ne denli yoğun ve sulandırılmış bir "korku fetişizmi"ne maruz kaldığımızı düşünürsek, bu simülasyondan kurtulmak adına Kierkegaard'ın "korku ve kaygıya" dair yaklaşımlarına biraz olsun kulak kabartmanın zararı olmayacağını düşünüyorum.

İnsanı sersem eden bir özgürlük

Kierkegaard'ın felsefesini hangi kavramlar üzerine oturttuğundan az evvel bahsetmiştik. Bu yazıda özellikle kaygı ve korku kavramları üzerinde duracağız. Kaygının daha içsel/batıni, korkunun ise daha dışsal/zahiri şartlara yönelik olarak ortaya çıktığını ve eklektik bir ilişki içinde olduklarını belirtelim öncelikle. İlk başta kulağa oldukça karamsar gelen ve insanda bir kaçış hissi uyandıran bu kavramların düşünürümüz tarafından merkeze alınmasının sebebi, insanın özgürlüğe sahip bir varlık olmasıyla alakalı aslında. Evet, Kierkegaard için korku ve özellikle kaygı, özgürlüğüyle karşı karşıya kalan insanın içine düştüğü varoluşsal bir hal. İnsanın seçim yapmak durumunda kaldığı anlarda bilinci uyandıran, insana insan olduğunu fark ettirmeye yarayan, anahtar kavramlar bunlar. Kierkegaard'a göre endişe ve korku; "özgürlüğün verdiği bir baş dönmesi." Bu yüzden de kaçınılması gereken psikopatolojik bir şey değil bilakis yüzleşilmesi gereken bir durum. Düşünürümüzün aslında ne anlatmak istediğini yine onun yaptığı bir örneklemeye başvurarak anlatmaya çalışalım: Kierkegaard, uçurumun kenarında duran birini düşünmemizi ister. Düşlediğimiz bu kişinin mevcut durumda "uçurumdan düşmek" ve "kendini oradan atmak için ani bir istek duyma korkusu" olmak üzere iki korkuyla baş başa olduğunu belirtir. Bu noktada Kierkegaard'ı esas ilgilendiren nokta ise, kişinin duyduğu ikinci korkudur. Zira ona göre insanın hissettiği bu korku, uçurumdan atlamak veya atlamamak özgürlüğünden dolayı ortaya çıkmaktadır ve bir baş dönmesi kadar sersemleticidir. Yani insanın seçimlerinde özgür olduğunun farkına varması, bir korku ve kaygı halinde de kendini belli edebilir pekâlâ.

İnsan benzer bir durumu, imanı uğruna verdiği bir karar esnasında da yaşayabilir Kierkegaard'a göre. İman uğruna gerçekleştirilen bir eylem, etik düzlemde -fakat ahlaki değil- fazlasıyla yadırganabilir hatta etik olanı tamamen rafa dahi kaldırtabilir. Kierkegaard'ın anlatmaya çalıştığı bu hal, merkezinde Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etme hikâyesinin yer aldığı Korku ve Titreme adlı eserinde en berrak şekilde çıkar karşımıza.

Akıl delil, iman bedel ister

Hz. İbrahim'in gördüğü bir düş üzerine çok geç yaşta kavuştuğu biricik oğlunu kurban etmekle sınandığı o meşhur kıssayı hepimiz biliriz. Üzerine azıcık düşündüğümüzde dahi içimizi titretmeye yeten bir hikâyedir bu. Hz. İbrahim'e yaratılmışlar içerisinde en sevdiği şey olan evladını, katışıksız bir teslimiyetle kurban etmeyi göze aldıran o kudret, elbette ki imandan başka bir şey olamazdı. İşte Kierkeergard'ı da titreten, dehşete düşüren, dizlerini kıran ve aynı oranda Hz. İbrahim'e karşı hayranlık duymasına sebep olan nokta tam olarak burası. Hz. İbrahim'in imanı uğruna aldığı tavır ve kalkıştığı eylem, Kierkegaard'ın felsefesinin şekillenmesinde nirengi noktalarından bir tanesini oluşturuyor. Bütün felsefesini; insanın korku ve kaygılarıyla yüzleşip onları cesaretle yenerek özgürleşmesi ve var olması üzerine kuran düşünürümüz için Hz. İbrahim, ete kemiğe bürünmüş bir "iman şövalyesiydi" aslında. Sırf imanı uğruna biricik arzu nesnesi olan evladından vazgeçmeyi göze alan biri, en büyük olabilirdi Kierkegaard için sadece. Zira böyle bir kişi hem haz merkezli estetik hem de ödev merkezli etik varoluş boyutlarını aşarak inanç merkezli dinî varoluş boyutuna geçmeyi başarabilmiş hatta daha da ileri gidip inanç sıçramasını da gerçekleştirerek "iman" mertebesine ulaşabilmiş tek kişiydi. İnsanla Tanrı arasındaki boşluğun ancak "iman" yoluyla doldurulabileceğine inanan Kierkegaard için Hz. İbrahim en büyüktü zira insanı dehşete düşüren o sıçramayı gerçekleştirebilmişti! Korku dolu bir sınava tutulmasına rağmen imanından kaynaklı umudunu hiç yitirmemiş, kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe kalkışmıştı Hz. İbrahim. Aşkının, yani imanının bedelini ödemiş, en zor sınavı geçmiş ve böylece kurban etmek üzere olduğu oğluna yeniden kavuşmuştu. Üstelik dünyasal aklın, bize bütün ümitlerin yitirildiğini avaz avaz haykırdığı bir anda gerçekleşmişti bu vuslat.

Kierkegaard'ın Korku ve Titreme'de iman üzerine söylediği şu sözlere de kulak kabartalım: "İman, bir insandaki en yüce tutkudur, hem saçmadır ve aynı zamanda büyük bir paradokstur da. Hem öyle bir paradokstur ki, bir cinayeti Tanrı'yı memnun eden kutsal bir eyleme dönüştürebilir. Oğlunu İbrahim'e geri verebilir. O, öyle bir paradokstur ki, hiçbir düşünce onu alt edemez. Bu kaçınılmaz olarak böyledir çünkü imanın başladığı yerde düşünme, hükmünü yitirir." Bu alıntıda dikkat çeken bir noktaya daha değinerek yazımızı hitama erdirelim. Görüleceği üzere Kierkegaard'ın ısrarla vurguladığı iki kavram daha var burada: Saçma ve paradoks. Kierkegaard'ın hem bu kıssayı ve hem de bu kavramları kullanmasının bir sebebinin de yaşadığı dönemin tek geçer akçesi olan "akıl putuna" karşı bir duruş sergilemek adına olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Zira her şeyde olduğu gibi inanç, iman gibi meselelerin de sadece rasyonalize edilebildiği sürece kabul gördüğü bir dönem bahsettiğimiz. Bu yüzdendi belki de Kierkegaard'ın bu kıssayı seçmesi ve az evvel bahsettiğimiz "paradoks" ve "saçma" kavramlarına bu denli vurgu yapması. Bu noktada durup dürüstçe sorabilsek keşke kendimize: İman, imkânsızı dahi mümkün kılan tek şey değil midir sahi?

BİZE ULAŞIN