Haşmet Babaoğlu: Endişenin suyu aşınca boyumuzu

Endişenin suyu aşınca boyumuzu
Giriş Tarihi: 5.03.2018 12:24 Son Güncelleme: 16.03.2018 11:01
Haşmet Babaoğlu SAYI:44Mart 2018
Afrin Operasyonu’nun ilk günlerinde tank üzerindeki bir askerle basın mensupları arasında bir konuşma geçti, hatırlarsınız. “Ailene diyeceğin var mı?” diye sormuştu gazeteciler. Asker; “beklemesinler” cevabını verirken bir yandan da tankın üzerindeki işini sürdürmüştü.

Malum dosya konumuzu "korku"ya ayırdık… Hatırlarsanız, bir zamanlar pek ünlü bir anchorman vardı ve bağlantı kurduğu haber kaynaklarına, mağdurlara, halktan insanlara sürekli "Acı var mı acı" diye sorardı. Size biraz takılmamıza izin verirseniz, şöyle sorabilir miyiz: Korku var mı, korku?

Korku var mı, diye sorulunca çuvallıyor ve ne diyeceğimi şaşırıyorum. Oysa endişelerimi sorsanız, hemen dökülebilirim. Günümüz insanlarının çoğu gibi hakiki korkularımı kuytulara itip içimi kemiren endişelerimi su yüzüne çıkarmakta mahirim.

Mesela elden ayaktan düşüp başkalarına yük olma endişem arttıkça artıyor. Niye? Çünkü "inançlı" olmak artık teslimiyet ve rıza duygusunun gücü ele geçirmesine yetmiyor. Bir arıza var belli ki. Bu bakımdan dedelerimize, ninelerimize pek benzemiyoruz.

Neyse ki, "endişe bozukluğu"na (anxiety disorder) yakalanıp sonunda panik ataklarla boğuşan bir adam olmadım. Şu sıralarda bu rahatsızlığın ne kadar yaygın olduğunu görüyor ve üzülüyorum. Belki de bütün bunlar için fazla yaşlıyım artık. Panikle çarpacak bir kalp bana artık yabancı. Yani bu bakımdan şanslı sayılırım fakat şurası apaçık bir gerçek: Endişe, kaygı, huzursuzluk modern hayatı çepeçevre sardı.

Şehirli yanımız ağır bastıkça, ayağımız topraktan çekildikçe, halimiz vaktimiz iyileşip kaybedeceklerimiz çoğaldıkça endişelerimiz çoğalıyor. Korkunun yine de iyi bir yanı vardır. Tedbir alırsınız, temkinli davranırsınız, şöyle bir titrer kendinize gelirsiniz, gücünüzü ve haddinizi bilirsiniz, vs. Endişe öyle mi ya? Endişe derhal nesnesini belirsizleştiriyor, zihni bulanıklaştırıyor, davranışları tuhaflaştırıyor. İşin içinden çıkması kolay değil.

Yetişkin örneklerini biliyor, yaşıyorsunuzdur. Hiç uzatmayayım ama küçücük çocuklarda bu durumun tezahür ettiğini görüyorum ki, düşündürücü. Mesela tırmalanmaktan hiç korkmadan kedilerin üzerine yürüyüp tekme atmaya çalışan çocuklar var ama kedi bacaklarına sürtündüğünde o dokunma hissiyle ölecek gibi oluyor, kalpleri hızla çarpmaya başlıyor ve ağlıyorlar.

O halde endişe üzerine konuşmayı sürdürelim. Günümüze "endişe çağı" diyenler var. Nasıl oldu da endişeler içinde yaşar olduk? Bizi yiyip bitiren endişelerle nasıl baş edebiliriz, bu mümkün mü?

İnanan insan dümdüz biçimde ölümden korkuyordu. Neden? Çünkü ölüm kaybolup gitmek değil, burada yaşadıklarının orada hesabını vermekti. Hesapta zorlanacağı için ölümden korkardı… Asırlar geçti; küçük aklını ve kendi varlığını "bi şey" sanan insan, tarih sahnesine çıktı. Öte dünyayı yok sayan veya "hesap günü"nü sürekli zihninden uzak tutan bu insan fark etti ki, aklının gücü ölümü önlemiyor. Ölüm onun için basbayağı yok olup gitmekti. İşte tam o noktada her anımıza anlam katan "Allah korkusu" yerini anlamsızlığın uğultusuna, yani bitmez tükenmez endişelere terk etti.

Anlattığım, büyük hikâye. Bir de gündelik hayata yansımaları var elbette. Mesela toplumsal endişelerimizin büyük bölümü çerçevesi çok kalın hatlarla çizilmiş bir "gelecek zaman"ımız olmasına dayanıyor. Sürekli geleceği düşünüyor, ona hazırlanmaya çalışıyoruz. Oysa bu bir skandal! Çünkü gelecek, ismi üzerinde, henüz gelmemiştir. Bir ödevimiz varsa, bugüne dairdir. Ama "Allah kerim" deyip konuyu kapatarak önümüzdeki işe bakamıyoruz!

İkinci büyük endişe kaynağı sağlıktır, sanıyorum. Bu endişe üzerine kurulu dev bir endüstri var. Ben takılmıyorum, deyip kaçılacak; bende yok deyip kendimizi aldatacak türde bir şey değil. Modern insanı kıvrandırıyor. Neden korktuğumuzu bilsek, nispeten belli bir hastalığın üzerine yürüsek, tamam! Ama tıp sektörü sürekli kışkırtılan muğlak bir "sağlıklı yaşam" endişesi üzerinden ekmek yiyor. Tehdit ve tedirginliği öyle bir hale getirdiler ki, bu gidişle yaşamanın kendisi sağlığa zararlı sayılacak! O kadar diken üstündeyiz.

Bir de güvenlik endişesi var ki, virüs gibi. Hepimizi hastalandırdı. Medarı maişet motorunu bu sistemin ipine bağladıkça, çözüm zor! Endişenin suyu çoktan aştı boyumuzu. İlaçlarla, sarhoşluklarla, yalandan oyalanmacalarla nereye kadar idare edebiliriz, bilemiyorum.

Korku ve endişe deyince… Bu noktada toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılıklar var mıdır? Daha az korkan veya daha çok korkan toplumlar mesela…

İyi soru. Keşke elimizde bu konuda yapılmış çalışmalar olsa, konunun tarihimizdeki, edebiyatımızdaki ve çarşıda pazardaki izleri sürülmüş olsa. Ben kendimize özgü havasız, abartısız bir "yiğitlik" özelliğimizin hâlâ var olduğunu düşünüyorum.

Afrin Operasyonu'nun ilk günlerinde tank üzerindeki bir askerle basın mensupları arasında bir konuşma geçti, hatırlarsınız. "Ailene diyeceğin var mı?" diye sormuştu gazeteciler, asker "beklemesinler" cevabını verirken bir yandan da tankın üzerindeki işini sürdürmüştü. İnanıyorum ki, o askerin "beklemesinler" deyişindeki yalınlık ve sükûnet bize özgü bir "korkusuzluk" kültürünün yansımasıdır. Burada gördüğümüz, dosdoğru olana doğru akışa kendini bırakmaktır. Eski insanlar için de "Allah'tan başkasından korkusu yoktur, çilesi vardır" denirdi. Çok şey değişti; geçmiş geçti gitti ama sade insanlarda bu "hal"e zaman zaman rastlıyor ve önlerinde saygıyla eğiliyorum.

BİZE ULAŞIN