Mustafa Akar: Korkma! Tanımlamaya da çalışma, sadece anla...

Korkma! Tanımlamaya da çalışma, sadece anla...
Giriş Tarihi: 5.03.2018 12:07 Son Güncelleme: 15.03.2018 15:41
Mustafa Akar SAYI:44Mart 2018
Dostoyevski’yi anmaya başladığımızda onun kumarbaz olduğu ve efsane romanlarını da kumar borcunu ödemek için yazdığı fikrini aklımızdan def edemiyoruz. Ne yapacağız peki?

Dünyayı ciddi ciddi anlamaya, tanımaya başladığında karşına çıkan ilk şey bir tanımlama gayretidir. İstesek de istemesek de düşünme evrenimizi Batılı zihin yapısı belirliyor uzun bir süreden beri. Dolayısıyla her şeyi sınıflandırmak, konularına göre ayırmak, bütün bütün fihristlemek istiyoruz. Böyle yapınca daha doğru düşündüğümüzü sanıyoruz. Ya da öyle daha rahat düşünebildiğimizi zannediyoruz.

Ben bu düşünme biçiminin her şeyden önce insanı insan yapan en temel "madeni" öldürdüğü kanısındayım, yani vicdanı. Gerçi vicdan kelimesi de ne yazık ki Batılı zihnin kurbanı oldu, hatta tabirimi mazur görün ama içindeki dini içerik boşaltılarak "laik"leştirildi. Sadece vicdan mı? Ahlak kelimesinin yerine, hiç de aslını çağrıştırmayan bir kelime ikame edildi; etik… Oysa etik hiçbir zaman ahlak kelimesinin karşılığı değil.

Batılı zihnin fihristleyerek düşünme biçimi yüz yıldan daha fazla olan bir "sapma"yı meydana çıkarmıştır ülkemizde. Bu sapmalar çeşitli fay hatlarıyla da belirginleşir bildiğiniz gibi… Tanzimat, cumhuriyet ve ihtilaller… Her fay hattı, üzerinden geçtiği düşünce parçasını tamamen yıkıyor, yerle bir ediyor. Geriye koca koca "düşünme adaları", "düşünme limanları" kalıyor; o adalarda konaklıyoruz bir müddet, o limanlara yanaşıyoruz, hiçbir konaklama ve yaklaşma biçimi sürekli olamıyor. Sürekli kalamıyoruz o düşünme biçimlerinde.

Söz gelimi Nâzım Hikmet'in "sol" hakkındaki görüşleriyle misal Hikmet Kıvılcımlı'nınki bir değil. Yine Mehmet Akif'in İslamcılığı ile Sezai Karakoç'un İslamcılığını ayrı ayrı düşünmek gerekiyor fakat bu düşünme biçimlerinin üzerinden yıllar geçtikçe, araları bir hayli açık olan bu "düşünme adaları" koskocaman ve fantastik bir kara parçasına dönüşebiliyor. Biz mesela o kara parçasının tekmilini birden "medeniyet" kavramının içine hapsedebiliyoruz; hayatta olsa asla bir masa etrafında oturamayacak olan isimleri bir düşünme evreninin içinde yaşatabiliyoruz. Ne kadar hastalıklı bir düşünme biçimi de olsa, sevdiğimiz isimlerin özel hayatlarındaki "arıza"ları da yapıtlarının hemen yanına iliştirebiliyoruz. Giderek o isimleri düşünürken, okurken; o isimler üzerine konuşurken, yazarken "arıza"ları da hatırlamaya ve hatırlatmaya başlıyoruz… Niye? Çünkü zihnimiz öyle sınıflandırdı, öyle fihristlere, fişlere ayırdık. Necip Fazıl dedik ama hemen üstadın reddettiği şiirler de geldi aklımıza… İsmet Özel dedik ama eski komünistliği de geldi aklımıza… Nâzım Hikmet dedik ama Türkiye'den kaçması, vatandaşlıktan çıkarılması da geldi aklımıza… Cemal Süreya dedik ama hemen Tomris Uyar'ı dövmesi de geldi aklımıza…

Bu düşünme biçiminden kaçamıyoruz artık. Zihnimizi tamamen ele geçirmiş durumda çünkü. Dostoyevski'yi anmaya başladığımızda onun kumarbaz olduğu ve efsane romanlarını da kumar borcunu ödemek için yazdığı fikrini aklımızdan def edemiyoruz. Ne yapacağız peki? Bu düşünme biçiminden nasıl kaçacağız, nasıl kurtulacağız ondan gerçekten bilemiyorum. İnsan değişen fikirlerle doludur. Her günümüz birbirinden farklı.

Sanat kendim içindir

Peygamberimiz bile iki günü bir olan bir inananın zararda olduğunu belirtiyor. Demek ki insan dönen ve bir yörüngede seyrini sürdüren gezegenimizle birlikte değişiyor, deveran ediyor, ilerliyor. Bir başlangıçtan bir sona yahut daha doğru söylersek, bir dairede dönüyor insan, o dönüşle tekâmül ediyor, tamamlanıyor; "yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışında" akıyor…

Aynı fikri ölene kadar savunmak başka ama… Bir fikir; çilesi çekilen, emek verilen, terleten, bıyıkları yolduran bir fikir... Yani aşk ayrı, onu sevgiden kapkalın bir çizgiyle ayırmıyor muyuz zaten. Fikir dedim de, bir de fikrin periferisi var. Her düşüncenin periferisi... Bir merkez bir de taşra yani. Düşüncemizin taşrası, uzağı… Sürekli değişmesi, gelişmesi beklenen o. Eğer o da değişmiyorsa, çok tehlikeli. Oysa son günlerde hepimizin yargılandığı dava "periferi davası"dır. Özellikle hayata "sol"dan bakan siyasetçiler, gazeteciler ve yazarlar karşılarındaki insanları değişmekle suçluyorlar. Değişmekle, yani fikirlerini değiştirmekle... Ben bunu bir hayli garip buluyorum. Türk düşünce tarihini tam da bu sebepten dolayı ideolojik bir sınıflandırma şeklinde değil de, iyi ve kötü, altın ve gümüş, yetenekli ve yeteneksiz ve tabii ki kendime yakın bulduğum ve bulmadığım isimler şeklinde ayırıyorum. Yıllarca okul kitaplarındaki, "Sanat ne içindir?" tartışmasını da hep bayat bulmuştum aynı endişelerden dolayı çünkü neden zorluyoruz kendimizi yıllardır anlayamam, "Sanat kendim içindir" der çıkarım bu sorunun içinden. Demek ki bir "kendim" olacak. Bir "kendilik" bilinci oluşacak. İster bu kendilik bilincini Konfüçyüs'ün fikirleriyle oluştur, ister Con Ahmet'in, önemli değil.

Ee, derdimiz ne o zaman? Derdimiz periferimizin değişmesiymiş. O gün öyle düşünmüşüz. O gün niye öyle yapmışız? Çünkü kendisi hiç değişmemiş, mermer gibi kırılmadan sabit kalmış. Dün ne düşünüyorsa, bugün de aynısını düşünüyormuş. Fikri sabiti varmış, değişmezmiş hiç. Kalırmış bir kıyıda. Öyle bir kıyı ki, gemiler geçermiş ufuktan. Yine de kalırmış o.

Büsbütün komedi. Düşünme biçimi olarak "İslamcılığı" seçtiğimde, kendimi bu düşünme biçiminin içinde tanımladığımda en yakın arkadaşlarımdan biri beni "şeriatçı" olmakla suçlamıştı. Bunun ne anlama geldiğini anlatmak için de garip haberlerden falan bahsetmişti. Gerçekten şaşırmış kalmıştım. Üzerinde sürekli düşündüğüm şeylerle değil de, başkalarının beni tanımlama biçimiyle tanımlamak istemişti beni arkadaşım. Niye saklayayım, "şeriatçı" olmaktan hiç gocunmam, tamam da, şeriatçılık diye bir şeyin varlığına da inanmam çünkü öyle bir şey yok. Şeriat aslında hukuki bir terim. Bir terimle bir insanı tanımlamak nasıl da saçma, nasıl da yavan. Mesela kendisini "laik" olarak tanımlayan insanlar da bana hep komik gelmiştir. Bir yönetim biçimiyle kendini tanımlamak… Yine kendisine "cumhuriyetçi" diyen insanlar da bana komik gelir. Her tanım, her türlü hakareti de arkasında sürükler ama aynı zamanda hazır suçlama potasını da "tanımlayan" kişiye armağan eder.

Komünist bal olur mu?

Bir de militanı olduğu fikrin karikatürüne dönüşen insanlar var. Konuşulmayan "diller" bile o dili konuşan son insanla birlikte ölürken, fikirlerin sonsuza kadar hayatta kalacağını düşünmek en hafif tabirle "fantezi" olur. Son samuray, eski tüfek falan gibi sıfatlar çıkartırız da, kendimizi hapsettiğimiz fikrin değişmeye değişmeye ölmeye başladığını kabul etmeyiz. Haberlerde veya sosyal medyada muhakkak karşınıza çıkmıştır Tunceli'nin Ovacık ilçesinin "komünist belediye başkanı." Bir siyasetçiden çok sosyal medya karakteri gibi görünüyor. Sonuçta imaj artık her şey tamam ona bir şey demiyorum da, bu sevimli görünme çabaları altında, sürekli "komünistliğini" hatırlatıp sanki dalga geçer gibi "komünist bal", "komünist süt" imalatına geçmek ve bunun da sosyal medya ve kendisine yakın medya mecralarında haberini yaptırmak… Size de komik gelmiyor mu? Sanırım ideolojilerin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, onları romantikleştirmek…

Tanımlamak değil de anlamak… Önce kişinin kendisini anlaması lazım. "Ben bu konuda bilgisizim, bilmiyorum sorduğunuz sorunun cevabını" demek çok zor artık. Hiçbir konunun cahili olmak istemiyoruz. Bütün CV'lerdeki İngilizce bölümü hep başlangıç aşamasında o yüzden. Çünkü bir dili bilmek o dilin tarihini, edebiyatını da bilmektir. Bir dili "gündelik" konuşmayı bilmekle o dili bilmiş olmayız, yalnızca konuşuruz. Türkçeyi de böyle bilmiyor muyuz? CV'lere artık Türkçe seviyesi de konulmalı…

90'lardan beri konuşa konuşa "bıktım, yeter artık" dediğim konulardan biri de kavramlar konusundaki kafa karışıklığımızdır. Kafa karışıklığının iki muhtemel sonucu oluyor; ya önemsememek ya da korkmak. Reklamlar korkutuyor bizi, o ilacı kullanmazsak evimizi böcekler basar, şu TV'yi almazsak herkesin izlediği kalitede izleyemeyiz yayınları… Tüketim de, üretim de üzerimize korku iklimi yaymakla tehdit ediyor sürekli bizi. En basit tanımlama çabasının bile altında korku geziniyor. Hadi itiraf edelim o zaman kendimize, ilk izlediğimizde titreyerek korktuğumuz "korku filmi," ikinci izleyişimizde komik gelmiyor mu? Eskiden korktuğumuz bazı şeyler biz geliştikçe, o konu üzerinde ehilleştikçe yani deneyim sahibi oldukça bir alışkanlığa dönüşmüyor mu? Demek ki korkmak iyi çünkü bize korkmamayı da öğretiyor. Tanımlayıp sınıflandırmadan, korkmadan, anlaya anlaya açacağız içimizdeki darlıkları.

Böylece, birbirimizi tanımlamaya değil anlamaya başladığımızda bir gün rahata ereceğiz de o gün yakında mıdır bilmiyorum.

BİZE ULAŞIN