Ekrem Demirli: Hayatı ölümle anlamak

Hayatı ölümle anlamak
Giriş Tarihi: 5.3.2018 17:35 Son Güncelleme: 15.3.2018 15:42
Müslümanlar, Allah’ın ikramı olarak geldikleri dünya hayatında O’nu tanımamış olmak, O’nu unutmak ve gafletle yaşamanın utancını yaşarlar. Bu itibarla kavuşma gününde, yüzün kara çıkması en büyük endişe olarak zikredilir.

Tasavvuf bir murakabe ve muhasebe ilmidir. Murakabe; insan ânını erdemler ile imar edebilsin diye geçmiş ile geleceği bir aynaya çevirerek onun gafletten uyanmasını sağlar. "Mebde ve mead", yani varlığın başı ve sonu hakkındaki bir bilgiden doğan murakabe anlayışı, hayatı bütünlük dâhilinde tasavvur ederek, insanı kemale taşımayı hedefler. İnsan hayatı yeryüzünde başlayan ve bedenin dağılmasıyla sona erecek bir hayat olsaydı böyle derinlikli bir murakabe ve muhasebenin hiçbir anlamı olmazdı. Hayatımız; beden öncesi varlığımız, bedende var olduğumuz sınırlı evremiz, bedenin dağılmasıyla intikal edeceğimiz ölüm sonrası varlığımız olmak üzere en azından üç merhalede devam eder. Her üçü de bizimdir ve her üçünde de biz farklı "tavırlar" içinde varlığı idrak ederiz. Dindar bir insan için var olmak bu menziller içerisinde bir menzilden ötekine yolculuk demek iken beden ile ruhun ayrışması anlamına gelen ölüm ise insanın son -fakat sona ermeyen- menzile intikalidir. Ölüm için "göçmek" tabirinin kullanılmasının sebebi budur. İnsan ölmez, göçer!

Ne hiçten geldik ne hiçliğe gideceğiz!

Müslümanlık, Allah'a iman ve ahiret inancı olmak üzere iki kurucu ilkeye dayanır. Bunlar gerçekte aynı ilkenin iki farklı ifadesinden ibarettir: Allah'tan gelmek ve O'na dönmek. Bir din olarak İslam'ın merkezinde Allah inancı yer alır. Her şey Allah'tan, Allah ile ve Allah'a doğru bir seyir ve hareket üzere kabul edilir. Böyle bir varlık anlayışı insana kendi 'sınırlı varlığı' hakkında bir aydınlık kazandırır. Mesele bundan ibaret değil elbette. İlahi iradenin seçimiyle her ne var olmuşsa var olmuş, ilahi kudret her an âlemde ve insan hayatında caridir, ilahi kelam âlem-insan ile Allah arasındaki sürekliliği temin etmektedir. Bu itibarla Allah'ın varlığını kabul etmek, mücerret bir hakikati kabul etmiş olmak anlamına gelmez. Âlemin ve bilhassa da insanın kendi varlığına açıklama getirerek hayatı "hiç" olmaktan kurtarır. Yani ne hiçten geldik ne hiçliğe gideceğiz! İnsan, dinin bu ufku sayesinde hayatın anlam ve değerini fark ederek kendisini yetkinleştirme yolunda bir ömür sarf edebilir. Esas itibarıyla insanın Allah arayışı, kendisini ve içinde bulunduğu evrenin mahiyetini öğrenmek üzere girişilen 'bencilce' bir teşebbüsün neticesiydi. Metafizikçiler bu durumu; "Allah'ı aramak başlangıçta insan için bir fer (ikincil), insanın kendisini bilme arzusu ise asıldır" diye kalıplaştırmıştır. Biz varlığımızı ve var olma nedenimizi merak ederken evreni, evreni anlamaya çalışırken de Allah'ı tanıdık. Hiç kuşkusuz insanın böyle bir arayışa yönelmesinde ölüm ve onun yol açtığı korkuların belirleyici bir etkisi olmuştur.

Allah'ın varlığını kabul eden insan için varlığın kaynağı ve gayesi hakkında belirsizlik ortadan kalkar. Âlem ilahi bilgiden var olmuştur ve burada belirsizlik söz konusu değildir. Böyle bir bakış açısında adem (yokluk) yahut hiçlik belki göreceli olarak bulunabilir. Kadim-karamsar teorilerde tezahür eden salt yokluk veya karanlık fikri böyle bir hakikat anlayışında kendine yer bulamaz. Yokluk, insanın her an muhtaçlığını ve kendi kendine yetersizliğini anlatan bir kavrama dönüşerek Allah'a iltica etmesine katkı sağlar. Müslümanlık, varlığı yokluk ve karanlığa -veya ezeli madde- değil de ilahi bilgiye dayandırmakla insana yaşama umudu vermiştir. "Yaşayan bir basiret ve bilgi üzere yaşamalıdır" anlayışı bu umudun bir ifadesidir. Öyleyse izafi yokluk halinden varlığa gelmek ve var olmak bir lütuf olduğu gibi bizzat hayatın kendisi bir ikram olarak kabul edilir bu düşünce içerisinde. Allah'ın bize en büyük nimeti, yokluğu varlığa getirmesi ve bize varlığı ikram etmiş olmasıdır. Murakabe ve muhasebede hayat ve var olmak, böyle yorumlanır.

Allah'ı varlığın ilkesi saymak, Müslüman düşünce geleneklerinde farklı şekillerde yorumlanageldi. Söz konusu bütün bu yorumların müşterek yönü ise doğrudan veya dolaylı bir iyimserliği ilkece iktiza etmiş olmasıdır. Dini düşünce içerisinde ortaya çıkan bütün metafizik eğilimler başlangıç ve son hakkındaki bilgileri sebebiyle "iyimser" bir varlık tasavvuru geliştirdi. Meseleye felsefi miras cihetinden bakanlar için âlem Allah'ın mükemmelliğinin bir neticesi olarak "feyezan" etti. Bu teoride her şey "sudur" yoluyla birbirine bağlanarak bir silsile yoluyla Allah'a varır. Sudur teorileri kategorik olarak irtibat ve ilişki kümesidir: Âlemde birbiriyle irtibatlı olmayan hiçbir şey yoktur! İnsanın âlemde yalnız olmadığı ve bütün evrenin onun evi olduğu düşüncesi buradan neşet eder. "İnsan âlemdeki her bir şeye ve duruma ünsiyet edebilecek yegâne varlıktır" der sufiler! Başka bir anlamda insan, kelimenin teknik anlamıyla "dünyalı" sayılabilecek yegâne varlıktır. Varlık içindeki hiçbir şey ona yabancı gelmez, her duruma intibak edebilir, her yeni şeye intikal yeteneğine sahiptir. Bu düşünce, bünyesinde pek çok imkânı barındırmasına rağmen zorunlu bir "nedenselliğe" vardığı için itirazlarla karşılaştı. Zira nedensellik, insan için imkân alanını daraltarak onu belirli bir zaruret alanına hapsetmek demekti. Bu sebeple felsefi yorumlar eleştirel gözle okunarak "endeterminist sudur" teorisi geliştirildi fakat durum değişmeyecekti: İnsan başı ve sonu hakkında açık bir fikre sahip olduğu âlem içerisinde endişesiz yaşıyordu.

Müslümanların bir kısmı ise Allah ile âlem irtibatını, kadim ile zamanda var olan ilişkisi seklinde düşündü. Bu bakış açısı başlangıçla ilgili bir bilgi getirerek insana umut verdi. Bu ikinci bakış açısında sadece "ilke" olarak Allah'tan söz edilmekle kalınmadı, O'nun niteliklerinden söz edilerek insanın varlığı daha anlamlı kılındı. Üstelik buna bir maksat eklenerek insan bir gaye ve sorumluluk için evrene gelmiş sayıldı. Bu yorumda Allah'tan söz etmek bilgiden, iradeden, kudretten ve sözden söz etmek demektir. İnsanın yeryüzüne gelişi ilahi iradenin neticesi olarak yorumlanınca belirsizlik veya müphemlik tamamen ortadan kalktı. Böyle bir Allah inancı ise varlık iyimserliğini daha güçlü bir noktaya taşıyarak Müslümanların ölüm ve hayat idrakini daha "soğukkanlı" yapmasına zemin sağladı.

Ölüm korkusu müminlere tevazuu öğretir

Müslümanlık için ikinci kurucu ilkenin ölüm sonrasıyla ilgili olduğunu belirtmiştik. Birinci ilkeyle varlığın öncesini, irade ve bilgiye dayandırarak izah eden din, bu kez ölüm sonrasını izah ederek sonumuz (mead) hakkında aydınlatıyor bizi: Geldiğimiz yere gideceğiz! Aslında ahiret inancının birinci ilkenin zorunlu neticesi olduğunu belirtelim: Allah'ın varlığın sebebi olduğuna ve O'ndan geldiğimize inanmak ile ahirete inanmak birbirini ikmal eden iki ilke olarak hayatımızı tanzim eder. Ahirete inanç, ölünce varlığımızın devam etmesiyle sınırlı bir inanç değildir. Ahirete inanç, kendisinden geldiğimiz Allah ile buluşmaya ve O'na gitmeye inanmak demektir.

Bununla birlikte ahiret inancı ve ölüm hakkında Müslümanlar farklı tavırlar sergilemiştir: Hayatın bir yükümlülük ve kurallara göre yaşanılması gerektiğini düşünenler için ölüm sonrası "hesap verme günü" sayılmıştır. Ahirette insanlar, dünya hayatını nasıl geçirdiklerinin hesabını vereceklerdir! Dindarlar arasında yaygın tavır budur. Günlük hayatta kullandığımız pek çok deyim hesaplaşma gününe gönderme yaparak ahlaki hayatı tanzim eder: "Ruz-i mahşer" tabiri, insanlar arasındaki hesaplaşmanın kısmen Allah'a hesap verme vakti olarak görülür. Müslümanlar arasında ölüm korkusunun en yaygın tarzı "hesap günü" zorluklarını düşünmekten kaynaklanan korkudur. Sufiler ve zahitler arasında ölüm gününü düşünerek ahiretteki durumlarına ağlayanlar pek çoktur. "Bekkaûn (ağlayanlar)" denilen zümre, ahiret hayatının sıkıntılarını anlatarak görülecek "çetin hesaba" dikkat çeker. Eşrefoğlu Rumi vefat eden babasını rüyasında gördüğünde babasının şöyle dediğini aktarır: "Evladım! Ölüm çok çetin mesele imiş!" Bazı sufiler; "Toprak olsaydık keşke" derler. Kuran-ı Kerim'de kâfirlerin ahiretteki pişmanlıkları olarak aktarılan cümleleri hatırlatan sözler sufilerce dile getirilir. Ölüm hallerinin zorluğu, son nefeste iman ile göçüp göçmemek gibi meseleler, ilahi huzurda hesap vermenin sıkıntıları, sufilere hayatın tadını kaçırtmıştır. Bu nedenle de ölümün adı bir hadisten mülhem olarak "ağız tadını kaçırtan" bir durum olarak yerleşmiştir bu zümrelerin belleğine!

Ölüm korkusunun en önemli sebebi, son nefesteki imanın durumuyla ilgilidir. Ölen kişi; "Bu dünyadan mümin mi yoksa inançsız olarak mı göçmüştür" sorusu çetin ve ciddi bir mesele olarak görülür. Son nefes bütün hayatın şahidi ve hakiki delili olarak ortaya çıkar. "Kim mümindir kim değildir yarın Hak divanında belli olur!" Son nefes endişesi Müslümanlar için "iddiasız dindarlığın" sebebidir aslında. Hiçbir Müslüman akıbetinden emin değilse -ehl-i sünnete göre böyledir- kimse dindarlığı müktesep bir hak sayarak iddialı konuşamaz, başkasını suçlayamaz, kendini üstün tutamaz. Ölüm korkusu müminlere tevazuu öğretir!

Ölmekten değil Allah'a mahcup olmaktan korkanlar

Hesap gününden duyulan korkunun ikinci yönü ise Allah'tan utanmak yahut O'nun azabından korkmaktır. Azaptan korkmak ile Allah'tan utanmak aynı şey değildir kuşkusuz. Birincide insanın kendisiyle ilgili kaygısı ağır basarken diğerinde Allah hakkındaki hürmeti, tazimi ve daha derinde yatan Allah sevgisi belirleyicidir. Müslümanlar, Allah'ın ikramı olarak geldikleri dünya hayatında O'nu tanımamış olmak, O'nu unutmak ve gafletle yaşamanın utancını yaşarlar. Bu itibarla kavuşma gününde yüzün kara çıkması ihtimali en büyük endişe olarak zikredilir. Bu utanç öyle bir hal alır ki, insan yokluğu arzular. Buradaki paradoks şudur: Sıradan bir insan için en büyük korku sebebi olan ölüm ve yokluk, böyle müminlerde bir çareye dönüşerek utanma duygusundan kaçmak için talep edilir. Ölüm korkusu, Allah karşısında mahcup olmanın ağırlığı karşısında nedir ki?

Müslümanların bir sınıfı ise ölümü sever ve onu, Allah ile kavuşmanın yolu olarak sayar. Aslında onlarda da yukarıda sözü edilen korkular vardır fakat bu korkular, tedricen yerini kavuşma arzusuna bırakır ve hayattan severek, isteyerek göçmelerine imkân sağlar. Ölümü arzulayanların başında peygamberler gelir. Hz. Peygamber, ölümü Refik-i A'laya (Yüce Dost) gitmek olarak kabul etmişti. Allah'ı bir dost olarak görmek dini hayatın zirvesini teşkil eder. Artık ölüm korkusu, yokluk kaygısı veya her türlü endişe yerini kavuşma arzusuna bırakarak hayatı ve ölümü yeni bir gözle yorumlamaya imkân verir: Külli bir varlık anlayışı!

Ölüm "dosta" yolculuk ise yeryüzündeki hayat ancak 'görev' gereği razı olunacak bir fedakârlık sayılabilir fakat bu anlayış içinde daha derin bir kavrayışla dünya hayatı yeniden yorumlanarak "yaşama sıkıntısı" yerini dünyadaki kavuşma zevkine bırakır. Bayezid-i Bestami bir sözünde bunu izah eder: Hafız; "İnna lillah ve inna ileyhi raciun (Allah'tan geldik ve Allah'a döneceğiz)" ayetini okuyunca "Peki şimdi neredeyiz" diye sorar. Bunun cevabı bellidir: Şimdi de Allah ile beraberiz! Bu yorumla dünya hayatı, terk edilmesi gereken bir yer olmaktan çıkıp Allah ile beraber ve O'nun huzurunda yaşanan bir "safa" hayatına dönüşerek "erken cennet" haline gelir. Dünya hayatı Allah'ı tanımış olanlar için bir cennet hayatıdır ve bu cennete girenler ahiret hayatında başka nimetlere ereceklerdir.

BİZE ULAŞIN