Masumiyetin kaybı
"Ama ben n'olacağım? Ağlaya ağlaya uyudum. Ne çok gözyaşı çıkıyor benden şaşıyorum. Demek ki birisi sus diyene kadar bütün çocuklar sonsuza dek ağlayabilir..."
Leyla İpekçi/Maya
Aslında çocukluğun tanımlanması ve sosyal dönüşümü üzerine bir şeyler yazmak son derece zor. Çocukluğun tarihini de yetişkinler yazmış durumda çünkü. Kendi hayatımda çocukluğu nerde bırakmıştım diye düşünüyorum. Sanırım 4'üncü sınıfa giderken bir gün okul çıkışında anne-babamın trafik kazasında ağır yaralandığını öğrendiğim o an, çocukluktan yetişkinliğe geçtiğimi fark etmiştim. Annemin yatarak geçirdiği iki ayda da anne-çocuk rollerini büyük oranda değiştiğimizi söyleyebilirim. Göz kapağına atılan sekiz dikişin ardından ziyarete gelen komşular-akrabalar sürekli; "Verilmiş sadakanız varmış ya gözüne gelseydi" diyorlardı. Çocuk lügatime "sadaka" kelimesi o dönem girdi. Sözlükten bakmıştım, ne demek istediklerini anlamadığımdan. Bu hep böyleydi ve aslında çocukluk bir tür yeni kavramlarla mücadeleydi sanırım benim için. Yeni kavramlar, yeni anlamlar girdikçe hayatımız daha anlaşılır olmadı aksine daha karmaşık bir hal aldı ve büyüdük.
Şimdilerde çevreme ve çocuklara bakıyorum; sokakta, otobüste, alışveriş merkezinde, okulda... Çocukluğunu 90'lı yıllarda bırakmış biri olarak çevremdeki hikâyenin rengi bir hayli değişmiş durumda. Şimdilerin çocukları ile 90'lı yılların çocukları kıyas götürmeyecek derecede farklılıklar barındıran toplum ve aile ortamına sahipler. Burada anlatmak istediğim; "ah 90'larda biz ne iyi çocuklardık" falan değil ama yaşanan dönüşümün hızından ürkmüyor değilim. Sanırım fırsatları ve imkânları ile birlikte ne yazık ki acziyeti de artan bir "çocukluk miti" var artık. Bu miti çekirdek aile yarattı ve en büyük inancını da bu mit üzerine kurgulamış durumda. Çekirdek ailenin geleceği bu mite bağlı anne babaların gözünde ama farkında olmadan çocuğun yahut çocukluğun anlamını daraltan ve boşaltan bir süreci tecrübe ediyoruz. Nasıl böyle bir anlayışa savrulduğumuzu anlamak ve açıklayabilmek için gelin dünyadaki tartışmalara da kulak kabartalım biraz. Öyle ki bu mitin oluşmasının ardında yaklaşık 100 yılı aşkın Batı merkezli bir arka plan söz konusu.
Günahkâr çocuk
Bildiğiniz gibi Hıristiyanlıkta çocuk günahıyla doğar ve arınması, düzeltilmesi gerekir. Bu arındırma ve düzeltme ihtiyacı o dönemlerde çocuklara bakışı da önemli ölçüde etkilemiştir. Hıristiyanlıktaki çocuğun günahkâr olarak doğduğu inancı Batı'da çocuklara yönelik dayağın bile sözde bir tür eğitim aracı olarak kullanılması ehliyetini veren sert pedagojik yaklaşımların ardındaki temel motivasyondur. Evet günahkar doğan bir çocuk düzeltilmelidir. Bu bakış açısı modern tabirle çocukların ruhi ve fizikî haklarının ihlaline neden olmuştur.
Aydınlanma ile birlikte John Locke gibi dönem filozofları da kilisenin pek çok uygulamasına olduğu gibi bu durumu da tepki göstermiştir. Bir çocuğun günahkâr doğmasının mümkün olmayacağını belirtmiş ancak onlar da çocukluğun tanımlanmasında şöyle bir yanılgıya düşmüştür: Aydınlanma filozoflarına göre çocuk boş bir levha olarak doğar. Yaşantı ve özellikle eğitim ile bu boş levha dolmaya başlar. Çocukluk mitinin doğuşu biraz bu döneme denk gelmektedir. Çocuk boş bir levhadır yahut bizim eğitimciler çok sık kullanır; çocuk bir hamurdur ve şekillendirilir. İlk savrulmanın buralarda bir yerde başladığını söyleyebiliriz. Bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltmenin yarattığı garip bir semantik savrulma hali.
Bizim dinimizde ve geleneğimizde çocuk ne günahkâr ne de boş bir levha olarak doğar. Anne rahmine düştüğü andan itibaren biz çocuğa bir şahsiyet veririz. Çocuk, günahsız bir melek gibi doğar ve kesinlikle boş bir levha değildir. Bahşolunmuş birtakım özellikleri vardır en baştan, örneğin Chomsky'nin tanımlamakta zorlandığı ve en sonunda "kara kutu" olarak tanımladığı dil edinme melekeleri doğuştan gelir. Gelenekte var olan bu bakış açısına rağmen çevremize baktığımızda halen son derece Batı merkezli ve modern çocukluk söylemlerinin çok da fazla sorgulanmadan kabul gördüğüne şahit oluyoruz. Burada da ailenin dindar olması, mütedeyyin yahut seküler olması çok bir fark oluşturmuyor aslında. Bu anlamda modern "çocukluk miti" hemen her görüşten insanı etkilemiş durumda diyebiliriz.
Modern eğitim ve ekonominin şekillendirdiği çocukluk miti
Sosyolojik bir kategori olarak çocukluğun ele alınması 18 ve 19'uncu yüzyıllara dayanıyor. Bunun temelinde, ekonomik ilişkilerin değişmesi nedeniyle aile kavramının dönüşümü ve küçülmesi yatıyor. Sanayi Devrimi'nden önce tarım toplumlarında çocukların olabildiğince hızlı büyümesi ve erken yaşta ailesinin tarımsal faaliyetlerine yardım etmesi beklenirdi. Çocuk sayısının fazla olması da tarım toplumlarında büyük öneme sahipti, bir bakıma ücretsiz ırgattı çocuklar. Özellikle de en büyük çocukların önemi ailede çok daha fazlaydı.
Aydınlanma süreci ve ardından Sanayi Devrimi ile birlikte çocuğun toplumsal konumunda değişiklikler söz konusu oldu. Ekonomik olarak sanayi üretimine geçiş insanların tarımsal hayattan şehirlere göç etmesine, ailelerin küçülmesine, çocuk sayısının azalmasına ve çocukların eğitime daha fazla yönlendirilmesine neden oldu. Baba fabrikaya, çocuklar okula gider, anne de ev işleri ile ilgilenir. Modern çekirdek ailenin başlangıç hikâyesi özetle böyledir. Çocukluk mitini başlatmış olsa da hikâyenin aynı tekdüzelikte devam ettiğini söyleyemeyiz.
Çocukluğun tarihi ve sosyolojisi konusunda ilk ve önemli çalışmaları yapan Fransız tarihçi Philip Ariès, Yüzyıllar Boyunca Çocukluk kitabında aydınlanma ve beraberinde getirdiği modernizmin yaşamı çocuklar için daha zorlu bir hale getirdiğini savunur. Özellikle Ortaçağ döneminde çocukların çok daha iyi şartlarda olduğunu iddia eder. Charles Dickens'in öksüz bir çocuğun hikâyesini anlatan Oliver Twist romanı, Sanayi devrimi'nin yaşandığı dönemin Londra'sında geçer ve anlatılan manzara, Ariès'i destekler nitelikte son derece rezildir. Sanayinin ve şehirleşmenin geliştiği modern ortam romanın sonu güzel bitse de çok fazla çocuk lehine işlemez.
Peki bu durumda, 20'nci yüzyıl "çocuk çağı" mıydı ve gerçekten böyle yaşandı diyebilir miyiz? Bosna'da her yıl temmuz ayında anma törenlerinin yapıldığı Srebrenitza Katliamı'nın ardından katliamın kurbanlarından altı aylık Fatıma bebeğin mezar taşını gördüğümde yahut Anne Frank'ın günlüğünü okuduğumda, ABD'de Rochester'da tamamı hamile çocuklardan oluşan bir okulu gördüğümde 20 ve 21'inci yüzyılların pek çok çocuk için felaket yüzyılı olduğunu söyleyebiliriz. Geçmiş çağlarda veba salgınıyla yaşanan toplu çocuk ölümler, bugün kitle imha silahları ile yaşanıyor. Dolayısıyla modernizmin her çocuğun lehine işlediğini söylemekten halen çok uzaktayız. 20'nci yüzyıl çocuk temasında sosyal, tarihî ve psikolojik çalışmaların yaygınlaştığı bir yüzyıl olması nedeniyle bir tür çocuk çağı olarak değerlendirilebilir. Literal anlamda bir çocuk çağı ama gerçek anlamda olsa olsa çocuk miti çağı olur. Bu gibi tezatları içinde barındıran her kavrama daha temkinli yaklaşmak durumundayız.
Çocukluk miti ve örselenmiş anne babalık
Tarihin hiçbir döneminde çocuk ve anne-baba ilişkisi bu kadar yakın ve bağımlı düzeyde olmamıştı. Bu yakın ve bağımlı hal çocukluk mitini yükseltirken anne-baba kimliklerinin örselenmesine neden oldu. En eski dönemlerde dahi bebeklikten itibaren çocuklar sütanne yahut dadı gibi öz anneleri olmayan kişiler tarafından yetiştirilmekteydi. Bu anlamda özellikle Ortaçağ Avrupa'sında çocukların hızlı şekilde yetişkinliğe erişmesi için anne babalarından ayrı bir ortamda yetiştirilmeleri özel bir yöntem olarak uygulanmıştır. Osmanlı'da da bilhassa şehzadelerin yetiştirilmesi konusunda benzer yöntemlerin tercih edildiği söylenebilir.
Şimdilerde anne babaların yakın ilişkide olması ve birlikte daha fazla vakit geçirmeleri çocuk mitinin daha da fazla anlam kazanmasına neden olurken anne-babayı bu mitte çocuğun emir eri pozisyonuna itmesi nedeniyle de anne baba rollerini olumsuz etkiledi. Bu örselenmişliğin izlerini özellikle kentleşmiş orta sınıfta çok daha net gözlemleyebilirsiniz. Dünyada pedagoji ve psikoloji disiplinlerinin özellikle Batı merkezli bir ivme kazanması, Türkiye'de çocuğa bakış açısında kentleşme ile birlikte önemli etkiler yaratmıştır. Bu alanda Batı'da yazılan metinlerin hızlı bir şekilde Türkçeye çevrilmesi ve ekranlarda sıkça rastladığımız psikologların yönlendirmesi ile Türkiye'de de çocukluk miti anne-babalardan büyük kabul gördü diyebiliriz. Açıkçası modern çocuk eğitimi literatürünü küçümsemek yahut suçlamak anlamında söylemiyorum bunları, ancak tabii ki anlamında en azından bizim ülkemizde yaşanan tezatları ve yanlış uygulamaları görebiliyoruz. Batı literatürü ailenin bütün misyonunu çocuğa yükleyin demiyor ama biz yüklüyoruz ama bu yüklemeyi bile çok yanlış yorumluyoruz. Ailenin merkezinde çocuk var ama çocuklara zihnen ve fiziken engelli muamelesi yapılması, ilkokul düzeyinde çocukların -ki bunların psiko-motor becerilerinin gelişmiş olması lazım- o vakte kadar ayakkabılarının dahi ebeveynleri tarafından bağlanması, yemeğinin annesi tarafından yedirilmesi insan tabiatına ters ve fıtrata saygısızlık da bir bakıma.
Öyle bir noktaya geldik ki anne babanın çocuktan uzak geçirilen bir saati için bile çoğunlukla telafi oyuncaklarla yapılıyor. Çocuklar resmen oyuncak yorgunu. Oyuncak sayısı ile egonun da arttığı bir dönem. Artık anne babayı da oyuncak gibi gören bir çocuk profili var. Aldığın oyuncak kadar varsın... Anne baba için de çocuklar duygusal yatırım aracına dönüşüyor. Bilgisayarlarla, özel kurslarla her anını dolu dolu geçirdiğimiz çocuklarımız, uyaran sayısı arttıkça balon bir özgüvene sahip oluyorlar ama masumiyetlerini kaybediyorlar.
Özlediğimiz çocukluk
Modernizm öncesinde Almanların Wunschkind şeklinde isimlendirdiği özlenen/istenen çocuk anlamına gelen bir ifade vardır. Yazıyı, özlenen çocuğu bugün nasıl tanımlarım diye düşünürken bir anda televizyonda Bal filmine denk geldim. Semih Kaplanoğlu'nun 2010 yılında yaptığı bol ödüllü filmde küçük bir Yusuf hikâyesi anlatılır. Bizim geleneğimizde çocuğun ve çocukluğun derin ve kadim anlamını filmin her karesinde bulabilirsiniz. Bir Karadeniz köyünde geçen hikâyede; yedi yaşındaki Yusuf'un arıcılık yapan babası Yakup'la olan kısık sesli diyalogları enfestir. Babası ile arkadaş değildir Yusuf ama Yusuf'un hayatının merkezinde babası vardır. Yusuf lunapark bilmez, AVM hiç bilmez ama ağaçları, çiçeklerin ismini, arıları bilir... Bir de rüyaları vardır babasının sakın kimselere anlatma diye sıkı sıkı tembih ettiği rüyalar. Sanırım benim özlediğim çocuk Yusuf gibi bir çocuk...
Çocuk varsa masumiyet vardır; çocuk varsa saflık vardır. Çocukları ayaklı Google şeklinde yetiştirmemiz belki onların ilerde beyaz yakalı deri koltuklu işlere sahip olmalarını sağlayacaktır ama bu kadar uyarana maruz kalmaları masumiyetlerinin çok daha erken dönemlerde kaybına neden olabilecektir. Çocukların masumiyetini kaybetmek ise toplumsal felaketimiz olur.
İpek Coşkun kimdir?
Eğitim bilimleri uzmanı.