KİTAP: 1995/FİLM: 2009
KÖRLÜK (BLINDNESS)
Portekizli usta yazar José Saramago'nun kitabından uyarlanan filmde sıra dışı bir hikâyeyle karşılaşıyoruz: Aniden ve sebepsiz yere kör olan bir adamın gittiği göz doktoruna körlüğünü bulaştırması ve sonrasında kentte başlayan körlük salgını... Hastalığın bulaşmadığı tek insan olan doktorun karısının tamamı körlerden oluşan yeni bir düzen içinde gördükleri ve yaşadıkları... Hiçbir mekânın ve hiçbir karakterin adı yok: Doktor, eczacı çırağı, oto hırsızı, siyah gözlüklü kız, ilk körün karısı gibi genel nitelemelerle film, tam anlamıyla evrensel bir eksene oturuyor. Saramago'nun metafor olarak kullandığı "körlük", filmde daha ziyade fiziksel duyu kaybı gibi anlatılabilmiş, felsefi ve sosyolojik boyutta kitaptaki vuruculuk filme yansıtılamamış. Kitabını okumayanların sıra dışı bulup beğeneceğini fakat okuyanların izlerken hayal kırıklığına uğrayacağını düşündüğüm bir film.
KİTAP: 1958/FİLM: 1961
ÇILGINLAR KRALİÇESİ (BREAKFAST AT TIFFANY'S)
"Hüzün sözcüğünü kullanmadan hüzünlü bir hikâye anlat" demişler ve Truman Capote de Çılgınlar Kraliçesi (Breakfeast at Tiffany's)'ni yazmış sanki. Küçükken annesi tarafından terk edilen Capote'nin otobiyografik izler taşıyan ve yayımlandığı döneme damga vuran kısa romanı, üç yıl sonra sinemaya da uyarlandı. Bir kedisi ve bir gitarı olan, ele avuca sığmayan, her konuda cesur olmasına rağmen bir insana ait olmaktan korkarak yaşadığı evi bir barınak gibi kullanan, içinde kopan fırtınalardan mücevher dükkânı Tiffany'nın önünde kahvaltı ederek kurtulabilen Holly -Capote'nin tarifiyle Amerikalı Geyşa- karakteri Audrey Hepburn ile ete kemiğe büründü beyaz perdede. O kadar sevildi ve kitlesel bir ilgi yakaladı ki, aslı siyah beyaz olan film daha sonra renklendirildi, hatta Boston'da müzikal uyarlaması bile yapıldı. Filmle yetinenler, sadece Holly'nin renkli hayatını görebiliyor. O renkli hayatın altındaki sosyo-ekonomik trajediyi, derin melankoliyi hissetmek içinse kitabı okumak gerek. Kitapta karakter betimlemeleri o kadar başarılı ki, okuyucu filmi sesi kısık izlese bile karakterleri çok rahat tanıyabilir. Peki, gerçek Holly kim? Capote bu kadını imgelerken kimden ilham aldı? Gloria Vanderbilt diyen de var Maeve Brennan diyen de ve hatta annesi olduğunu düşünen de… Seçim sizin.
KİTAP: 2003/FİLM: 2006
DA VINCI ŞİFRESİ (THE DA VINCI CODE)
Matematik profesörü bir baba ile ilahiyat müzisyeni bir anneye sahip olması Dan Brown'ın kitaplarına egemen olan iki paradoksal felsefeyi açıklamak için yeterli sanırım: Bilim ve din. Uzun süre çok satanlar listesinin başında kalan Da Vinci Şifresi de bu iki felsefe ile dolu dolu yoğrulmuş bir serüven. Kitabı ayrı, filmi ayrı güzel. Hıristiyanlıktaki iç çekişmeler üzerine kurulu, batıl inanışları derin incelemelerle ortaya koyup bilgi şoku yaşatan bir eser. Kutsal Kâse ekseninde dönen maceralarda detaylarıyla anlatılan müzeler ve sanat eserlerini filmde canlı canlı görme fırsatı buluyorsunuz. Hatta olur da Paris'e gider Louvre Müzesi'nde gezinti şansı bulursanız ilk aklınıza gelen bu film olur muhtemelen. Filmin akış hızında detayları yakalamak mümkün olamayabiliyor bazen, o yüzden kitabı okunduktan sonra filmi izlemek daha iyi olabilir. Tadı damağımda kaldı diyenler, konusu farklı fakat başkarakteri aynı olan Melekler ve Şeytanlar'ın filmi ve kitabıyla İtalya'da devam edebilir maceraya.
KİTAP: 1964/FİLM: 1988
REİS BEY
Necip Fazıl Kısakürek'in kaleme aldığı eser, 1988 yılında Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye uyarlanmış. Haluk Kurtoğlu mimikleriyle hem iyi hem de kötü yanlarıyla Reis Bey'i nakış gibi işliyor hafızalara. Merhamet-adalet kavramları üstüne oturtulan konusuyla, "Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız, ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz" repliğini dilimize dolayan Necip Fazıl, mutlak adaletin ancak sınırsız merhamet ile sağlanabileceğini anlatıyor bu eserinde. Okunması gerekli yerli kitaplar listesinde olmayı hak eden bu eserin oyuncu performansları ve müzikleriyle göz alıcı etki yapan filmi de izlenmeye değer. Günümüzde tiyatroda da yerini alan başyapıtın işitme engelliler için Türkçe altyazılısı da mevcut.
KİTAP: 1964/FİLM: 2002
PİYANİST (THE PIANIST)
Başarılı bir piyanist olan Wladyslav Szpilman'ın otobiyografik romanından uyarlanmış, üç Oscar alan bir Roman Polanski filmi. Soykırım yıllarında Yahudilikten ölmemek için çatı katlarında Almanlardan saklanan Szpilman'ın aynı zamanda açlıktan ölmemek için verdiği mücadele kendi anıları eşliğinde anlatılıyor. Bütün yakınlarını kaybeden Szpilman'ın savaş bitiminde; "Ölümden nasıl bir hayat enerjisi çıkarabilirim" sorusuyla piyanosunun başına geri dönüşü istemsiz bir sükuta ram ediyor izleyiciyi. Yazarının da yönetmeninin de soykırıma canlı şahit olması, hem kitabın hem filmin etkileyiciliğini artırmış. Görsel ve işitsel etkisiyle kitabının gölgesinde kalmayan güzel bir film.
KİTAP: 1985/FİLM: 1990
DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ (THE HANDMAID'S TALE)
1984 yılında Damızlık Kızın Öyküsü romanını yazarken o dönemde hâlâ çok güçlü olan Sovyet İmparatorluğu'ndan ve Demir Perde ülkelerine yaptığı ziyaretlerde gördüklerinden etkilendiğini belirtiyor Batı Berlin'de yaşayan Margaret Atwood. İçinde yaşadığımız dünya giderek bir distopyaya dönüşme eğilimi gösterirken yazılan bu eser geniş kitlelerce yankı uyandırdı. Teokratik bir diktatörlük döneminde kadınların yönetici sınıf için çocuk dünyaya getirmek zorunda olduğu bir gelecek portresi çizen Atwood kitabında sadece kadın hakları ihlalinden değil, yüksek rütbeli olmayan erkek sınıfının bir hayli ezildiğinden de bahsetmeyi ihmal etmiyor. Kadının metalaştırılmasından yakındığımız şu günleri önceden sezmiş olmalı ki Atwood'un bu kitabında yer alan kadınlar erkeklerinin isimleriyle anılıyor: Başkarakteri canlandıran Elisabeth Mass'ın filmdeki adı "Offred" yani Of Fred (Fred'inki). Yazarın başkaraktere vermeyi tercih ettiği bu isim Tarkovski'nin Offret isimli filmini çağrıştırıyor zihinlerde, anlamı ise çok manidar: Kurban. Doğurgan olan kadınların tek tek yakalanarak damızlık hale getirildiği, kadınların başlarına sadece önlerini görebilecekleri bir şapka ve kırmızı üniformalarla gezmelerinin zorunlu olduğu; değil söz haklarının etraflarına bakmalarının dahi yasak olduğu bir ülkede yaşam mücadelesi veren kadınları kaleme alan yazarın bu eseri diğer distopik eserlerden biraz daha farklı. İnsanların düzenli işleyen sıradan bir dünya düzeni içerisinde günün birinde kendilerini karanlık bir yaşantıda bulmaları okuyucu ve izleyici nezdinde empati kurma anlamında yardımcı oluyor.
KİTAP: 1988/FİLM: 1991
KUZULARIN SESSİZLİĞİ (THE SILENCE OF THE LAMBS)
Thomas Harris'in meşhur üçlemesinin sinemaya uyarlanan ilk halkası Kuzuların Sessizliği. Red Dragon eserinde ünlenen Hannibal Lecter, bu filmle birlikte parlayıp unutulmaz film karakterleri arasında yerini aldı denilebilir. Hannibal Lecter'in zekâsına, Claris Starling'in cesaretine hayran kalıp gerilimi de parmak ucunuzdan ense kökünüze kadar hissederek izleyeceğiniz etkileyici bir arşiv filmi. Anthony Hopkins'in ekranda çok az görünmesine rağmen hafızalarda en fazla kalan oyuncu olması da hem canlandırdığı Hannibal karakterinin sıra dışılığı hem de oyunculuğunun ihtişamı ile açıklanabilir sanırım. Sadece afişinin ilgi çekiciliği ve derinliği için bile izlenebilecek bir kült yapım demek abartı olmasa gerek.
KİTAP: 1969/FİLM: 1972
BABA (THE GOD FATHER)
20'nci yüzyılın ortalarında bir İtalyan mafya ailesinin destansı öyküsünü anlatan film, dünya sinema tarihinin kültleri arasında. Konusunun gerçekliği, oyuncularının performansı, müziklerinin güzelliğiyle arşivlerde yerini almış bir başyapıt. Film oldukça uzun -2 saat 58 dakika- olduğu için kitaptaki olay ve diyaloglar ayrıntılarıyla ve bozulmadan aktarılabilmiş. Kitabı da filmi de benzer güzellikte bir eser. Tabi konuya her yönüyle hâkim olayım, ana karakterler gibi yan karakterleri de bütün ruhsal çözümlemeleriyle tanıyayım diyenlerin kitabı okuması şart. Çünkü yan karakterlerle ilgili olay ve detaylara filmde pek rastlanmıyor. Çekildiği yıldan itibaren hep ilgi gören film, 2006 yılında kitaba konu olan Sicilyalı mafya lideri Provenzano'nun yakalanmasıyla da ayrıca gündem olmuştu. Sicilya'ya yolu düşenlerin hediyelik eşya dükkânlarında bolca Al Pacino konseptli figür görmesi mümkün. Üzerinden yaklaşık yarım asır geçmesine rağmen canlılığını koruyan bu filmi hâlâ izlemeyen var mı?
KİTAP: 1954/FİLM: 1963
SİNEKLERİN TANRISI (LORD OF THE FLIES)
İnsan doğuştan kötü olabilir mi? Nobel Edebiyat Ödüllü yazar William Golding, II. Dünya Savaşı yıllarında gördüğü vahşiliğin ve zulmün etkisiyle bu sorunun cevabını çocuklar üzerinden yanıtlamaya çalışıyor Sineklerin Tanrısı kitabında. İngiltere'de kraliçe tarafından doğrudan verilen iki ünvandan biri olan sir ünvanını alan yazar, tüm kötülüklerin kaynağı şeytan anlamına gelen İbranice 'Beelzebub' (Sinek Kral) kelimesini başlığa taşımış. Golding, uygar insanın yüreğine gizlenen karanlığı deşerken daha çok Conrad'ın kısa romanı Karanlığın Yüreği'ni andırıyor okuyucuya. Medeniyetin göbeğinde doğan çocukların ıssız bir adanın ortasında verdiği yaşam mücadelesini anlatan eserdeki karakterlerin özellikleri de çok manidar: kararlılığı, masumiyeti, korkusuzluğu ile tanınan Ralph; vahşi duygularının, dogmalarının, önüne geçemediği güç tutkusunun esiri olan Jack… Distopik bir kurgu eseri olan roman, yönetmen Harry Hook tarafından beyaz perdeye uyarlanmış. İyi ile kötü arasındaki ezeli kavga bu eserde tarihi, psikolojik, sosyolojik ve dinî metaforlar olarak yeniden yorumlanmış. Kaleme alındığı dönem gereği avcıların Jack'e kayıtsız itaati ve hayranlığı Nazilerle Hitler arasındaki ilişkiyi anımsatır nitelikte. Domuzcuğu öldürdükleri sahnede taşı yuvarlayanların yüzlerindeki kan dondurucu ifade, adadan kurtulacaklarını anladıkları anda mutluluklarıyla beraber yaşadıkları pişmanlık iliklere işleyecek düzeyde yansıtılmış izleyiciye. Kitaptaki kadar ayrıntıya yer vermese de kitabın da filmin de yeri ayrı.