Godard'ın; "Bir film yapmak her şeyi reddetmektir" derken kastettiği o tutkulu itirazın başkentinin Tavşanlı'nın Tepecik köyü olması çok uzak bir ihtimal değil. Bizi buna inandıran bir derviş sinemacı geçti çünkü bu dünyadan. Derviş ve dâhi. Bir film yaptı ve her şeyi reddetti. Her şeyi reddeden, hep kırgın ve hep yalnız Ahmet Uluçay'ı bir tripodun tahtadan ayağına bağladığı umutlarıyla hepimize meydan okuyan bilge bir rejisör olarak hatırlamak tek başına yeterli olur mu, bilmiyorum. Tepecik köyündeki mütevazı/zorlu yaşantısını, parasızlığını, imkânsızlıklarını, yoksulluğunu ve kapalı/içedönük bir toplumsal yapı içerisinde deli damgası yemek pahasına sahip çıktığı sinema tutkusunu ve o müthiş film yapma arzusunu biliyoruz. Büyük bir iştiyakla kalbini yatırdığı Kaf Dağı'ndaki hayallerine ulaşmak adına hiçbir engel ve yokuş tanımayan bir adamın kısa sayılabilecek ömrüne sığdırdığı bu uzun serüveni, onu seven herkesin ortak hikâyesi sayılır aslında. Uluçay da "Türkiye kadar bir çiçek"tir son tahlilde. Elverişli olmayan koşullarda, hiç durmadan, usanmadan, yeniden deneyerek ayakta tuttuğu film aşkının bir gün ona "tek filmle kendi sinemasını kuran sinema dâhisi" unvanını getirmesi, sabır ve tutkunun yaşanmış en güzel dansı değilse, başka nedir ki zaten. Ahmet Uluçay gibi öncülü ve ardılı olmayan benzersiz bir yönetmen için yalnızca sinema tutkusu üzerinden bir şeyler söyleyebilmek bile bu dâhiyane hayatın şiirini anlamak adına yeterli galiba. Nihayetinde, babasıyla birlikte gittiği Bursa'da, gördüğü bir film makinesinden gözlerini alamayarak, sekiz milimetrelik bu makineyi görebilmek için her gün 3 buçuk kilometre yol yürümeyi göze alabilmiş bir çocuktan ve her zaman "çocukların ve kedilerin" yönetmeni olarak anılmak isteyen bir adamdan bahsediyoruz. Sinema aşkıyla tutuşup kül olmuş bir ruhtan yahut.
Ahmet Uluçay, imkânsızın sinemacısı ama imkânsızlıkların durduramayacağı kadar tutkulu ve inatçı bir yürek. Samimi ve tertemiz. Onun zihin evreninde koltuk değneklerinden kanat yapmak da mümkündü, karpuz kabuğundan gemiler yapmak da... Her ikisini de yapmayı başardı zaten. Hep belli bir yetenek gerektirmeyen fiziksel güce dayalı işlerde çalışmak mecburiyetinde kalmasaydı, hastalanmasaydı, belki biraz daha destek görebilseydi, yapımcılar onun dünyasını anlayabilseydi, acaba daha neler söyleyecekti dünyaya, acaba hangi masallar saklıydı heybesinde ve kim bilir hangi hikâyelerin dayanılmaz sancısını taşıyordu kalbinde? Kuzey Masalı, Bozkırda Deniz Kabuğu, Küller-Kemikler ve daha başka neler neler. Hasta yatağında "Aklımda hep filmler var" diyordu. Yorgun bedeni daha fazla dayanamadı bu minyatür kozmos ve kaosa.
Sinema aşkını kalbine düşüren en önemli kırılma noktalarından biri olarak, Metin Erksan'ın "Mülkiyet Üçlemesi"nin son halkası olan 1968 yapımı Kuyu (insan mülkiyeti) filmini her zaman sitayişle anan Ahmet Uluçay, sinemaya bu filmden etkilenerek başladığının altını çizerek, kuyu imgesi üzerinden şu güzel cümleleri kurmuştu; "Her anlamda kuyudan çıktım ben. Düşlerden, karabasanlardan, yoksunluklardan, gölge oyunlarından başlayan sinema aşkımın, dünya sinemasına ürün kazandıracak düzeye gelmesinde Metin Erksan'a ve onun "Kuyu"suna duyduğum hayranlığın rolü büyüktür"
Ahmet Uluçay'ın "sineması"
Onun, o çok müstesna sinema evrenini, hikâyelerle dolu bilinçaltını, "gımıldayan resimlere" olan hayranlığını ve bitimsiz hayal dünyasını tanımadan önce herkes gibi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmiyle fark etmiştim Ahmet Uluçay'ın sinemasını. Samimi, sıcak ve iyi kalpli bir film yapmıştı hepimize, bir umut hikâyesiydi çektiği aslında. Çocukluğun saflığı ve berraklığıyla tahkim edilmiş güzel bir senaryonun resmini asmıştı sinemamızın duvarlarına. Kendi çocukluk rüyasını filme alarak ödüllü "gerçek" bir yönetmen olmuştu Uluçay. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi, gerçek bir başarı hikâyesi gibi dursa da, Uluçay'ın kafasındakilerin yüzde biri bile değildi aslında ortaya çıkan şey. Uluçay sinemasını "anlamak" tam olarak buradan başlıyor işte, yani sinemasal nefesini üflediği, her biri birer başyapıt olan düşsel kıssalarından, büyük hikâye orda saklı.
Mikro ve makro âlemler arası geçişlerle birlikte, rüyanın imkânlarını da hatırlatan Minyatür Kosmos'da Rüya filminde mesela, yumurtaların çığlığını gören-duyan, o hayal dünyasını fark eden çocuktur Ahmet Uluçay, yumurtaları "yumurta" sanarak ezen çocuksa onu hep baskılayan, çok rüzgârlı dış dünya. İnci Denizin Dibinde filminde ilahi bir müzik eşliğinde dans eden mum ışığının titreyerek üşümesinde kocaman bir öte dünya saklıdır. Epilepsi hastalığına yakalanan bir kameranın hikâyesini anlatmak kadar fantastik bir mesele yoktur; Epileptic Film bize bunu resmeder ve aynı zamanda yönetmenin hasta kamera fikriyle ufkunu da gösterir. Uzun Metrajın Resmi, Hıdırellez'in bu topraklarda çekilmiş en güzel fotoğraflarından biridir. Hıdırellez dualarını film şeritleriyle ağaçlara asan irfan sahibi kadınlar doğurmuştur sanki bu filmleri. Ahmet Uluçay'ın anlam dünyasını, zihnindeki hayal perdesini ve sinemaya bakış açısını çok net bir biçimde görebileceğimiz kör âdetleri eleştirdiği Exorcise filmini özellikle anmak gerekir. Sembol, simge ve metafor sağanağı altında kalarak defalarca seyredilecek olağanüstü bir denemedir. Belki de çekeceği bir filmin fragmanıydı bu film. Bir imamın nefesiyle somutlaşan kötülüklerin kovulması meselesi, yönetmenin kumaşını/kalibresini ortaya koyduğu müthiş bir metafizik dilin habercisiydi. Daha yapacağı çok işi vardı Ahmet Uluçay'ın, belki bir türlü yapısal sakatlıklardan kurtulamayan korku sinemasına da bir el atardı, kim bilir? Ömrü vefa etseydi ve Kuzey Masalı'nı, Bozkırda Deniz Kabuğu'nu, Küller ve Kemikler'i çekebilseydi, bugün 70 yıldır aradığımız o özgün sinema dili adına başka bir dünyayı konuşuyor olacaktık belki de.
Herkesin kahramanı
Ahmet Uluçay, sinemanın Don Kişot'u, Anadolu dehâsı, kültür savaşçısı ve irfan çeşmesi… Daha küçücük bir çocukken elektriksiz köy odalarında oynanan ışık-gölge oyunlarına kaptırdığı gönlünü bir daha geri alamayan, bir daha iflah olmayan, bir daha sinemadan başka bir şey düşünemeyen, "gımıldayan resimlere" büyülenmiş gibi bakan, ruhu safi şiir olan bir Anadolu bilgesi. Onun, doğduğu toprakların bereketli memelerinden emdiği sütün hakkını teslim etmeye çabaladığına hatta bu uğurda canını ortaya koyduğuna şahidiz, 30 Kasım 2009 tarihinde ayrıldığı bu dünyada bıraktığı o derin ize ve gördüğü rüyalara şahidiz. Ahmet Uluçay kameranın koyulduğu yeri bir ahlak meselesi olarak anlayan, sinemayla dertlenen ve kalbinde yeşerttiği bir meselesi olan herkesin ebedi kahramanıdır!
Hayatın mucizesiyle sinema üzerinden irtibat kurmuş, kendi hayretinin peşine düşmüş, anlatacak bir hikâyesi olan herkes kadar heyecanlı ve kendisine bile mahcup bir adamın en derinlikli, en sade resmi. Rüyalarına hiç ihanet etmedi Ahmet abi, derdini derman bildiği günden beri hep içinden gelen o sesi dinleyerek yürüdü. Hiç durmadan yürüdü, bizatihi yaşantısıyla hayal kurmanın ne kadar güzel ve anlamlı bir eylem olduğunu gösterdi insanlara. Sinemanın bize ait olan kısmını Kütahya'nın bir köyünden kendi kalbine bakarak 'gören' bir adamdan, koltuk değneklerinden kanat yapan bir adamdan, bir kuyuya bakarak kendi rüyasına uyanan bir adamdan, Ahmet Uluçay'dan, öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki hâlâ!
Hayal perdesine dokundu elleriyle, ışık ve gölge yansıdı gözlerine, Tepecik'te zaman durdu, bir kuyuda uyandı çocukluğu, rüyalarını yanına aldı ve karpuz kabuğundan bir gemiye binerek uzaklaştı buralardan. Ahmet Uluçay çok sahipsiz bir mektuptu, adresi artık hepimizin kalbidir.
DERVİŞ ZAİM
"Kendi çevresine yaslanarak sinema yapmak isteyen insanların çoğunlukla başladığı ve durduğu nokta Yeni Gerçekçi gelenektir. Ahmet'te de buradan izler görünse de o farklı bir estetikle ve gelenekle bağlantı kurmaya çalışarak film yapıyordu. Yeni Gerçekçi gelenek içerisinde kalmayıp bunu zenginleştirmeye çalışması Ahmet'in ayırt edici taraflarından biriydi. Filmlerindeki rayihayı da, malzemesini direkt kendi yaşamından almış olmasına borçluydu zaten; adeta sineğin yağını çıkararak kendi imkânlarıyla sinema yapması bir yana Türk sineması üzerinde yapmaya çalıştığı en önemli şeydir bu ama ne yazık ki bunu devam ettiremedi; sinemada bir damar olma ihtimali gerçekleşemedi. İlk filmle kalmış olması bizim açımızdan bir talihsizlik"
ERTEKİN AKPINAR
"Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi için oğluyla beraber New York'a gidecekti, o sabah Tünel'de otel lobisinde konuşuyorduk, gördüğü rüyaları anlatıyordu. Kırgınlıklarını, borçlarını, tutkularını, sonraki filminin hikâyesini. Uzun uzun konuştuk o gece. Döndüğünde maceralarını telefonda gülerek konuşmuştuk. Şunu unutamam o telefon konuşmasında: "Bu filmi yapmak için üç ay Beyoğlu'nda çay-simitle Tünel'den Taksime yürüdüm. Kimseler yüzüme bile bakmadı. New York'ta indiğimde Robert De Niro ve Martin Scorsese'nin düzenlediği festival bana limuzin göndermiş. Üstelik bir de ödül verdiler." Kahkahalar atmıştı telefonda. Sonra ben filmi çekerken telefonla aramıştım geçen yaz, "Yalnız kalacaksın, bunu hiç unutma" dedi. "Ama yazdığımız hikâyelere değer" dediğimde, "Manyak mısın, değer tabii " deyip ruhumu rahatlatmışlığı da vardır."