Buğday filminde tek bir yeryüzü oluşturmak istedim.
Yumurta, Süt, Bal başta olmak üzere yaptığı filmlerle adından sıkça söz ettiren yönetmen Semih Kaplanoğlu ile Türkiye'de sinemanın gerçeklerini ve kat etmemiz gereken yolun ne denli zorlu olduğunu konuştuk. Buğday filmi henüz gösterime girmeden önce yaptığımız bu söyleşide Kaplanoğlu, "Sinemanın derdi, Allah'ın şahitliğini ve görünürlüğünü aktarabilmek olmalıdır" diyerek bir yönetmenin amacının ne olması gerektiğini vurguluyor.
Son filminiz Buğday ile başlayalım. Filmde dünyanın birçok yerinden farklı mekânları kullanıyorsunuz ve bu mekânlarla ilgili geçişlerin alışılagelmişin dışında olduğunu görüyoruz. Bütün mekânları birleştirip bir dünya yaratmışsınız ve aradaki dikiş izleri belli olmuyor.
Bazı iddialarda olduğu gibi bilim kurgu bir film yapmak üzere yola çıkmadım. Gelecekte geçen bir bilim kurgu filmi de değil bu. Aslında bugünün dünyasını anlatan ama bugünün dünyasının yakın geleceğine dair bir şeyler anlatmaktı niyetim. Bugün böyle yaşıyoruz ama böyle yaşamaya devam edersek yakın gelecekte dünya başka bir şeye benzeyecek. Bugün, bizim sınırlarımızın çok uzağında yer alan bir metropole de gitsek o metropolle dünyanın çok başka bir yerindeki metropol arasında görsellik ve yaşam şekli açısından büyük farklar artık kalmadı. Dolayısıyla tek bir yeryüzü algısı oluşturmak istedim.
Evrensel bir mesaj da veriyorsunuz, bütün insanlığa…
Bütün filmlerimde insana ait bir mesaj var. O insanın da milliyeti, cinsiyeti yok.
Ama evrensel sözler söylenecekse bunu Batılılar söyler, Hollywood söyler, siz kendi küçük hikâyenizi anlatmalısınız…
Bu büyük bir kandırmaca ve aslında bize dayatılan bir şey. Siz kendi ülkeniz, kendi aileleriniz, kendi hayatlarınızın içinde yaşayın. Dünyada ne olup bittiğini, sizin hayatınızdaki bütün bu olup bitenlerin dünya ile olan bağını görmeyin, konuşmayın… İstedikleri bu aslında.
Buğday filmi, dayatılmaya çalışılan bu algının tamamen dışında. Gerek konuyu ele alış biçimi gerek kullanılan mekânlar bize insanın hikâyesini anlatıyor.
Bizim dünyaya söyleyeceğimiz bir söz var. Bunu yaşadığımız yerden söylemeye gayret ediyoruz. Aile filmi de yapsak, küçük bütçeli film de yapsak, bu film sadece köyde de geçse bir yönetmenin, sinemacının temel meselesi bunu dünyaya söylemektir, hayata söylemektir. Bütçe olarak imkânımın iyi olmasından ötürü, vermeye çalıştığım mesajı biraz daha genişleterek söyleyebildim ben. Tabii yabancı ortaklarımızın da katkıları
var. Ama bu filmin arkasındaki temel düşünce bu topraklara ait bir düşüncedir.
Filmin dili İngilizce… Farklı uluslardan oyuncular İngilizce de mi buluştular?
Tabii, hikâyedeki dünya bunu gerektiriyor. O dünyanın içinde Rumenler var, Ruslar var, Amerikalılar var, Almanlar var. Filmin dünyasını oluşturan kimliklerin gelip tek bir dilin hâkim olduğu bir dünyada yaşamaya zorlanmaları, yaşamak zorunda kalmaları anlatılıyor aslında. Hiçbir şeyin
yetişmediği, sadece talan edilmiş, doğası tahrip edilmiş, bütün doğal kaynakları sömürülmüş ve oradaki halkın da ölüme terk edilmiş olduğu
bir dünyadan bahsediyoruz. Film böyle bir dünyaya açılıyor aslında ve o dünyanın çocuklarının yaşayabilmeleri için aileleri tarafından o şehirlere sokulmaya çalışmaları, bu şehirlere girerken de göçmenlerin genetik taramadan geçirilmeleri ve genetik uyumu olmayanların yahut gelecekte hastalanma ihtimali olanların geriye gönderilmesini konu alıyor. Film böyle bir perspektif ile başlıyor.
Oscar Wilde'ın ünlü ressam Turner için; "O'ndan evvel Londra'da sis yoktu" dediği meşhur bir cümle vardır. Hâlbuki Londra sürekli sisli bir yerdir ama onun tablolarıyla Londra ve sis zihnimizde bir yer ediyor. Siz bizim zihnimizde nasıl bir yer edinmek istiyorsunuz?
Belki de bizim işimiz zihinlerden o sisi kaldırmaya çalışmak şu anda. Çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, örneğin Marksist teori bize bu dünyayı açıklamaya, bu dünyada ne olup ne bittiğini anlatmaya dair yeterli bir perspektif sunamıyor. Diğer ideolojiler için de aynısı geçerli. Yani anlayamadığımız, algılayamadığımız yahut anlamakta zorlandığımız bir dünya düzeni içine düştük ve bunu açıklayamıyoruz.İki kutuplu dünyada belli şeyler açıklanabiliyordu ama şu anda büyük bir kaos var ve bu kaosu yaratanlar aslında bizim kendilerini görmemizi istemiyorlar. Kendi dünyamızdaki sorunların sadece kendi dünyamızdaki durumlardan kaynaklandığını bize aktarıyorlar. Bizim büyük resmi görmemizi, dünyada neyin olduğunu anlamamızı çok istemiyorlar. Ben de artık içgüdüsel olarak olabilir bunu göstermeye ihtiyaç duyuyorum. Yaşadığımız dünya öyle bir dünya ki, örneğin Myanmar'da bir sorun varsa bu sadece Myanmar'ın sorunu olarak kalamıyor. Bu dünyanın bütününe dair bir sorun oluyor. Ve bu bağlantıları, burada olup biten şeyleri bir şekilde bizim görmemiz, hissetmemiz lazım.
Burada işin içine biraz da maneviyat giriyor sanırım.
Ayrı bir şey değil aslında.
Ama maneviyat hep ayrık bir kategoride yarışan film gibi… Herkes takdir ediyor ama muadilini de bulamadıkları için kimse ödül vermiyor. Diğer filmlerin arasına giremiyor çünkü kafalarındaki maneviyat; dünya dışılık demek. Hayatın gerektirdiği ihtiyaçlara kolayca gem vurmuş, nefsini dizginlemiş aşkın insanlar, dünyevi talepleri sınırlı... E ama biz bu dünyada yaşıyoruz… Sinema ise bize zaten öyle ideal bir insan tipine ulaşamazsınız, normal insanlar da öyle yaşamazlar, diyor... Öyleyse bildiğimiz hayatı yaşamaya devam, o la la!
Din, hayat, aşk, iş… Bunların hepsi birbirinden ayrıştırıldığı zaman ortada hiçbiri kalmıyor. Unutmamak lazım ki, Allah her yerden görünüyor. Tolstoy'dan da konuşuyor, Dostoyevski'den de… Bach'dan da sesini işitiyoruz. Sonuçta tek bir yere, tek bir alana dair düşünmeye başladığımız zaman giderek onu ya mezarlığa ya gökyüzüne yahut hayali bir Tanrı'ya dönüştürüyoruz. Hâlbuki onun her yerde olduğunu, bize şah damarımızdan bile yakın olduğunu bilmeye başladığınızda, onunla her an beraber olduğunuzu düşündüğünüzde bu ayrım ortadan kalkıyor. Öbür türlü camiye kapatılmış bir dinimiz, inancımız oluyor. Hâlbuki onun her an, her pratikte, her şeyde görünür, yaşanır, şahit edilir, şahit kılınır olarak algılanması lazım. Nasıl ki biz Allah'ın varlığını her an göremiyor ama inanıyorsak, öte yandan da; "Görmediğime inanmam" diye Hz. Ali'nin bir sözü de varsa, demek ki orada gördüğümüz, şahit olduğumuz bir şey var. İşte bence bir sanatçının, sinemacının yahut yazarın esas derdi, elindeki mevcut olanaklarla bunu nasıl aktarabileceğidir. Benim meselem bu en azından. Ben sadece kendi şahitliğimi, gördüklerimi, hissettiğimi insanlarla paylaşmak ve paylaşma umuduyla bir şeyler yapmaya çalışıyorum filmlerimde. Yoksa bir şeyler anlatayım, bir misyon edineyim gibi bir derdim yok.
Peki, filmlerinizde hem Kuran-ı Kerim'den hem de diğer tasavvuf metinlerinden referans olarak verdiğiniz örnekler var mı?
Tabii ki referanslarım var. Mesela Buğday, Kef Suresi'ndeki Hz. Musa ve Hz. Hızır(a.s) kıssası üzerine düşünerek oluştu.
Daha önce de Hz. Yusuf ve kuyu hikâyesi var.
O da var ama bunları lütfen birebir gibi algılamayalım. Burada biraz İbnü'l Arabî'nin, Niyazi Mısrî'nin, Yunus Emre'nin bakış açılarının da etkisi var. Bu üstatların divanlarını, eserlerini okuyup anlamaya çalışarak gelişen bir perspektif bu. Bir yol hikâyesi yani.
Buğday'daki referansların izini sürmek isteyen sinemacılar olacaktır büyük ihtimalle ama zaten sizin de sinemayla yapmak istediğiniz bu değil mi biraz da? Bir kapı aralamak…
Ben bazı filmlerin yönetmenler için de yapılacağına inananlardanım. Tam olarak yönetmen için film yapmaktan bahsetmiyorum ama bazı filmler yönetmenleri de çok fazla ilgilendirir. Dünyada bunun örnekleri var. Gelecekteki yönetmenler için de belki bir çıkış noktası oluşturacağı, bir bakış açısı geliştireceği düşüncesi içerisindeyim. Sonuçta bizim dehşet bir geleneğimiz var. Ve o geleneğin filtrelerden geçmeden, çıplak haliyle, kendi sözüyle, kendi bakışıyla mutlaka gündelik hayatımızın içinde tekrardan canlanması lazım. Bu da sanat, sinema yahut edebiyatla bir şekilde olmalı. Bence bu henüz devreye sokmadığımız, mesela 15 Temmuz'da devreye giren ama artık sadece 15 Temmuz'la değil, her alanda da devreye girmesi gereken bir derinlik.
15 Temmuz'da nasıl devreye girdi sizce?
Bu bir ruh ve bu ruh bizden habersiz bizim içimizde yaşıyor. 15 Temmuz bende şöyle bir hisse sebep oldu; yaşadığın topluma ve millete müthiş bir güven tazelemesi ve aslında bu kadar anlaşmazlıklarımıza rağmen bizi birbirimizle bağlayan görünmez bir kudret var. 1000 senelik, 2000 senelik bir mayanın, bir sözün, bir nefesin ispatı gibi bir şey bu.
15 Temmuz filmi yapmayı düşünür müsünüz?
Bundan sonra yapacağımız her film 15 Temmuz filmi olacak. 15 Temmuz'u anlatan filmden bahsetmiyorum. O ruhu hissettirecek, aksettirecek şeyden bahsediyorum. O zaman büyük değişim olur işte. Öbür türlü hikâyesinde takılıp kalmaya devam ederiz işin. Ama orada bir ruh var, bizi bağlayan, birleştiren. O ruh, bence çok önemli. Ehlileştirilmemiş bir şey. Yani modernize olmamış, ehlîleşmemiş, dünyevileşmemiş bir şey. Anca böyle kritik zamanlarda ortaya çıkıyor. Yoksa herkes kendi hayatını, kendi geleceğini, kendi kariyerini falan düşünür ve sokağa adımını atmaz. Bu öyle bir şey. Onun için o çıplak şey benim Yunus'ta, İbnü'l Arabî'de, Mısrî'de okuyup gördüğüm, devam edegelen bir şey ve o şey bizim içimize kazınmış. Bu ruhu sinemadan sanata her alanda mutlaka devreye sokmamız gerekiyor.
Ama sanat ve sinema herhalde bunu devreye sokmak için en uzak alanlar.
Bilemiyorum ama ben çok umutluyum, genç sinemacılar var, genç insanlar var. Yazdıkları hikâyeleri okuyorum, senaryolarını paylaşıyorlar, belgesel yapmak için uğraşıyorlar. Mesela bir genç Türk yönetmen var 23 yaşında, şu anda Saraybosna'da. Bosna Savaşı sırasında tecavüze uğramış kadınların yaşadığı travmatik hikâyelerini konu edinen dehşet bir belgesele adım atmış ve onunla uğraşıyor.
Geçen sene Kültür Bakanlığı'nın Sinema Destek Komitesi'ndeydim. Orada kendi ülkesine, toplumuna, değerlerine ve meselesine çıplak gözle bakabilen ve belli bir kesimin sözcülüğünü yapmayan, çok güçlü senaryoların yazıldığına şahit oldum. Tabii festivalciler falan kapılarını Türkiye'ye kapatmadılarsa bunlar ortaya daha derin çıkacak.
PYD için savaşan kadınların portreleri dünyada yayınlanıyor, onların fotoğraflarının basıldığı tişörtler Almanya'daki marketlerde satılıyor. Tabii onların içinden de güzel bedenleri olan, uzun saçlı, genç kadınlar genel itibariyle… 15 Temmuz'un kadın kahramanlarına baktığımızda ise çarşaflı bir Şerife Bacı, üzerinde pardösüsü, başında yemenisi, elinde sopasıyla 70 yaşındaki Fikriye Teyze'yi görüyoruz. Beden ve kıyafet itibariyle "pazarlanması" mümkün olmayan kadınlar bunlar aslında ama baktığımızda katılımcı demokrasinin esas savunuculuğunu yapıyorlar.
Bir de hem onu savunuyorlar hem de iradelerine sahip çıkıyorlar çünkü bir irade var, millet oy vermiş, bir seçim yapmış, parlamento oluşmuş. Bunu yıkmaya çalışan, milletin iradesine düşmanca saldıran birileri var, ona karşı çıkıyorlar, kendilerine iradelerine sahip çıkıyorlar ama bir tarafta iletişim hileleri var, vücutlar, sunum… Öbür tarafta bu konuda yapılmış hiçbir şey yok, çünkü o çıplak bir şey, halkın refleksi yani, içeriden geliyor. Bu insanların içinden geliyor, bu duygular manipüle edilecek yahut paketlenebilecek duygular değil, bir mühendislik sonucu filan da oluşmuş değil. Onların gerçeği öyle zaten, iradesine sahip çıkmak… Bizim bu insanların hayatlarını, rutinlerini anlatmamız lazım belki.
Filmlerinizde genelde amatör oyuncular seçmeye özen gösteriyorsunuz. Hikâyenin içeriği rol alacak kişiyi şekillendiriyor mu? Bu ilişkiyi biraz anlatır mısınız, nasıl oluşuyor?
Öncelikle bir duyguyu arıyorum. Bir karakterin temel bir duygusu yahöut o hikâye içerisinde sahip olduğu bir duygu skalası var. Onu oyuncuda arıyorum. Hepimizin bir hayat belleği var. Mesela siz umutsuz bir aşk yaşamışsanız ve bununla ömrünüzü harcamışsanız, bu sizde bir iz bırakır. Ben de bir filmde böyle bir karakter anlatıyorsam o zaman oynatacağımız kişiyle bu konuyu konuşmaya başlıyorum. Onun hayat birikiminde, duygu deneyiminde bunlar var mı diye anlamaya çalışıyorum. Eğer bunlar varsa bunun üzerine o karakteri anlamak, inşa etmek, yansıtmak konusunu çok daha gerçek kılma ihtimaliniz ortaya çıkıyor. Öbür türlü kendinde olmayan bir şeyi birisinin canlandırması mevzusuna geliyoruz ki orası da bence yalanın başladığı yer oluyor işte. Böyle yalan roller benim inanmadığım bir şey çünkü karşımdakinde öyle bir yaşanmışlık yok. Karakteri canlandıran kişide oynadığı rolün karşılığının olmaması bir problem. İşte bu problemi aşmak için oluşturmak istediğim karakterin hayatına en yakın duygulara, birikimlere ve hayat deneyimine sahip kişileri arıyorum.
O zaman hepimiz bir gün oyuncu olabiliriz.
Evet, sonunda da bunu söylüyorum zaten, herkes oyuncu olabilir. O hayat birikimine sahipseniz siz de olabilirsiniz. Oyuncu da bana güvenince biz onunla hayat sırlarını, yaşadığı şeyleri konuşuyoruz. Sonra rol yaparken bir an geliyor mesela kulağına eğilip; "Hani sen bana şöyle bir şey anlatmıştın ya oradaki halini hatırla" diyorum. Bir hatırlayışı tekrar canlandırıyor orada aslında oyuncu. Mesele bu. Mesela Bal filmindeki yedi yaşındaki çocuk da aslında o küçücük ömrünün içindeki hatıraları canlandırdı çünkü babası kalp kriz geçirmiş ve babasını kaybetme duygusunu yaşamış bir çocuk o. Hastane kapısında beklemiş, babam ölecek mi diye korkmuş. Böyle bir gerçeklik var hayatında.
Filmlerinizde dikkat çeken bir noktada hep "eve dönüş hikâyesi" olması. Herkes Kendi Evinde filminde de Nasuhi karakterinin doğduğu eve, Yumurta filminde Yusuf'un doğduğu yere dönüşüne şahit oluyoruz… İnsanın doğduğu topraklara dönüşü aynı zamanda manevi, tasavvufi bir çağrışım da yapmıştı bende. Başladığın yere dönmek, hareketin daireselliği gibi. Bu şekilde bir yorum yapmamız mümkün mü?
Elbette, sonuçta bu dünyaya gelmeden önce geldiğimiz bir yer var değil mi? Orayı arayış, oraya dönüş gibi de düşünebilirsiniz. O arayış bitmez çünkü.
Bu arayışın biçimini evliya menkıbelerinde dinledik fakat bu çağın insanları olarak bugün bunu nasıl yaşayacağımızı bilmiyoruz. Ayşe Şasa'nın bütün yaşamı bunu nasıl yaşayacağını öğrenmekle geçti. Siz de yaptığınız filmlerle maneviyat meselesini hayatımıza sokmanın ve onu yaşamanın bugünün araçlarıyla nasıl mümkün olabileceğini göstermiş oluyorsunuz bir yerde.
Bilmiyorum, bunu söylemek büyük bir söz olabilir. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama ben sarsılmamış, yıkılmamış ve sorgulanmamış inanca inanmıyorum. Biz eğer annemizden babamızdan inançlı doğmuşsak hayatımızın bir yerinde çarpılmamız, çakılmamız, bir dayak yememiz lazım. Hepimiz için söylemiyorum bunu ama otomatiğe bağlanmış bir inanç sistemiyle yaşayamayız. O zaman soru sormayız, oysa soru sormamız şart. Ben tabii ki şimdi şüphecilikten, deizimden bahsetmiyorum ama şahit olmamız ve kendi kendimize ispat etmemiz lazım.
Bunu yaşamak için elimizde bir aletimiz, bir aracımız olmalı.
O kendimiziz herhalde, sonuçta şöyle bir hayatımız oluyor bir noktadan sonra. Bu bir tür konformizm aslında. Müslüman olmanın bir konformizmi var, bunu reddedemeyiz. Sonuçta ibadetlerimiz, gündelik rutinlerimiz, bizden istenen ve bizim kabul ettiğimiz şeyler var. O süreçte aslında biz bunu yaşarken biraz otomatik yaşamaya başlıyoruz, iş otomatiğe dönüyor. Manasını ve hayattaki karşılığını bire bir görerek yaşamayı sürdüremiyoruz. Burada bir tür inanç kitlenmesi var aslında. Kendimize dönüp bakmadığımız bir şey var. İşte bütün o yollar aslında insanı yıkıp yeniden yapıyor.
Günümüzde dervişlik halinin yalnız kalmak olmadığını düşünmekteyim. Yoksun kaldıklarımızı kendimizi yalnız bırakarak tedavi edebilir miyiz? Çünkü zaten çok fazla yalnızlık var hayatımızda, yalnızlığın pek mümkün olmadığı geniş ailelerde, büyük mahallelerde yaşamıyoruz ki… Yoksa gerçek dervişlik, insanlara katlanmak ve ne olursa olsun bir arada olmak mı?
Geçenlerde bir üstatla konuşuyordum; "50-100 sene önce halvet varmış, halvete giriliyormuş, şimdi ne yapılacak" dedim. "Arabada trafikte beklerken halvet orada çıkıyor aslında" dedi. Orada sabırlı olan, öfkelenmeyen, tevekkül gösteren insan aslında halvetini orada yapmış oluyor. Artık benliğimizi kontrolsüz yaşamak istiyoruz. Hâlbuki bir arada olduğumuzda birbirimize katlanmamız lazım. Yalnız kaldığımızda kendimizi sınırsız hissediyoruz. Büyük facia!
Filmleriniz gişe kaygısı gütmeyen filmler olarak değerlendiriliyor kimi çevreler tarafından. Bunun hakkında neler söylemek istersiniz?
Gişe kaygısı olmaz olur mu, fazlasıyla var. Yanlış bir algı bu. Şöyle söyleyeyim, normalde bizim filmlerimize 100-150 bin seyirci gelse, ben çok rahatlıkla kendi başıma; yurtdışından oradan buradan finans aramadan kendi filmlerimi yapabilme imkânına kavuşurum. Yani oradan aldığım parayı yeni bir film yapımına yatırabilirim. Maalesef o yönden de aslında çok önemsiyorum. Keşke 100-150 bin hatta daha fazla seyirci gelebilse filmlere…
Bu nasıl sağlanabilir?
Türkiye'de daha fazla salona çıkabilmek, daha fazla kopyayla seyirciye ulaşabilmek noktasında belli zorluklar var. Salonlar çok önceden tutulmuş oluyorlar, sinemacılar popüler filmleri daha çok göstermek istiyorlar. Biz mesela 20 kopyayla sinemaya giriyoruz ve sonuçta 30-35 bin civarında seyircimiz oluyor. Demek ki kopya başına 1500-1800 kişi oluyor. Mesela 700-800 kopyayla giren filmlerin gişe rakamlarına bakın, onlarda işte 1 milyon civarında seyirci yapıyorlar. Aslında aynı sayıda kopyayla biz de girsek, biz de o rakamı yakalarız. Çok kritik bir mesele var burada. Biz 20 kopyayla 35 bin seyirci yapıyoruz. Onlar 500 kopyayla 1 milyon seyirci yapıyorlar. Maalesef sinema salonlarına girmek, filmleri oraya taşımak çok kolay değil, alternatif şeyler bulmamız lazım. Son 10 senede Türkiye'nin neredeyse her ilçesine kültür merkezleri yapıldı. Belediyelerin, bakanlıkların ayrı merkezleri var ve bunların hepsinin salonları var. O salonlar yılda iki üç kere kullanılıyor, sempozyum yapıyorlar yahut bir kaç toplantı oluyor, onun dışında hep kapalı duruyor. O salonlar aslında devreye sokulabilir. O zaman biz belki kasabalara, ilçelere kadar filmlerimizle seyirciyi buluşturma imkânı sağlayabiliriz. Bunun maddi karşılığını çok fazla gözetmiyorum ben. Burada önemli olan seyirciyle buluşmak, konuşmak, onların yönetmen, oyuncu denilen insanı görmeleri, tanışmaları gibi bir faydası olabilir. Belediye salonları dediğim yüzlerce salon aslında kullanılmadan duruyor. Bu bir alternatif olarak düşünülebilir. Kaldı ki büyük şehirlerdeki salonlar hiç boş durmuyor, etkinlikler oluyor, film gösterimleri, sempozyumlar yapılıyor ama Anadolu'ya baktığımız zaman hakikaten boş duruyorlar. Bu bir yol olarak değerlendirilebilir.
Seyirciye ulaşma konusunda, festivaller mesela Antalya Film Festivali'nin nasıl bir etkisi oluyor? Organizasyon bu noktada görevini yerine getiriyor mu?
Aslında festivallerin önemi şöyle: Bütün bir sinema kamuoyu, sinemada çalışanlar, gazeteciler dâhil, ülkenin bu konuda çalışan bütün insanları oraya gelip filmler izliyorlar, izledikleri filmler hakkında yazılar yazıyorlar. O sene neler yapılmış, senenin filmi hangisi olmuş görüyorlar. Birbirleriyle etkileşim kuruyorlar. Başka bir yönüyle, siz bu festivaller sayesinde sinemada bir şeylerin değişmekte olduğunu, sinemaya yeni bir soluğun, yeni bir nefesin, yeni bir bakışın geldiğini de orada görüyorsunuz. Derviş Zaim'in Tabutta Rövaşata'sı, Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı, Zeki Demirkubuz'un Kader'i… Bunlar mesela Antalya Film Festivali'nde ilk olarak gösterildiğinde, yeni bir sinemanın, yeni insanların, yeni bir bakışın geldiği ortaya çıktı. Orayı bayağı bir sarstı, sonra arkası geldi bunun. Mesela Antalya Festivali Türkiye'de yeni bir sinemanın, yeni yönetmenler kuşağının geldiğini gösterdi. Belki yeni bir kuşak daha geliyor bilmiyoruz şu anda, onları derli toplu görebileceğimiz yerler oluyor bu festivaller.
Yeteneği ve ilgisi olan ama çevresi, ulaşımı olmayan genç senarist ve yönetmenler için herhangi bir imkân var mı?
Gençler için yapılan "Gençfest" var, bu festivali Kültür Bakanlığı'yla beraber Büyükşehir Belediyesi yapıyor. Genç insanların, amatörlerin projelerini uygulayabilmeleri için düşünülmüş bir proje bu ama burada temel mesele onların nasıl değerlendirilip, nasıl ele alındığı. Şimdi mesela, Kültür Bakanlığı her sene 50-60 tane senaryo yazımına destek oluyor. Ben de okudum, 500-800 tane başvuru olmuş. Bu başvurular, Anadolu'nun çeşitli yerlerinden yapılmış. Bunlar içinde hakikaten çok parlak olanlar var. Bunları seçiyoruz, bunların senaryosu yazılsın diyoruz ve bu insanlara 15-20 bin TL destek veriliyor başlangıçta. Sonrasında yazılan senaryolar Kültür Bakanlığı'na teslim ediliyor. Bu heyette yer aldığımda oradaki görevlilere, bu zamana kadar yazılmış senaryoların akıbetinin ne olduğunu, bunların yapımcılara götürülüp götürülmediğini sorduğumda yetkili kişilerin bu konuda bir tasarruflarının olmadığını fark ettim ne yazık ki. Her şeyi düşünemezler. O nedenle daha fazla iletişim içinde olmak gerekiyor. Ve bakanlığa bu senaryoların yapımcı ve yönetmenlerle, televizyon kanallarıyla buluşturulmasına yönelik bir çalışma hazırlayıp SETEM kanalıyla sundum. Onlar da destek oldular. Bundan böyle bazı festivallerde bu senaryolar da değerlendirilecek. Ve yapılan destekler en azından değerlendirilme imkânı bulacak ve Anadolu'nun hikâyeleri seyirci ile buluşacak…
Böyle işlerin yönetimini yapamıyoruz galiba.
Çocuk bir tane film çekse ve çok ilginç olsa, onu kim değerlendirecek, nasıl değerlendirecek? Böyle bir mekanizma yok. Problem bu. Bu proje pazarları, aynı zamanda bir ülkenin bütün genç dimağının ne düşündüğünün kilit noktalarıdır. Yapılan filmler, projelendirilen senaryolar, projeler hepsini senaryo doktorları, fon yöneticileri vs. okuyorlar. Tamam, okusunlar ama okuduklarını parçalayıp atmasınlar. Hikâyelerimizin otantik yönlerini tırpanlamasınlar, özgünlüğümüz korunsun. Hükümetlerin içerisindeki kültür politikalarını düşünenler de farkında değiller. Mesela Kazakistan'dan Arnavutluk'a kadar bir coğrafyada Bir Ahmet Yesevi Film Fonu oluşturulsa ve burada genç sinemacıların yaptığı projeler için fonlar oluşturulsa, her sene 10 filme, 15 filme destek olunsa ve bütün o bölgenin insanları, gençleri bir araya toplansa fena mı olur? Ben bazen Kazak filmlerini izliyorum yahut Gürcü filmlerini. Gerçekten çok başarılı yapımlarla karşılaşıyorum. Kültürel anlamda iş birliği yapılabilecek yerler var. Avrupa bu noktada artık durdu, tamamen kendi içine döndü. Bizim önemli yönetmenlerimizin projeleri bile artık Avrupa'da destek göremiyor. Buna ister Türkofobi ister İslamafobi deyin bilmiyorum ama sonuçta böyle bir durum var. İlla Avrupalılarla bir şeyler yapma sevdasından vazgeçmemiz ve farklı alternatiflere yönelmemiz gerekiyor artık. Hindistan, Çin, Rusya, Kazakistan, Gürcistan, İran gibi…
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
SEMIH KAPLANOĞLU KİMDİR?
1963 yılında İzmir'de doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü'nü bitirdi. Show TV ve Inter Star televizyon kanalları için Şehnaz Tango adlı TV dizisinin 52 bölümünü yazıp yönetti. İlk filmi Herkes Kendi Evinde, aldığı birçok ödülün yanı sıra yurt içi ve yurt dışında birçok uluslararası festivale de katıldı. İkinci uzun metrajlı filmi Meleğin Düşüşü uluslararası eleştirmenler ve izleyiciler tarafından daha büyük bir ilgiyle karşılandı. Dünya Prömiyeri 55'inci Berlinale'de yapıldı. Yönetmenliği dışında, plastik sanatlar ve sinema üzerine yabancı dillere de çevrilmiş makaleler yazdı. 1996-2000 yılları arasında Radikal gazetesinde "Karşılaşmalar" adlı köşeyi yazdı. 60'ıncı Berlin Film Festivali'nde Bal filmi Altın Ayı Ödülü'nü aldı. Sırasıyla filmleri; Herkes Kendi Evinde (2001), Meleğin Düşüşü (2005), Yumurta (2007), Süt (2008), Bal (2010), Buğday (2017) şeklindedir.