"Kaynaklarından koparılan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak…" Cemil Meriç'in derin muhasebesindeki kaygılarını, mazi ve bugün arasında gidip gelen mana arayışını, bir koparılmışlık duygusunu en yoğun şekilde ifade ettiği meşhur cümlesi…
Meriç'e göre İbn Haldun, kaynaklarından koparılmanın adıdır. Koparılan kaynaklardan bir tanesi de meşhur eseri Mukaddime… Kendisinden sonra takipçisi olmamış ve bir gelenek devam ettirememiş, daha sonra Toynbee olmak üzere birçok Avrupalı düşünür tarafından 'sosyolojinin kurucusu' olarak öne sürülmüş İbn Haldun'u, "kendi semasındaki tek yıldız" olarak anlatır Cemil Meriç. Aslında bu ifade, hem İbn Haldun'un muazzamlığını hem de Mukaddime'nin ve bizlerin yalnızlığını bütünüyle ortaya koymakta. Tıpkı, Oryantalizmi izaha mecbur bırakmayacak şekilde tek nefeste tarif ettiği "sömürgeciliğin keşif kolu" ifadesi gibi, "kendi semasında tek yıldız" ifadesi de başka izaha gerek bırakmaz türden.
Cemil Meriç'in İbn Haldun'u, "Kılıcıyla fethedemediği ülkeleri kalemiyle fethetmiştir." Gerçekten de Mısır'dan Tunus kırsallarına ve hatta Anadolu'ya kadar bölük pörçük olmuş bir coğrafyada savaşlar savaşları, bozgunlar bozgunları kovalarken, yazdığı eserin belki de en büyük talihsizliği İstanbul'un fethinden evvel yazılmış olmasıdır. Belki de bu yüzden Cemil Meriç'in dediği gibi İbn Haldun; daha sert, daha buhranlı, daha ümitsiz bir çağın adamıdır. Ve yine bu yüzden 'nesep' veya 'sebepten' teşekkül etmiş asabiyetin yükselişi, kayboluşu ve şehirli toplumu bir arada tutan tutkalın gevşemesi ile son bulan dairenin devinimini dört nesille, bir yüzyıldan biraz fazla bir zamanla sınırlı tutar. Hâlbuki Osmanlı düşünürleri, İbn Haldun'u 450 yıllık yaşlı bir imparatorluğun toparlanma vesilesi kılmak istemiştir. İşe yarayıp yaramadığı bilinmez ama Haldun'un asabiyet kavramı ile Osmanlı'nın kuruluşunu açıklamaya çalışan ve nesep asabiyeti ile kurulan bu imparatorluğun şehirlere yayıldıktan, medeniyet kurduktan sonra varlığını sebep asabiyeti ile devam ettirdiğini ve hatta İbn Haldun'un öngördüğünün aksine fevkalade uzun bir süre yaşadığını açıklayanlar var.
Osmanlı aydınlarının İbn Haldun ile etkileşiminin sınırları çok belirli değil. Zira Arapça okuyabildikleri için Mukaddime'yi uzun süre tercüme etmemiş olmaları ve tercüme hareketinin önce Pîrizâde ile başlayıp Cevdet Paşa ile tamamlanmış olması bir geç kalışı ifade etmiyor elbette. Namık Kemal'in; "Havi olduğu malumatın kesret ve tenevvüne nazaran ayrıca bir kütüphane addine layık olan Mukaddime'yi meydana getirmiş, bu cihetle hikmet-i tarihin de mümessili olmuştur" sözleriyle anlattığı İbn Haldun, Cemil Meriç'e göre de Osmanlı aydınlarının başucu kitabıdır. Prens Sabahattin'in Mukaddime'nin Arapça aslını açarak ana lisanı gibi okuyup, tam bir hâkimiyet ile tercüme ettiğini Umrandan Uygarlığa kitabında alıntılar Meriç.
Osmanlı'nın inkıraz devrine kadar münevverler İbn Haldun'u okumuş, başucu kitabı yapmış ve istifade etmiştir. Ta ki münevverin tanımının, "Batı'yı aksettiren sırları dökülmüş bir ayna" olarak değişmesine kadar… Bu dönemin münevver portresi başta da belirttiğimiz gibi kendine ait değerleri de Batı'nın süzgeci veya işareti üzerine tanıyacak ve hatırlayacaktır. Bu tanıma süreci Meriç'e göre çarpık ve tahrif olmuş bir süreçtir.
Cemil Meriç'in İbn Haldun meselesini ilk satırdan itibaren bir biyografi ve eser ekseninden ziyade kopuş, tahrif ve düşünce sorunu olarak ele alması çok dikkat çekicidir. İbn Haldun bahsini her açtığında o, sırları dökülmüş ayna karşısında belirir ve konuşmaya başlar. Batı'ya körü körüne itaatin ıstırabı, hikmet mirasının çarçur edilmesi ve kimlik kaybının buhranları katre katre ortaya çıkar.
Üstadın bir çırpıda döktükleri, İbn Haldun'un büyüklüğü değil bizim onu terk ediş hikâyemizdir. Namık Kemal'den hızlıca Hasan Ali Yücel'e geçer ve I. Tarih Kongresi'nde Yusuf Akçura'nın sözlerindeki hicivle baş başa bırakır bizi: "Hasan Ali Bey, Almanlardan veya Ruslardan istifade ettiği için olacak ki tarihte usulün tekâmülünü gösterirken İbn Haldun'u da zikretmeyi unutmamıştır." Hasan Ali Bey'in İbn Haldun'dan haberdar olmasından şüphemiz yok lakin bu hiciv dolu satırlar acı bir gerçeği göz önüne seriyor hepimiz için.
Kamûs namustur
İbn Haldun meselesini ilk elde unutmak, hatırlamak ve kökten kopuş ekseninde ele alan Cemil Meriç'in bir sonraki adımı bu unutulmanın resmini çizmek olacaktır. Ve konu, Cemil Meriç okurlarının pek aşina olduğu, üstadın sık sık değindiği tercüme ve dil meselesine gelir: "Dil devrimi, genç neslin Tunuslu tarihçiyle temasını imkânsızlaştırmıştı" der. Mukaddime'nin MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) tercümesini garabet bulup İbn Haldun'u De Slane'den okumak konusunda hayıflanır. Tercümenin girift yollarına, bu meselenin sadece dil bilmek olmadığına işaret eder. Cemil Meriç'e göre tercüme meselesi bir ciddiyet ve samimiyet meselesidir.
Aklıma Mehmet Genç Hoca'nın, Osmanlı'da Devlet ve Ekonomi kitabının "Hac yolunda bir karınca" başlığını verdiği önsözünde anlattıkları geldi bu noktada. Mehmet Genç, hocası Ömer Lütfü Barkan'la başladığı Osmanlı ekonomisi yolculuğunda Osmanlı arşivlerinden, yani arşivdeki belgelerin Osmanlıcalarını çözmekten öyle korkmuştur ki, kendisine yardımcı olması için Fransızca yaptığı dil tahsilini, ikinci bir dille zenginleştirmiştir. Öğrenilen yeni dil, Osmanlıca veya Arapça değil, İngilizcedir. Mehmet Genç Hocamız, daha sonra Osmanlı arşiv belgeleri ile adeta konuşur olmuş, bir Osmanlı kâtibinin arşivdeki doğal izini sürebilmiştir lakin başladığı noktanın Osmanlıca öğrenmemek için İngilizce öğrenmek olmasından hâlâ hayıflanmaktadır. Mehmet Genç, Osmanlı arşivlerinde geçen ömrünü karşılaştığı belge ve devlet aklının büyüklüğü hasebiyle "Hac yolunda bir karınca" olarak nitelendirmiştir.
Aynı sebeplerle Meriç'in İbn Haldun'u da evvela kendi tarihine karşı ihmal, gevşeklik ve ciddiyetsizlik cinayetleri işleyen kültür dünyasına karşı endişelerle başlar. İbn Haldun sosyolojisi ve kavramlarına ise daha sonra gelir. Bugünden baktığımızda ise bu, ilk kısım üzerinde hâlâ düşünmemizi gerektiren meselelere kapı aralaması hasebiyle fazlasıyla önem arz eder.
Cemil Meriç'e göre İbn Haldun sosyolojisinin umran ve asabiyet kurgusu yeni bir ilim dalıdır ve muharrir tarafından da yeni bir şey olarak idrak edilmiştir. Coğrafya kaderdir meselesi bugünkü Kuzey Afrika'nın durumunu ve azgelişmişlik meselesini de bütünüyle açıklar.
Labica'nın İbn Haldun'da Siyaset ve Din eserinden yaptığı derlemede Meriç, bu sosyolojiyi "Umran ağacı" olarak şöyle şemalandırır: "Kök: Badiye. Gövde: Mülk ve hadara. Dallar: Maaş. Yapraklar veya meyveler: Ulum. Öz suyu: Asabiyet."
Sosyolojinin ilk ve temel prensiplerini İbn Haldun yüzyıllar önce ortaya koymuştur Meriç'e göre. Sosyal olayların da tabiat olayları gibi -o kadar mutlak olmasa da - kanunlara tabi olduğu prensibinden yola çıkarak toplumların oluşumunu, gelişmesini, şehirlerin oluşumunu ve parçalanıp dağılmasını anlatır. Yani devlet de canlılar gibi değişme, gerileme kanunlarına tabidir. Bu hali ile Meriç'e göre İbn Haldun teorisi bir "aşamalar teorisidir." Cemil Meriç'in İbn Haldun'u anlatırken pozitivist tarih anlayışına en yaklaşan okuma yeri tam da burasıdır işte. Zira Meriç, İbn Haldun'un da ampirist ve pozitivist bir bilgi ürettiğini iddia eder. Sosyalistlerin de İbn Haldun'u tanımadığının altını çizer.
Retorik duvarı aşılmaz bir dev
Cemil Meriç'in İbn Haldun sosyolojisine dair en çarpıcı gözlemlerinden birisi de 'medeniyetlerin farklılığı' tezini ortaya atmış olması. "Batı'nın henüz farkına vardığı bu hakikati" İbn Haldun yüzyıllar evvelinden ifşa etmektedir. Müesseselerin, yapıların benzemesi bütünü kucaklamaz, dolayısıyla salt kıyas ile umumi fikirler icra edilemez. Dünyanın en büyük üniversitelerinde hâlâ az gelişmiş dünya gibi başlıklarla bu ülkelerin siyasi ve ekonomik kurumlarını karşılaştırmak suretiyle yazılan tezler olduğunu düşünürsek İbn Haldun, zihinleri kalıba dökmeye itiraz eder. Nitekim Cemil Meriç de, Osmanlı'da bir feodalite tahayyül etmenin, tarihimizi sınıf kavgasıyla izaha gayret etmenin sathi benzerlikleri kanunlaştırmaktan ileri geldiğini söyler.
Cemil Meriç 1974 Türkiye'sinden bakarak İbn Haldun'un kendi döneminin gerçekçiliği içinden bize seslenen bu eserinin yeni edisyonlarının yapılmasını, anlaşılır ve iyi seçilmiş metinlerinin hazırlanmasının elzem olduğunu söyler. Denemelerinde yolu düştükçe sık sık, tarihi yanlış anlamanın, kaynaklardan koparılmanın, kendini tanımamanın ıstırabını anlatır. Tercümeler kötü, ilim dünyası; "Batı'yı yansıtan, sırları dökülmüş bir aynadır." Bugün İbn Haldun tercümesi ve üzerinde çalışma konusunda epey yol almış durumdayız. En azından Şark Medeniyeti'ne duyulan ön yargıların, aşağılanma ve komplekslerin Osmanlı'yı anlama düzeyinin 1970'lerden çok iyi bir durumda olduğu aşikâr. Lakin yine de Cemil Meriç yaşasaydı hali hazır durumdan memnun olur muydu bilinmez zira bu sefer de İbn Haldun'da tarih, hakikat, kökler, yerlilik derken söylem ve retorik duvarı aşılmaz bir dev gibi duruyor karşımızda...