İnsanlık, yerleşik hayata geçtikten sonra önce köyler ve kasabalar, daha sonra da şehirler kurmaya yönelmiştir. Şehir aşamasına gelindiğinde toplumun refah düzeyinin artmasına bağlı olarak toplumsal hayat; güzel sanatlar, estetik, sanayi, iş bölümü ve uzmanlık gibi gelişmelere tanık olur.
19'uncu yüzyılda Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarında sanayi toplumlarının ortaya çıkması, yepyeni bir üretim tarzı ve buna bağlı olarak yeni bir toplumsal yapı ve ilişkiler ağı doğurmuştur. Bu nedenle söz konusu yüzyılın hemen hemen bütün sosyal bilimcileri ve hatta onlardan sonra gelen kuşak, bu köklü değişimi anlamaya ve betimlemeye çalışmışlardır. Tönnies'in cemaat-cemiyet ikilemi, Marks'ın feodalizm-kapitalizm ayrımı, Durkheim'in mekanik-organik dayanışma modelleri ve buna benzer diğer bütün düalist ayrımlar, geleneksel toplum ile modern toplum arasındaki farklılıkları kavramsallaştırmaya dönük çabalardır.
Tıpkı Batılı sosyal bilimlerin öncüleri gibi ama onlardan çok daha erken bir dönemde İbn Haldun da, kendi yaşadığı çağda ve coğrafyada meydana gelen önemli toplumsal değişimleri gözlemlemiş ve onları tanımlamaya çalışmıştır.
Söz konusu dönüşümü açıklarken, eski ve yeni hayat biçimine tekabül eden 'bedevilik' (göçebelik) ve 'hadarilik' (yerleşiklik) kavramlarını kullanmıştır. İnsanların toplumsal bir hayat kurmak zorunda olduklarını saptayarak işe başlamış ve insanlık için göçebe ve yerleşik hayat tarzının birbirlerini takip eden hem doğal hem de zorunlu iki aşamadan geçtiğini belirtmiştir. Ne zaman ki, insanlar kendi ihtiyaçlarından fazla (artı ürün) bir zenginlik ve genişlik elde ederler, işte o zaman yerleşik hayata geçmeye başlarlar. İster göçebe ister yerleşik olsun toplumsal hayatın temeli ekonomik etkinliklere bağlıdır. Ancak o bu konuda, daha sonra bütün üst-yapısal kurumların altyapı (ekonomik temel) tarafından belirlendiğini ortaya atacak olan Karl Marks ve onun izleyicileri gibi ideolojik bir saplantıya düşmemiştir.
Ona göre insanlık, yerleşik hayata geçtikten sonra önce köyler ve kasabalar, daha sonra da kalabalık nüfusları barındıran şehirler kurmaya yönelmiştir. Şehir aşamasına gelindiğinde toplumun refah düzeyinin artmasına bağlı olarak toplumsal hayat; güzel sanatlar, estetik, sanayi, işbölümü ve uzmanlık gibi gelişmelere tanık olur.
Bedevilik-medenilik
Sosyolojisini, göçebelik-yerleşiklik ikilemi üzerine kurduğu için aynı zamanda bir hayat tarzı olarak bedevilik ve medenilik hakkında da görüşler ileri sürmüştür. Ancak ne var ki, bu görüşleri belli bir coğrafya ve zamanla sınırlı gözlemlere dayandığı için her zaman genel ve evrensel değil daha çok tarihsel ve yerel özellikler taşımaktadır. Mesela kır ve şehir hayatının farklılıklarını belirleyen görüş ve gözlemleri kutupsal bir mahiyet arz etmektedir. Ona göre göçebeler, şehir halkına kıyasla hayır ve iyiliğe daha yatkın olup onlara kıyasla daha yüreklidirler. Şehirliler, siyasal yönetimlerin ve eğitim kurumlarının disiplini altında giderek cesaret ve yiğitliklerini kaybederler.
Göçebe ve şehirli toplumları ayrıştırmada anahtar bir öneme sahip olan ve sosyolojisinin temel kavramlarından olan 'asabiyet' (aidiyet ve yardımlaşma ruhu) kavramını kullanmaktadır. Ona göre şehir hayatında asabiyet bağı çözülerek ortadan kalkmaya yüz tutar. Bu nedenle asabiyet bağının güçlü olduğu göçebeler, kolayca yerleşik toplumları mağlup ederler.
Şehirleşme, sadece coğrafi bir hareketlilik değil aynı zamanda eski hayat tarzını bırakıp yeni bir hayat tarzına geçmektir İbn Haldun'a göre. Bu anlamda şehirleşme, şehirlileşmeyi de içeren bir süreçtir. Ancak şehirlileşme konusunda oldukça kötümser bir görüşe sahiptir. Çünkü şehirlileşme, ahlaki çözülme ve çürümeye neden olmaktadır: "Şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştıkları, dünyanın ve kendi arzu ve heveslerinin düşkünü oldukları için şehirlilerin fena ve bozuk birçok huy ve kötülükleriyle nefislerini lekelerler. Bundan dolayı iyilik yollarından o nispetle uzaklaşırlar."
Şehirlerdeki ahlaki düşüş ve çözülmenin, görevi insanlara doğru yolu göstermek olan siyasal yönetimlerin de baskıcı davranmasına neden olduğunu söyleyen İbn Haldun şöyle diyor: "Din duygusu zayıflayarak insanlar şehir hayatı yaşamaya başladıklarında hâkim ve valiler şiddetli hüküm, ceza ve kaidelerle onları idare etmeye ve din, şeriat öğretim usulüyle değil, suni bir surette öğretmeye başlandıktan sonra, insanların şecaat ve bahadırlıklarının kuvveti eksilmiştir."
İslam toplumunda şehirleşme
İslam toplumları, diğer toplumlara kıyasla daha az sayıda yapı ve büyük binalar kurmuşlardır. Bunun başlıca nedenini, tıpkı Kuzey Afrika'da yaşayan Berberiler gibi Arapların da göçebe bir hayat sürmesinde bulmaktadır. Bunun yanında Araplar, ele geçirmiş oldukları ülkelerde, yerleşik hayatın bir neticesi olarak şehirler kurmak ve şehir hayatı tarzı oluşturacak düzeyde uzun bir müddet egemenlik sürmemişlerdir. Dahası ele geçirdikleri ülkelerde, mevcut yapılar ve şehirler yeterli olduğu için yenilerini yapmaya gerek duymamışlardır. İbn Haldun, kendi çağında Kuzey Afrika'da şehirleşmenin ileri düzeyde olmadığını gözlemlemiş ve bunu az önce bahsettiğimiz iki faktöre bağlamıştır.
Son olarak, Müslümanları yapılar ve şehirler konusunda ileri gitmekten alıkoyan bir faktör olarak İslam'ın normatif özelliğine de dikkat çekmektedir. İslam, başlangıçta Müslümanları yapılar konusunda ileri gitmekten, amaçsız ve gayesiz büyük ve yüksek binalar yapmaktan, gereksiz ve israf kabilinden olan nesnelerden alıkoymuştur. Ne zaman ki Müslümanlar, diğer halklar ve kültürlerle ilişkiye geçmişler işte o zaman onları yapılar ve sanatlar konusunda taklit etmeye başlamışlardır.
Şehir-devlet ilişkisi
Bir toplumun siyasal örgütlenmesi ile şehirlerin kuruluşu ve gelişimi arasında çok sıkı bir bağıntı bulunmaktadır. O, bu önermeyi desteklemek için şehir ve devlet ilişkilerini detaylı bir şekilde ele almıştır. Şehir ve kasabaların kuruluşu, devletin kuruluşundan önce olup söz konusu yerleşim birimleri, devletin 'ikinci evresi'nde gelişirler. Şehirleşme, kamu gücünü örgütleyecek ve toplumu belirli bir yönde yönlendirecek olan bir gücün (devletin) varlığını gerektirmektedir. Şehir ve kasabaların ömrü, devletin ömrüyle doğru orantılıdır. Eğer devletin ömrü kısa olur ve yıkılırsa şehrin imarı durur ve giderek yıkılmaya yüz tutar. Aksi durumda devletin ömrü uzun olursa kale, hisar, köşk gibi büyük bina ve yapıların inşa edilmesinin ardı arkası kesilmeden devam eder, nüfus artar, pazarlar ve şehirler genişleyip gider. Bağdat, Kayrevan, Kurtuba, Mehdiye ve Kahire gibi şehirler, bu şekilde oluşup gelişmişlerdir. Eğer şehirlerin etrafında ve civarında dağlar ve verimli topraklar bulunursa ancak o zaman şehirler varlıklarını koruyabilirler. Batı'da Fas, Bicaya ve Doğu'da Acem Irak'ındaki şehirler bu türün örneklerini oluştururlar. Uygun çevresel ve ekonomik olanaklara sahip olmayan şehirlerin bayındırlığı kısa zamanda kaybolur ve bunlar harap olur giderler. Eski Fustat (Mısır), Kûfe, Kayrevan, Mehdiye ve Beni Hamad Kalesi bu şekilde harap olmuştur.
Mevcut devletin yıkılmasıyla birlikte şehirleri yıkılmaktan kurtaran bir başka faktör de, yeni kurulan devletin bir şehri kendisine başşehir olarak seçmesidir. Fas ve Kahire örneklerinde olduğu gibi bu durumda şehir 'ikinci' bir ömür kazanır. Devletin şehirleşmeyi teşvik etmesinin ve var olan şehirleri ele geçirmesinin iki ana nedeni vardır. Birinci neden, savunmadır. Devleti kuran güç, kendisini alaşağı etmek isteyen karşıt güçlere karşı koyabilmek için onların sığınacakları yerleri (şehirleri) ele geçirir ve onlara karşı şehirlerde mevzilenir. İkinci neden, sosyal hayatın eksikliklerini tamamlamak ve bayındırlığını geliştirmektir. Çünkü yerleşik hayat, göçebe hayattan farklı bir temel gerektirmektedir.
Devlet ile şehir arasında öylesine güçlü ilişkiler sezinlemektedir ki, devletlere başşehirlik ve hükümet merkezliği yapmış ileri derecede bayındır şehirlerin onları ayakta tutan devletlerin ortadan kalkmasıyla ortadan kalkacağını söylemektedir.
Şehirleşmenin koşulları
Şehirlerin kuruluşu sırasında bazı koşullara uyulması gerektiğini söyler ve bu konuda bazı esaslı ilkeler ortaya koyar İbn Haldun. Bu konuda ileri sürdüğü bazı koşulları şu şekilde maddeleyebiliriz:
1. Şehir, yeni kurulurken ya bir ırmağın yanında kurulmalı yahut şehrin çevresinde tatlı su kaynakları veya çeşmeler olmalıdır.
2. Şehir halkı, daha tarım ve hayvancılıktan tam olarak kurtulamadığı için şehir halkının hayvanlarını otlatması için elverişli çayırlık ve otlaklıklar bulunan yerlerde şehir kurulmalıdır.
3. Şehrin etrafında tarım için elverişli ve verimli topraklar bulunmalıdır.
4. Şehrin kuruluşu ve şehir hayatı için elzem olan yakıt ve yapı malzemeleri de şehirden çok uzaklarda olmamalıdır.
5. Şehrin ırmak ve deniz kenarında kurulması, ulaşım ve nakliyat sorununu da çözecektir.
Araplar, İslamiyet'in ilk çağında Irak'ta ve Kuzey Afrika'da şehirler kurarken bu şartlara uymamışlardır. Bu yüzden Müslümanların kurduğu şehirler, çabucak yıkılmaya yüz tutmuştur. Afrika'daki Kayrevan şehri gibi, Basra, Kûfe ve benzeri şehirler de bu cümleden sayılabilir.
Şehir refahı ve çürüme
Yerleşik ve medeni hayatın zamanla refah ve ihtiyaçlar hususundaki tavrının son haddine vardığını belirtir ve Mukaddime'de ise bu konuyu şöyle açıklar: "Bu hayatın bir sonucu olarak daima talep ve ihtiyaçlar arkasından koşmak, birbiri ardınca ahaliyi yorar, üstelik bu tekellüflerin çok olan çeşitlerinden birini elde ettikten sonra, nefis diğer çeşitlerini de arzu eder. Bunun tesiri ile fısk ve fücur artar, meşru ve gayri meşru yollarla geçinme vasıtalarını elde etmek üzere türlü çarelere başvurulur. Fikirler bunu düşünmekle meşgul olur, bunun vasıta ve hilelerini arar. Bunun bir sonucu olarak yalancılık, kumar, aldatma, hırsızlık, yalandan ant içme ve ihtikâr (vurgunculuk) hüküm sürer. Yerleşik ve tekellüflü (sıkıntılı) hayatın bozuk ve kötü olan hallerinden biri de, şehvetlere dalmak ve şehvet düşkünü olmaktır. Bu düşkünlük de bolluğun ve refahın tabilerindendir. Refah ve bolluğun tesiriyle insan her türlü lezzetli yemekler yemeyi arzu eder. Bu yemeklerin tesiriyle zina ve lutîlik (eşcinsellik) gibi birtakım ahlaksızlıklar yayılır. Bunların her ikisi de zararlıdır."
Görüldüğü gibi refahı ve bolluk ile birlikte artan tüketimi her türlü olumsuzluk ve kötülüklerin nedeni olarak ilan etmekte ve bunu Mukaddime de uzun uzadıya anlatmaktadır. Refah toplumunu ve sorunlarını anlatırken tıpkı 19 ve 20'nci yüzyılın kötümser düşünür, yazar ve bilim adamları gibi şehir hayatını yargılamaktadır. Yine onun refah toplumuna ilişkin analizlerini okurken, modern okuyucu çağdaş refah ve tüketim toplumlarının eleştirel bir analizini okur gibi olmaktadır. İbn Haldun, refah ve tüketim toplumlarının sonu konusunda oldukça kesin olan bir yargıya sahiptir. Kanaatlerini desteklemek üzere Kuran-ı Kerim'den şu ayeti nakleder: "Bir şehir ve bölgeyi helak etmek istediğimizde biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına kötülüklerden sakınmayı emrederiz, onlar bizim buyruğumuzun tersine olarak fâsık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmağa müstahak olurlar. Biz artık o şehir ve bölgeyi yer ile düz bir hale getiririz." (17:17).
Peki, İbn Haldun'u şehir hayatı hakkında böylesine kötümser düşünmeye sevk eden nedir? Bizce bu soru, modern şehir hayatı söz konusu olduğunda da üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Acaba şehir hayatı, her zaman beraberinde çözülme ve çürümeyi getirmek zorunda mıdır? Bizce İbn Haldun'u kötümser kılan tek faktör, onun belirli bir tarih kesitinde ve belirli toplumlar üzerindeki yaptığı gözlem ve değerlendirmeleri değildir. Onun düşüncesinde çok daha derinden işleyen bir düşünce tarzı var ki bu, aynı zamanda onun tarih felsefesini ve sosyolojisini de üzerinde temellendirdiği bir paradigmadır. İbn Haldun'a göre biyolojik ve hatta bütün doğal varlıklar gibi, toplumlar da doğar, gelişir, yaşlanır ve nihayet ölürler. Demek ki tarih, toplum ve devlet de dâhil olmak üzere her türlü toplumsal olgunun temelinde 'çevrimsel yasalar' yatmaktadır. Temel paradigma bu olunca, doğal olarak ileri şehir hayatını da bir son beklemektedir. Bu temel felsefeyle ilgili düşüncelere Mukaddime'de zaman zaman yer vermektedir. Şu aşağıdaki sözler, onun düşünce dünyasını biçimlendiren bu paradigmayı açıkça özetlemektedir: "Sen bunu iyi anla. Yerleşik, medeni ve tekellüflü hayat tekâmülünün son haddini bulduktan sonra, diğer varlık ve tabii ömürler gibi devlet ve kavimlerde de ihtiyarlama çağının başlayacağına dikkat et." İbn Haldun, gözlemlediği olguları ve elde ettiği verileri, hep bu paradigma çerçevesinde yorumlamakta ve sistemleştirmektedir. Toplumsal olgular ile biyolojik organizmalar arasında analojiler kuran bu yaklaşım, Batı sosyolojisinde de popüler bir yaklaşım olmuştur. Spencer ve Comte gibi sosyologlar evrimci düşüncelerini, düzenli olarak işleyen yasalara dayandırmışlardır. Ancak İbn Haldun ile modern sosyal bilimcilerin ve düşünürlerin düşünce biçimlerinde temel bir fark bulunmaktadır. İbn Haldun, onlar gibi ilerlemeci değildir. İkinciler, tarih ve toplumun sürekli bir ilerleme içinde olduğunu savunurlar. Ortak yönleri, sosyal olayları açıklamada determinist bir anlayışı temsil etmeleridir. Her iki yaklaşımda çağdaş sosyolojide tartışmalı bir duruma gelmiş olup bugünkü düşünürler ve sosyal bilimciler toplumsal bilimlerin fizik, biyoloji ve kimya gibi doğal bilimlerle aynı kategoride ele alınamayacağını düşünmektedirler.