H. Şule Albayrak: İbn Haldun 15 Temmuz için ne söyler?

İbn Haldun 15 Temmuz için ne söyler?
Giriş Tarihi: 15.05.2017 10:30 Son Güncelleme: 15.05.2017 16:52
H. Şule Albayrak SAYI:35Mayıs 2017
15 Temmuz gecesi ağır silahlı askerlere rağmen darbeyi engellemek üzere köprülere, havaalanlarına akın eden kitleler, halkın asabiyetinin oldukça çarpıcı sembolik resmi olarak toplumsal bellekteki yerini aldı. Son yıllarda ülke gündemini işgal eden ana konulardan biri, belki de en önemlisi FETÖ'nün başımıza açtığı sorunlar. Örgütün 15 Temmuz darbe girişimiyle ortaya koyduğu performans dudak uçuklatıcı nitelikte... Zira cumhuriyet tarihinde çokça askerî darbeye tanık olmuşken ilk kez bir dinî grubun başlatıp yürüttüğü bir darbe sürecini yaşadık. Dolayısıyla toplum, epey şaşkın bir şekilde uzun süre anlamlandıramadığı bir durumla karşı karşıya kaldı. Darbe girişiminin ardından konuyu açıklamaya çalışan farklı disiplinlerden uzmanlar ve araştırmacılar, tarihimizin cumhuriyet öncesi dönemlerinde yaşanan darbe ve ihtilal hareketlerini gündeme getirince gördük ki geçmişiyle bağlarını koparan bir toplum, yaşananlar karşısında şaşkın.

kalabilmekte ve hadiselere anlam vermekte zorlanabilmekte. Oysa tarihimizde Şeyh Bedreddin'den, Sultan Abdülmecid'e karşı girişilen ve 'Kuleli Vakası' olarak bilinen hadiseye varıncaya kadar birçok dinî görünümlü darbe ve ihtilal hareketi yaşanmış.

Darbe girişimine bir dinî grubun sebep oluşu karşısındaki şaşkınlığımızı tarihî olaylarla yapacağımız karşılaştırmalar bir nebze olsun giderebilir. Ancak "21'inci yüzyılda böyle vakalar olur mu" sorusunun cevabını bu defa tarihe giderek değil de kendi yaşadığımız çağda diğer toplumlardaki olaylarla karşılaştırarak vermeye çalışabiliriz. Örneğin Amerikan toplumunda ortaya çıkan Jim Jones, David Koresh gibi isimlerin liderliğinde gelişen intihar kültleri, karşı karşıya geldiğimiz grubun sosyo-psikolojik analizini yaparken yardımcı olabilir. Ayrıca ABD'de mevzilenen ancak bütün dünyada FETÖ ile benzer şekilde yayılan Moon tarikatı yahut Amerikan gizli belgelerine belirli bir strateji ile sızan Scientology tarikatının faaliyetleri ve devletin buna karşı yürüttüğü Snow White operasyonu yine FETÖ'ye anlam verirken dönüp bakabileceğimiz vakalar arasında sayılabilir. Son olarak doğuya yönümüzü kaydırdığımızda örneğin Pakistan'daki Muhammed Tahir'ül-Kadiri olayında gördüğümüz gibi grup liderinin benimsediği örgütlenme biçimi ve ABD ile kurduğu ilişkiler yine kendi meselemizi anlamaya koyulurken istifade edebileceğimiz olgular arasında sayılabilir.

Aslında Türkiye'deki FETÖ gerçeğini anlamak ve açıklamak bir çırpıda yapılacak basit bir girişim değildir. Meselenin bir yönü sosyolojik ve psikolojik analizlere muhtaçken bir diğer yönü uluslararası güç ilişkileri ve istihbarat faaliyetleriyle alakalıdır. Başka bir boyut ise Türkiye'nin sosyo-politik dönüşümleri ve devlet toplum ilişkilerindeki aksaklıklarla ilgilidir. Son olarak din-toplum-devlet ilişkilerinin tarihi perspektifle birlikte analizi elzemdir.

Bütün bunları konunun uzmanlarına havale ettikten sonra bu yazıda 15 Temmuz'un farklı bir veçhesini anlamaya çalışacağız. Bu defa soru FETÖ'nün neden ve nasıl ortaya çıktığı değil; devlet kurumlarına son derece etkin şekilde sızdıktan ve birçok kurumun kontrolünü ele geçirdikten sonra giriştiği darbenin nasıl olup da başarısız olduğuyla ilgili olacak. Ve bu soruya cevap verirken bu defa İbn Haldun'un ortaya koyduğu asabiyet teorisine başvuracağız. 15'inci yüzyıldaki bir düşünürün günümüz Türkiye'sinde yaşanmış bir politik vakayı açıklama gücünü de böylece test etme imkânı bulmuş olacağız. Kanaatimce İbn Haldun, toplumsal belleğimizde derin etkileri olan ve uzunca bir süre etkisinden kurtulamayacağımız darbe girişiminin başarısızlığının nedenini en iyi açıklayacak kuramsal yaklaşımlardan birini ortaya koymuştur.

Düşünsel geleneğimiz ve İbn Haldun

Türk aydınları arasında İbn Haldun düşüncesinin Osmanlı tarafından tanınmadığına yönelik yaygın bir kanaat mevcuttur. Hatta bu önerme, Osmanlı fikir hayatının kuraklığına örnek olsun diye dillendirilmiştir çoğu defa. İbn Haldun'un aslında çok ileri görüşlere sahip bir düşünür olduğu ancak kıymetinin bilinmediği, takipçilerinin olmadığı ve ancak Batılıların keşfinden (özellikle Mukaddime'nin Batılı dillerine çevrilmesiyle) sonra Türk düşünürlerinin dikkatini çektiği iddia edilir. Oysa durum hiç böyle değildir ve bu yaklaşım Türkiye'de aydınların kendi düşünsel geleneklerinden ne derece uzak kaldıklarının bir işareti olarak değerlendirilebilir.
Üzerine yapılan araştırmalarla bugün daha iyi biliyoruz ki Osmanlı, İbn Haldun'u iyi tanıyordu. Öyle ki Kınalızâde'den Kâtip Çelebi'ye, Naimâ'dan Ahmet Cevdet Paşa'ya varıncaya kadar Osmanlı düşünürleri eserlerini verirken İbn Haldun'un ortaya koyduğu teorilere başvurmaktaydı. Bu ilginin bir meyvesi olarak 18'inci yüzyılda Şeyhülislam Pîrizâde Mehmet Sahib Efendi'nin başladığı Mukaddime çevirisi Ahmet Cevdet Paşa tarafından tamamlanmıştı.

Öyleyse kendi düşünsel geleneğimize damgasına vurmuş bir ismi, her ne kadar o günden bu güne epeyce sular akmış, araya modernleşme-postmodernleşme, sekülerleşme, küreselleşme gibi devasa dönüşümler girmiş olsa da günümüz hadiselerini anlamada yeniden devreye sokmayı deneyebiliriz/denemeliyiz. Bu ölü bir geleneği canlandırma çabası olmadığı gibi tarihte kalmış bir metne zorla günümüzü açıklatma çabası da değildir. Bu çaba, kendimizi yeniden kendi gözlüklerimizle okuma çabasının bir ilk adımıdır; zira Cemil Meriç'in de ifade ettiği gibi "Kendimize dönmek bir manada İbn Haldun'a dönmektir".

Asabiyet'in açıklayıcı gücü

İlmî çalışmalarının yanı sıra vazgeçilmez bir devlet adamı olarak da birçok görevlerde bulunan İbn Haldun, özellikle Kuzey Afrika'da hüküm süren devletlere dair gözlemleri neticesinde geliştirdiği asabiyet teorisiyle egemenlik ilişkilerini ve yönetim değişikliklerini başarılı şekilde açıklayan bir yaklaşım ortaya koymuştur. Buna göre asabiyet kavramı, genel bir ifadeyle grup dayanışması yahut kolektif aksiyon anlamına gelir ve egemenlik mücadelesinde başarılı olmak asabiyetin gücüyle bağlantılıdır. İbn Haldun asabiyeti iki şekilde (kan birliğine dayalı olan neseb asabiyeti ve bir arada olma, ittifaklarla elde edilen dayanışmaya işaret eden sebep asabiyeti) değerlendirmiş ve söz konusu kavramı genel olarak egemenlik ilişkilerini ve devleti açıklamak için kullanmıştır. Kısaca İbn Haldun'a göre asabiyeti güçlü olan grup, diğerlerine galip gelir ve onlar üzerinde söz sahibi olma gücünü elde eder.

Bu yaklaşım dinî hareketler için de geçerlidir İbn Haldun teorisinde. Öyle ki peygamberlik görevinin başarıya ulaşması için dahi asabiyetin güçlü olması gerekir. Diğer dinî hareketlerin başarısı için de öncelikli şart güçlü bir asabiyettir. İbn Haldun, asabiyetten yoksun olduğu halde dinî yahut siyasi liderliğe soyunan ve ihtilal/darbe yapmaya kalkanların akıbetini hiç iyi görmez: "Eğer deli iseler tedavi edilmelidirler, şayet kargaşa meydana getirmek için böyle davranıyorlarsa, darb ve katl ile tenkil edilmeli ve başları ezilmelidir. Veya maskaralıklarını ortaya koymalı ve kendilerini de soytarılardan saymalıdır." Bu çarpıcı ifadeler, Mukaddime'de verdiği örneklerden de anlaşıldığı üzere ortaya çıkan Mehdici hareketlere karşı İbn Haldun'un (Mehdi'nin gelişini reddetmese de) ne derece şüpheci olduğunu göstermektedir. Zira ona göre Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkan ve etrafına topladığı insanlarla siyasi otoriteye karşı çıkan kişiler, aslında normal şartlar altında elde edemeyecekleri siyasi gücü, dinî inançları araçsallaştırarak kazanmaya çalışmaktadırlar ve her ne kadar dinî söylemlerle ortaya çıkmış olsalar da asıl maksatları siyasi egemenliği ele geçirmektir. Böylece İbn Haldun, Mehdilik iddiasında bulunanları suret-i haktan görünmekle itham eder. Öte yandan takipçilerle ilgili de pek olumlu konuşmaz ve Mehdilik iddiasındaki kimseye inanıp peşinden gidenleri "aklı kıt" kişiler olarak tanımlar.

15 Temmuz: Asabiyetler karşılaşması

Gelelim 15 Temmuz'a... Darbe girişimi sonrası verilen ifadeler ve toplanan bütün deliller, girişimin terörist başı Fetullah Gülen liderliğinde onun takipçileri ve Türk ordusu içine yerleştirilmiş elemanları tarafından yönetildiğini ortaya koydu. Böylece dinî bir hareket olarak başlayan bir oluşumun terör örgütüne evrilirken dönüştüğü nihai form, 15 Temmuz'da en acı haliyle toplum belleğine silinmeyecek şekilde kazındı. Bu dönüşümde İslami mülahazalarla ortaya çıkan bir vaizin 'karizması' ve varsayılan dinî yetkinliğiyle etrafına topladığı takipçileri belli bir grup bilinci etrafında birleştirdiği ve yönlendirdiği dikkati çeker.

İbn Haldun perspektifinden bakarsak Gülen, normal şartlarda elde edemeyeceği (demokratik siyasetten kaçındığı ve arka kapılarda faaliyet göstermeyi tercih ettiği için) Türkiye'yi yönetme imkânını devlet kurumlarına ve orduya uzun yıllar içinde yerleştirdiği takipçileri marifetiyle gerçekleştirme yolunu denemiştir. Bu senaryoda İslam, İbn Haldun'un da belirttiği gibi siyasi amaçları gerçekleştirebilme yolunda araçsallaştırılan bir unsurdur. Gülen'in dinî mülahazaları ve hususiyetle Mehdilik iddiaları karşısında ikrar edercesine sükûtu, yalnız grup asabiyetini güçlendirmeye yaramamış; aynı zamanda grup kontrolünün sağlanması açısından da önemli bir işlev görmüştür. Böylece asabiyeti her geçen gün artan grup üzerinde Gülen otoritesi tartışılmaz güç olarak kendini hissettirmiştir.

Grup içinde katı bir hiyerarşi ve otorite kendini hissettiriyor olsa da (katı bir ast-üst ilişkisi, üstün emrine mutlak itaat...) dışarıya oldukça pozitif (çalışkan, dürüst...) imaj çizen örgüt mensupları, kurdukları ulusal ve uluslararası eğitim ve yayın faaliyetlerine ek olarak diyalog ve hoşgörü çalışmalarıyla oluşumun karanlık yüzünü uzun zaman gözlerden uzak tutmayı başarmışlardır. Böylece 2000'lerdeki demokratik açılımlardan ve devlet kurumlarını azınlığın tekelinden çıkarıp toplumun geneline açma çabalarından da önemli ölçüde faydalanabilmişlerdir. Ancak bu süreç meşru sınırların epey dışına çıkarak bilinçli bir şekilde devlet kurumlarını ele geçirme çabasına dönüşmüştür. Eğitimden sağlığa, bürokrasiden orduya varıncaya kadar yerleştikleri kurumlarda asabiyetlerinin yeterince güçlendiğine kani olana kadar beklemişler ve buna ikna olduklarında seçilmiş meşru yönetime karşı 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştirmişlerdir. Ancak uğradıkları başarısızlık, asabiyetlerinin gücüne dair yanlış hesap yapmış olmalarından kaynaklanmıştır.

Böylece İbn Halduncu bir yaklaşımla söyleyecek olursak 15 Temmuz bir asabiyetler karşılaşması olarak değerlendirilebilir. Bu karşılaşmada bir tarafta FETÖ'nün uzun yıllar içinde besleyip büyüttüğü grup asabiyeti yer alırken diğer tarafta demokratik usulleri benimsemiş, iradesine sahip çıkan ve büyük oranda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliği etrafında gelişen halkın asabiyeti yer almıştır. Ayrıca her ne kadar bu karşılaşmada FETÖ asabiyetinin temsilcileri ellerindeki profesyonel kadrolar ve ağır silahlarla yer almış olsalar ve karşılarında sadece darbeye engel olma çabası içindeki silahsız sivil halk ve bazı siyasetçiler bulunmuş olsa da sonuç, asabiyeti güçlü olan halk tarafından belirlenmiştir. Günün sonunda darbeciler tarafından 248 vatandaş öldürülmüş; 2000 civarında insan yaralanmış, ancak FETÖ asabiyeti halkın asabiyeti karşısında tutunamamıştır.

15 Temmuz gecesi ağır silahlı askerlere rağmen darbeyi engellemek üzere köprülere, havaalanlarına akın eden kitleler halkın asabiyetinin oldukça çarpıcı sembolik resmi olarak toplumsal bellekteki yerini aldı. Darbecilerin kullandığı tankı durdurmak maksadıyla feci bir sonu göze alan ve bu korkunç savaş aracının önüne yatan Metin Doğan'dan, komşusunu alıp eşinin kamyonuna atlayarak mahalleliyi toplayıp tanklara kafa tutmaya giden Şerife Boz'a kadar birçok gazi ve şehit, halkın asabiyetinin sembolleri olarak nesiller boyu anlatılacak hikâyelere dönüşecektir. Öte yandan FETÖ, siyasi emellerini dinî kılıfa bürüyerek gayri meşru şekilde devlet içinde devletleşen bir karanlık mihrak olarak ve bir dini hareketin terör örgütüne dönüşmesinin hikâyesi olarak zihinlere çoktan kazındı bile.

Ancak yaşadığı başarısız girişim sonrası asabiyeti zarar gören FETÖ, asabiyetini tümüyle kaybetti mi? Hayır. Evvela örgütün lideri konumundaki Gülen yaşadığı sürece ve söz konusu örgüte yurt dışı desteği sağlandığı sürece asabiyeti alttan alta işlemeye ve canımızı sıkmaya devam edecektir. Buna karşı en iyi cevap, asabiyetinin gücünü yitirmeyen toplumsal duruş ve kendi bünyesindeki temizliği en titiz şekilde gerçekleştiren bir devlet pratiği ile olabilir.

* Bu yazıda konuyla ilgili yazara ait genişletilmiş makale, İslami İlimler dergisinin Din Sosyolojisi özel sayısında yayınlacaktır.
BİZE ULAŞIN