Kemal Sayar: Tarih çok uzağa gidemez

Tarih çok uzağa gidemez
Giriş Tarihi: 5.4.2017 16:12 Son Güncelleme: 5.4.2017 16:12
Kemal Sayar SAYI:34Nisan 2017
Dün Nazi Almanya’sında sergilenen cinnet, bugün Batı Avrupa ve ABD’nin entelektüel dehlizlerinde şeytani bir plan olarak karşımıza çıkıyor. Bugünün ötekisi bir türlü entegre edilmeyen, hep dışarlıklı kalan Müslüman’dır ve bu haliyle de konfor peşindeki zihinlere, mükemmel bir düşman imgesi sunar…

Öteki kimdir? Her birimiz bir başkasının ötekisi değil miyiz? Sol elimizin vücudumuzun bir parçası olduğunu inkâr etme hakkını nasıl bulabiliriz? Biz ve onlar arasına örülen duvar hem yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığına zemin hazırlıyor, hem de onların yaşadığı ıstırabı değersizleştirerek insani vicdanı zedeliyor. Bu yazıda, Avrupa'nın ötekisi kimdir, ona bakmaya çalışacağım.

Avrupa ve öteki

Avrupa'nın İcadı adlı kitabında Gerard Delanty; "Avrupa kimliğinin Doğu'nun reddi ve inkârı üzerine kurulu olduğunu" söyler. Avrupa'da süregiden göç dalgasının dünyayı biz ve onlar şeklinde ayıran, yabancının, göçmenin veya komşunun kendi saflığını tehdit ettiğinden endişe eden, küresel dünyanın güvenlik paronayaları ile zehirlenmiş ırkçı/entegrist/ aşırı kesimlerde bir öfke yarattığı aşikâr. Bütün Avrupa, sokaktaki özgürlük söylemlerine rağmen, aşikâr ve gizli bir ırkçılıkla boğuşuyor. Bu ırkçılık Almanya veya Hollanda'da Türk/Arap/Müslüman öğrencilerin yükseköğrenim hakkının kısıtlanmasından onların bir zamanlar Nazilerin Yahudilere reva gördüğü 'untermensch' kategorisine hapsedilmelerine kadar, değişik tonlarda kendini gösteriyor. Güvenlik endişeleri ile iyiden iyiye 'korkunun krallığı'na teslim olmuş dünyamızda, yabancı, hem bir arzu nesnesi hem de içten içe korkulan ve tiksinilen, uzaklaştırmaya can attığımız bir varlıktır. Anlamın kaybolduğu, müteveffa sosyolog Zygmunt Bauman'ın ifadeleriyle, "Bireysel hayatın ötesine uzanan sonsuzluk yapılarının hoyratça sökülüp atıldığı bir dünyada" düşman yaratmak, hayatta kalma stratejisi olarak öne çıkar.

Nefret ötekini insanlıktan tenzil-i rütbeye uğratmakla, onu gayri insanileştirmekle tetikleniyor. Zihninin en diplerine, ötekini düşmana çeviren propaganda taşları döşenir. Dehumanizasyon (gayrı insanileştirme), diğer insanın yani benden farklı olanın da benim gibi bir ruhu veya zihni olduğunu kabullenmemek demektir. O, benden farklı olduğu için 'daha az insan' kategorisine yerleştirilir. Böylece nefret eden, nefret nesnesini kötü, ahlaksız ve tehlikeli olarak görecektir. Kurban giderek değersizleştirilir ve böylece nefret eden gözünde bütün ahlaki ve insani değerini yitirir. Dehumanizasyon/ gayri insanileştirme öncelikle ' öteki' ile ilgili kalıplaşmış düşünceler yaratmakla başlar; ötekinin canavarlaştırıldığı, değersizleştirildiği, her açıdan güçlü kılındığı, şeytanlaştırıldığı, soyut bir yaratığa benzetildiği basmakalıp düşünceler. O yabancı artık, bizim aziz saydığımız değer ve inançlarımıza karşı büyük bir tehlikedir. Düşman tehlikesi sebebiyle toplumda korku tırmanır ve mantıklı insanlar mantıksız davranışlarda bulunmaya başlayabilir. Demokrasi ve özgürlük yanlısı insanların, korkunun uyandırdığı arkaik tepkiler nedeniyle, totaliter düşüncelere savrulduğu görülebilir. Düşmanın posterlerde, televizyonlarda, dergi kapaklarında, filmlerde ve internette sunulan dramatik görsel imgeleri; beyinlerimizin kuytu köşelerine böylece kabul edilir ve beyin, güçlü korku ve nefret duyguları ile tıka basa doldurulur. Bu vahşi imgelemin pratikteki en uç sahnesinde, bir insanın kendisine düşman olarak tanımladığı bütün insanları yok etmek amacıyla plan yapması, yani 'soykırım' yaşanmaktadır. Hitler'in propaganda yöntemleri Yahudi komşu, çalışan ve arkadaşların devletin düşmanı olarak görülmesini sağlamıştı. Sıradan insan, yaratılmış bu canavar için 'son çare'ye haklı sebeplerle başvurulduğuna inanmıştı. Bu yöntemin tohumlarının, ilkokullarda okutulan ders kitaplarında bütün Yahudileri aşağılık varlıklar ve katledildiklerinde, vicdan azabı duymaya değmeyecek insanlar olarak gösteren imgelerle ve yazılarla atıldığını anlayabiliyoruz. Dün Nazi Almanya'sında sergilenen cinnet, bugün Batı Avrupa ve ABD'nin entelektüel dehlizlerinde şeytani bir plan olarak karşımıza çıkıyor. Bugünün ötekisi bir türlü entegre edilmeyen, hep dışarlıklı kalan Müslüman'dır ve bu haliyle de konfor peşindeki zihinlere, mükemmel bir düşman imgesi sunar. O saflığı tehdit eden kişidir. Bu düşmanın beni her an rahatsız edebileceği inancı, Avrupa merkezli narsistik öznelliğin görünmez bir veçhesini oluşturur.

Ahlaki körlük ve Avrupa

Holokost tarihin seyrüseferinde bir yoldan çıkma mıydı yoksa Batı şiddetinin bir şahikası mı? Enzo Traverso, Nazi şiddetinin kökenlerini araştırdığı kitabında bu soruya cevap arar. Bu mühim bir soru zira Nazi suçları, çokları bizi aksine inandırmaya çalışsa da, tarihin içinde bir Big Bang patlamasıyla, kendiliğinden, durduk yerde ortaya çıkmadı. Liberal Avrupa modernleşmesinin bir şahikası, bir tepe noktası olarak da okunabilir Holokost. Nazi rejiminin ayak izlerini geriye doğru takip ettiğinizde, temerküz kamplarının ta kökünde, Avrupa modernleşmesinin yarattığı bir dizi olgunun kesişimi görülür: Öldürmenin sanayileşmesi, ölümün gayrı insanileştirilmesi ve kolonyalist zihniyet, Nazi barbarlığını hazır hale getirmiştir. O yüzden Nazi suçları Batı tarihinde bir sapma veya bir anomali değil; teknik, kültürel ve ideolojik öncülleri olan doğal bir uğraktır. Traverso'ya göre Nazizmin biricikliği, Batı'ya muhalefetinde değil, münhasıran Batı'ya özgü olan pek çok şiddet türünün dehşet verici bir karışımı olmasında yatar. Giyotin, makineli tüfek, hapishane, toplama kampı ve ırkçılık I. Cihan Harbi'nde ve sömürge savaşlarındaki katliamlar, evet bütün bunlar toplumsal evreni ve zihinsel manzarayı şekillendirmiş ve bu zeminde nihai çözüm tasarlanarak hayata geçirilmiştir. Auschwitz'i mümkün kılan fikirler, Avrupa'nın kıyısından köşesinden değil, ana akımından neşet etmiştir. Yani gaz odaları 'uygarlıkta bir mola' değil bizatihi o uygarlığın yüzlerinden biridir mesela. Bütün bu değişimlerle birlikte ahlaki kayıtsızlık da sökün etti ve bürokratik yararlılık her şeyin önüne geçti. 'Çalışmak özgürleştirir' yazıyordu temerküz kampının girişinde, aslında kölelik çok daha önceleri, insan yaptığı işe yabancılaştığında başlamıştı. Ve sömürgecilik bize 'aşağılık kara derili ırkın' daha üstün uygarlık karşısında yaşamaya hakkı olmadığını, önünde sonunda tarih sahnesini terk edeceğini, dolayısıyla onun üzerinde şiddet uygulamanın mubah olduğunu çok daha önce fısıldamıştı.

Sıradan bir Alman için geçmişin bu ağır yüküyle dolaşmak çok zor, Almanya adeta kendisinden kaçmak için Avrupa idealini mesken ediniyor. Geçmişin hayaleti onu bir gölge gibi izliyor ve rahatlık vermiyor. Sıradan bir Alman kendisini bir dünya vatandaşı, özgür dünyanın özgür bir yurttaşı olarak görmek istiyor ve sırtındaki tarih kamburunu gizlemek derdinde. Almanlığa iliştirilmiş kolektif suçluluk ve sorumluluk duygusu, kendi kimliğini bir Avrupalı olarak kurmak suretiyle bir ölçüde telafi edilmiş oluyor. Oysa Faulkner'in söylediği gibi, "Geçmiş asla ölmez, hatta geçmez bile". Başkalarının başına getirdikleri felaketlerin travmasıyla baş edebilmeleri gerekiyor Almanların.

Otobiyografik zaman algımızdaki kaymalar kişisel kimliğimizi nasıl koruyorsa, kolektif kimliğimiz de tarihsel zaman algımızı değiştirerek savunulabiliyor. Saldırganlığın tarihin derinliklerine ait kılınarak toplumsal hayatta hâlâ süren izlerinin (mesela ırkçılık veya yabancı düşmanlığı) silinmesi, kolektif kimliğin sürdürülmesine hizmet ediyor. Oysa suçluluk hissi ne kadar yüksek olursa düzeltme ve onarma gayreti de o kadar güçlü olacaktır. Nazi geçmişiyle iyiden iyiye hesaplaşabilen bir Almanya, günlük hayatta her an hortlamaya hazır bir biçimde bekleyen ırkçılığı de bertaraf edebilirdi. Kimileri Nazi Almanya'sı ile bugünün Almanya'sı arasına bir duvar örmeyi ve geçmişin günahlarını bir suçluluk bulutu halinde bugüne taşımamayı tartışıyorlar. Ne de olsa 'artık acı çeken bir Yahudi yok' demeye getiriyorlar. Kolektif suçluluğun devam etmesi için mağdurun hâlâ acı çekiyor olması gerektiğini dile getiriyorlar. Peki, mağdur yer değiştirmiş olamaz mı? Belki de mağdur o zaman ve şimdi hep aynı kişiydi, Nazi kamplarında adına 'Muselmann' denen kişi, Müslüman. Zayıf düşürülmüş, insanlıktan çıkarılmış, ölümü bekleyen, secdeye varır gibi bir halde olduğu için Müslümana benzetilen kişi. Solingen'de barbarların yaktığı Türk, sınırdan yüz geri edilen Suriyeli bugünün 'Muselmann'ıdır.

Bir öteki olarak Müslüman

"İdeolojik açıdan Avrupa (ve onu oluşturan ulus-devletler), Müslüman göçmenleri tatmin edici bir şekilde temsil edilemeyecek şekilde inşa edilmiştir" der Talal Asad. Bu durum Müslümanların "mutlakçı imanı"ndan çok Avrupa'nın kültür, medeniyet, seküler devlet, çoğunluk ve azınlık mefhumlarından ne anladığıyla ilişkilidir. Asıl soru, Avrupa'nın kendisini gerçek Avrupalı olarak görenler tarafından nasıl tasavvur edildiğidir. Avrupa kimliği dışlamalarla ve kişinin kendisi için seçtiği adda nelerin içerildiğini, dışlananların tanımaları arzusuyla ilişkilidir. O yüzden, "Avrupalı kimliği söylemi Avrupalı olmayanlar hakkında duyulan endişelerin bir semptomudur." Avrupa'nın derin bilinçaltında, "barbar, öteki" olarak yaşayan Müslüman, asla onun bir parçası olamaz ancak birlikte yaşanabilecek ötekidir. Biz ve onlar bir arada yaşayabiliriz, ancak biz biziz, onlar da onlar. Bu zihniyete göre, insanların kendi tarih ve geleneklerinden ayrılabilecekleri inancı İslam dünyasının Avrupalılaşmasını teşvik edebilir. Dolayısıyla Müslüman göçmenlerin "yüksek Avrupalı değerler"i kabul etmeleri, Avrupa uygarlığına asimile olmaları beklenir. Avrupa tasavvurunun korku ve endişelerden arındırılmasını beklemek çok mu safça bir dilek olur? Avrupa'dan göçmenlere karşı daha fazla bir kültürel duyarlılık beklemek, ahmakça bir beklenti mi sayılmalı? Sekülerizmin erdemleri, kutsalın beyhudeliği, özgürlükçü bir hayat vb. konularda her gün sayısız slogan ve propagandaya maruz bırakılarak kendi olmaktan utanması istenen Müslüman, değişmediği ve ona benzemediği sürece, Avrupalının zihninde barbar olarak yer almaya devam edecektir. Hor görülen öteki, nefret teolojisine zıplamak için, işte bu tahkir eden bakışı tramplen tahtası olarak kullanmaktadır.

Misafirperverlik hakkı

Bundan iki asır önce Kant 'misafirperverlik hakkı'ndan bahsediyordu: "Misafirperverlik, bir yabancının, başka bir ülkeye geldiğinde düşmanca muamele görmeme hakkını ifade eder. Söz konusu yabancıyı ülkede ağırlamayı reddetmek mümkündür; şayet bu, yabancının mahvolmasına yol açmayacaksa. Ancak yabancı barışçı bir biçimde davrandığı sürece, ona düşmanca muamele gösterilemez." İnsanlar, yeryüzünün ortak sahipleri oldukları için bu hakka sahiptirler ve birbirlerinin varlığına hoşgörülü olmak zorundadırlar. Bugün özellikle Batılı dünyada bir yabancı düşmanlığı kol geziyor ve yeni düşmanlar artık derileri daha koyu renkli olanlar değil, yaşama biçimleri ve yoksulluklarıyla, müreffeh öznenin asude hayatını tehdit eden yabancılar.

Günümüzün potansiyel suçlusu 'yabancı'dır ve Avrupalı ulus devlet, ancak ondan arınarak, onu sınır dışı edip yanına yaklaştırmayarak suçu önleyebileceğini iddia ediyor. Etnik nefret ve ayrımcılık, müreffeh Batılı öznenin güvenlik kaygısına eklemleniyor ve buradan bir haklılık politikası üretiliyor. Öyle ya, yabancı suç makinesi ise, bizim güvenliğimiz, ona duyduğumuz merhameti önceler! "Modern egemen gücün nihai cezası" der Zygmunt Bauman, "birini insanlıktan muaf tutma hakkı olarak ortaya çıkar". Böylece göçmen bir 'insanlık artığı' olan 'devletsiz kişi' olarak kolaylıkla dışlanır, herhangi bir etik talepten muaf tutulur. Yurttaş ve yabancı arasındaki hudut artık neredeyse insan ile insan-olmayan arasındaki huduttur. Yabancı, başını sokabileceği bir evi olmayan kişi değildir yalnızca, insanca yaşama hakkı için bir yasal çatıdan da mahrum bırakılan öznedir. Göçmen yer değiştirmez, yeryüzündeki 'yer'ini yitirir. Vatanından olmuştur ancak kendisine yeni bir vatan da bulamamıştır. Batılı efendi, tel örgülerden ziynet eşyasına el koymaya kadar türlü eziyet yöntemleriyle 'yabancı'yı kusmak ister.

Avrupa'da dışarıdan gelenlere yönelik öfke ve nefretin tanımlayıcı özelliği yerliciliktir. 'Önce Avusturya! Önce Almanya! Önce Fransa!' Yerlici hareketlerin istediği şey Avrupa'nın bütün yabancı etkilerden arındırılması, özellikle de 'yabancı' İslam dininden kurtarılmasıdır. İşin kötü tarafı bu tür ahlaksız taleplerin aşırı sağın tekelinden çıkarak, giderek resmi politikalara dönüşmesidir. Yeni yurttaşlık sınavları ve bütünleştirme politikaları, Batı Avrupa toplumlarında neyin kabul edilebilir davranış olduğunun öğretilmesinden 'daha üstün' Aydınlanma (seküler) değerlerine dayalı fikirlerin benimsetilmesine kadar, geniş bir yelpazede uzanır. Asimilasyona dayalı azınlık politikalarıyla hükümetler, çok kültürlülük ve çoğulculuğa yönelik aşırı sağ saldırısını meşrulaştırır ve eşitliği, kültürel benzeşlik üzerine inşa eder. Kahrolsun farklılık, yaşasın benzeşlik! Burada ana fikir, ancak aynı olursak eşit olabileceğimizdir. Asimile olmayanların dışlanmasını teşvik eder hükümetler, aşırı sağın yerlici bakış açısını meşrulaştırır ve sınır dışı edilme yahut yurttaşlık hakkını reddetme yoluyla, onları temel insani haklardan mahrum bırakır. Yutamadığın lokmayı kus!

Örgütlü riyakârlık

Soğuk Savaş sonrası bu cesur yeni dünyada düşman, ideolojisi ile değil yoksulluğu ile tanımlanır. Sığınma arayan yoksullar, yasadışı göçmenler olarak sermaye kültürünü tehdit etmektedir. Bu yüzden de ulusal kimliği ve ekonomik refahı korumak adına kapitalist Batı dünyasının dışında tutulmalı, eşikten içeri adım atmalarına izin verilmemelidir. İşte bu yeni ayrımcılık; mülksüzlerin, yersiz yurtsuzların, vatanlarından sürgün edilmişlerin maruz kaldığı, yabancı düşmanlığı ile kendisini gösteren apaçık bir ırkçılıktır. Yabancı artık haysiyet talebi görmezden gelinen elverişli düşmandır. Bütün günahlar, korkular, kaygılar onun üzerine üstelik devlet tarafından boca edilebilir.

Kurumlaşmış yabancı düşmanlığı, 11 Eylül sonrasında, on yıllardır Avrupa'da mukim bulunan azınlık etnik topluluklara da sirayet ettirilmiş, sadece Müslüman oldukları için öfke ve nefrete muhatap kılınmışlardır. Onlar, ırkçı bakışa göre, sadece içerideki düşman olarak terörle olan savaşında Avrupa'yı zayıflatmamaktadır, ama aynı zamanda İslami norm ve değerlere bağlılıklarıyla da Avrupalılık mefhumunun kendisini tehdit etmektedir. Yurtseverlik kılığı altında anti-İslam ırkçılığı çok kültürlü dokuyu tahrip eder ve birlikte yaşama pratiklerinin altını oyar. Asimilasyon bir dizi ölçünün kabulüyle adeta mecbur edilir. Yurttaşlık kanunları güvenlik eksenli olarak yeniden tanımlanır, zorunlu dilbilgisi ve yurttaşlık sınavları getirilir, cami heyetleri için davranış kodları oluşturulur ve Müslüman kadınlar için giyim kuşama dair bazı kısıtlamalar getirilir. Irkçı politikalar korku çemberini genişletir.

Ahlak, ötekine karşı duyduğumuz sorumlulukla başlar. Ne tarih görülmeyecek kadar uzağa gidebilir, ne de insan. Avrupa kendi karanlığıyla yüzleşmeyi başardığı gün, bize ders vermeyi düşünsün. O zamana dek, bizim bu örgütlü riyakârlıktan öğrenecek bir şeyimiz yok.

BİZE ULAŞIN