Nilhan Osmanoğlu'nun adını ilk kez 16 Nisan'da yapılacak olan referandumda "evet" oyu kullanacağını açıkladıktan sonra duydum. Kendisi II. Abdülhamid'in beşinci kuşaktan torunuymuş. Hani şu yaka paça sınır dışı ettiğimiz, sürgün yıllarında türlü sıkıntılar çeken hatta esnafa olan borcundan ötürü cenazesine İtalya'nın San Remo kasabasındaki kasap ve bakkal tarafından haciz konulan fakat İstanbul'u terk ederken hazineden hiçbir şey almayan Sultan Vahdettin'in de mensubu olduğu Osmanoğulları ailesi var ya işte onlardan…
Bundan üç buçuk yıl evvel bir televizyon programında yaptığı; "Galatasaray Adası olarak da bilinen Su Ada, dedemin şahsi malı ve burayı almak için hukuki bir süreç başlattık" tarzında bir demeç vermiş Nilhan Osmanoğlu. Yine aynı programda; "Napolyon, dedem için benden sonra ikinci zengindir" diye bir açıklama yapmış. Şahsen Su Ada talebini gereksiz ve yakışıksız, Napolyon'un dedesi için söylediğini iddia ettiği sözü ise üzücü buldum. Gereksiz ve yakışıksız çünkü bunun peşine düşmek Osmanoğullarının asaletini zedeler türden. Üzücü çünkü Nilhan Hanım burada çok büyük bir tarihsel hataya düşüyor zira Napolyon öldüğünde II. Abdülhamid'in doğmasına 21 sene vardı.
Gelgelelim Nilhan Hanım bu açıklamaları yaptığı tarihte kimseden doğru düzgün bir ses çıkmamış fakat ne zaman ki, "Referandumda oyum evet" demiş, işte kızılca kıyamet o vakit kopmuş memlekette. Cumhuriyetin yılmaz bekçisi 'bağzı beyazlar'ın "Osmanlı geri geliyor paranoyaları" pörtlemiş birden. Evvela Gülse Birsel, Hürriyet'teki köşesinden çalmış kalemi, "Yeni prenses benim" diyerek. Sonra başlamış cumhuriyetin kazandırdıklarını sıralamaya. Yok efendim, "Cumhuriyetin okullarında bedava okudum, o okullarda aldığım eğitim, dünyanın sayılı üniversitelerinden Columbia Üniversitesi'nde yüksek lisansa kabul almama yetti" demiş ve "E cumhuriyet böyle bir şey. Krallık, kraliçelik bedava değil. Bileğinin hakkıyla. Yani kadın, erkek, fakir, zengin, köylü, kentli, herkes kral olabiliyor o 'canınıza yeten düzende'... 'Since 1923!" diye bağlamış. Bravo! Gerçekten aldığı eğitimin, yaptığı yüksek lisansın hakkını fazlasıyla veriyor Gülse Birsel. 16 Nisan'da 'cumhuriyet yönetimine devam mı edelim yoksa Osmanlı sistemine geri mi dönelim' diye sandığa gideceğiz zaten(!) Hani, cumhuriyet yönetimi altında parlamenter sistemle Cumhurbaşkanlığı Sistemi arasında bir seçim değil bizlere sunulan(!) Halk TV'de yayınlanan Halk Arenası programında Yılmaz Özdil'le Müjdat Gezen arasında Nilhan Osmanoğlu üzerinden dönen 'bel altı muhabbetin' rezilliğine değinmeye gerek bile duymuyorum. Bilmeyenler yahut isteyenler internetten çok rahat ulaşabilirler içeriğine.
Siz kimsiniz, biz kimiz?
Cumhuriyet tarihimiz, kendisini bu memleketin 'esas sahibi' gören sözüm ona elitlerinin ipe sapa gelmez, paranoyak, ben bilirimci tavırlarda ürettiği örneklerle dolu. Bu arada elit (seçkin) kelimesinin köklerinin esasen 17'nci yüzyılda 'üstün kaliteli malları' nitelemek için kullanıldığını hatırlatmakta fayda var. Kavramın siyasi literatürde üst toplumsal tabakaları ifade etmek amacıyla kullanılması ise Vilfredo Pareto sayesinde olmuş. Ortaya attığı 'seçkinler dolaşımı' teziyle siyaset bilimi literatüründe hatırı sayılır bir yer bulan Pareto'nun görüşünün özünü; seçkinler arasında devamlı bir dolaşım ve dönüşümün olması oluşturuyor. Bu değişimi oluşturan dinamikleri ise ya tepeden inmeci bir devrim yahut yavaş fakat sürekli bir tedricilik oluşturuyor.
Pareto'nun tezini Türkiye'nin bugünkü şartlarıyla değerlendirdiğimizde Türkiye; siyasi ve sosyolojik değişimle birlikte kaçınılmaz olarak bir seçkin dönüşümü de yaşıyor. Zira her yeni sistemin beraberinde kendi seçkinini de getirmesi ilmi siyasetin kaçınılmaz bir yasası. Bu noktada tartışılması gereken esas mesele, egemen seçkin zümre ile toplum arasındaki makasın ne kadar açık olup olmayacağı ile alakalı. Ülkemizin tarihi ne yazık ki bunun kötü örnekleriyle dolu. Tanzimat elitleri olarak niteleyebileceğimiz Yeni Osmanlılar ile başlayan modern elit literatürümüz, İttihat ve Terakki döneminde Jön Türkler'de, cumhuriyetin ilk yıllarında ise kadrocularda vücut buldu. Ne yazık ki, her sistem değişimi ile gelen yeni elitler bir öncekilere rahmet okuttu. Zira her birinde devlet ile toplum arasındaki yabancılaşma katlanarak büyüdü. Özellikle cumhuriyetin resmi ideolojisini oluşturan kliklerin toplum ile aralarına kalın duvarlar ördüğünü ve alttan gelen taleplerin üretilen katı mekanizmalarla nasıl bastırıldığını biliyoruz. Alt kesimlerin siyasal iktidarı demokratik yollarla ele geçirseler bile sistematik müdahaleler ve bu müdahaleler sonrasında oluşturulan anayasalarda (61 ve 82 Anayasaları) koruma altına alınan vesayetçi yapı eliyle nasıl sindirildiğine de. Ekonomi, siyasi, askerî ve bürokratik elitler olmak üzere dört ayaktan oluşan müesses nizamın seçkinleri, kendi çıkarlarına aykırı gelen her meşru talebi gayrimeşru görmeyi yahut görmezden gelmeyi tercih etti. Kaldı ki bunlara göre toplumun taleplerinin ciddiye alınmasına gerek yoktu. Öyle yahut böyle herkes resmî ideolojinin ürettiği söyleme bir şekilde uymak zorundaydı. Ve eğer söz dinlemezlerse gerekirse cebir dahi kullanmak bu elitlerin hakkıydı. Mezkûr elitlerin önemli simalarından Türkan Saylan, kameralar önünde kendinden oldukça emin bir şekilde; "Biz asılız, dolayısıyla bizim istemediğimiz bir şeyin bu ülkede olması mümkün değil!" deme cüretini gösterebiliyordu örneğin. Müesses nizamın elitlerinin medya ayağını oluşturan isimlerinden Emin Çölaşan, 28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in 'emirlerini' dinlemeye gittiği bir görüşmede Bir'e açık açık; "Siz onu bırakın… Darbe yapacak mısınız, yapmayacak mısınız?" diye sorabiliyordu. Deniz Baykal 2007'de meclisteki grup kürsüsünden Tayyip Erdoğan'a "Sakın ha cumhurbaşkanı adayı olma! Sakın ha olma!" diyerek kendince ayar verebiliyordu. TÜSİAD, basında ne vakit; "laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor, Osmanlı geri geliyor" yaygaraları kopsa, ki bu söylemler müesses nizamın elitlerinin sığınmayı en çok sevdiği limandı, hemen "cumhuriyetin çağdaş ilkelerinin sonuna kadar yanındayız" kıvamındaki bildirilerini kamuoyuyla paylaşıyordu. Yazının başında da verdiğimiz o üsttenci, tahammülsüz ve mevcudu korumacı söylemlerin kök kaynaklarının yakın tarihteki örnekleri olarak değerlendirmek mümkün bütün bunları. Gerek o günlerde gerekse de bu günlerde müesses nizamın seçkinlerinin tavrında değişen herhangi bir şey yok aslında. Fakat usulü dilediklerince uygulayabilme olanaklarını yitirdiklerinden sadece mızmızlandıklarıyla kalıyorlar. Zira Türkiye eski Türkiye değil artık!
Çevreden merkeze taşınan talepler ,
Türkiye, 2002 yılından beri hemen her alanda ciddi bir dönüşüm yaşıyor. Aradan geçen 15 yılda bu değişimi engellemek, mevcut statükoyu korumak adına vesayet odakları tarafından türlü müdahalelerde bulunulsa da siyasi irade, toplumun büyük kesiminin de desteğini arkasına alarak gösterdiği kararlı duruşla yapılmaya çalışılan müdahaleleri bir şekilde püskürtmeyi başardı. Bahsetmeye çalıştığımız değişim ve dönüşüm süreci bu kez, geçmişte yaşanan benzerlerinden farklı bir muhtevada yürüyor. Zira Tanzimat'tan beri belirli periyotlarla yaşanan 'restorasyon süreçleri'nin dönüştürücü gücü hemen hepsinde merkezden çevreye yayılırken bu sefer önemli ölçüde çevrenin taleplerini merkeze taşımayı başarabilmiş bir siyasi irade önderliğinde gerçekleştiriliyor. Gülse Birsel ve benzerlerinin statükocu hezeyanlarının sebebini biraz da burada aramak lazım. Zira artık hükümranlıklarını ciddi anlamda yitirdiklerinin ve 'doğal bir seleksiyona' uğradıklarının farkındalar.
Müzmin hastalık depreşir mi?
Artık her şey değişiyor. Bulundukları yerlerde kök saldığını sanan elitler olağan bir akışın içinde mevzilerini yitiriyorlar. Bununla birlikte oluşan yeni sistemin dişlilerini teşkil eden yeni bir seçkinler grubunun etki alanının genişlemesi de kaçınılmaz oluyor. Bu yeni seçkinlerin toplum ile devlet arasında daha bütüncül bir yapının inşa edilebilmesi adına oynayacakları rol çok önemli. Ancak tarihsel tecrübemize baktığımızda her yeni elitin bir öncekine oranla devlet toplum ilişkileri arasındaki uçurumu daha da arttırmış olması, yeni dönem elitlerinin de aynı handikaba düşeceklerine dair bir tedirginlik yaratmıyor değil. Türkiye'de farklı kesim ve ideolojik kamplardan olsalar bile yönetici elit konumuna geçmiş kesimlerin ve onların periferisini teşkil eden entelektüel zümrelerin ortak özelliği yahut hastalığı, eninde sonunda jakoben ve tepeden inmeci bir tavrı benimsemeleri hatta içselleştirmeleri oldu. Her döneminin elitinin kendisinden önceki elitte eleştirdiği ve mağduru olduğu bu tavrı, bir süre sonra canı gönülden benimsemesinin örnekleriyle dolu yakın tarihimiz. Zira iktidarda olmanın, gücü elinde bulundurmanın cezbedici yanını yadsıyamayız. Aynı durumun günümüz için de geçerli olduğunu gösterebilecek emarelerle de karşı karşıyayız ne yazık ki. Geçmişte olduğu gibi siyasi gücü uzun bir süre elinde tutmayı başararak yönetici elite dönüşen zümrelerin bu güce istinaden toplumu siyasi ve ekonomik alanların dışında da yönlendirmeye yeltenmeleri, sadece temsil ettikleri toplumsal kitleyi esas alıp, toplumun farklı kesimler tarafından oluştuğunu yadsımaya başlamaları, toplumun bu farklı kesimlerinin hassasiyet ve değerlerini dikkate almayarak sadece belli bir kesimin desteğini alacak bir hayat tarzını ve sosyal yapılanmayı empoze etmeleri gibi rahatsızlıkların semptomlarının yeniden belirmeye başladığını, en azından endişelere yol açtığını söylemek çok da insafsız bir tespit olmayacaktır. Bu tavrın şişirdiği yüksek egonun, geçmişteki elit zümreleri topluma rağmen toplumu şekillendirmeye, toplum mühendisliğine yeltenmeye kolaylıkla sevk ettiğini hemen hemen bütün nesiller deneyimledi. Ne yazık ki yeni elit mensuplarının bazı çıkışlarında da eski üsttenci dilin ve jakoben tavrın yansımalarına şahit olabiliyoruz. Benzer yaklaşımlar; farklı kesimlerin kendilerinin temsil edilmediği, dışlandığı hatta giderek mağdur edildiği yönündeki kaygı ve algılarını beslemenin yanında, uzun vadede toplumun büyük çoğunluğu tarafından desteklenen kazanımların meşruiyetine gölge düşürmekten öte neye yarayacak sahi?
Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu esas şey, geçmişte 'elitin en doğal hakkı' kılığına bürünen oysa gerçekte bir tür davranış bozukluğundan ibaret olan bu hastalıklı mirasın yeni elitler tarafından reddedilmesidir. Tarihin gösterdiği şu gerçekliği unutmamakta fayda var: Tepeden inmecilerin tepesine er-geç mutlaka başka birileri binmiş; üsttencilerin üstesinden gelen birileri mutlaka çıkmış; toplumsal kesimler kendilerini mühendislik hesaplarıyla şekillendirmeye kalkan elitlere er ya da geç hesap sormuştur. Aman dikkat…