Hem kışın son demlerini yaşamak hem de çelimsizce serpişen kar tanelerini karşılamak için Kemerburgaz'a doğru yol alıyoruz TRT Türkü eşliğinde. Şehrin beton kuşatmalarını yardıkça talan edilmiş ama güzelliğini teslim etmemiş ormanlar ve insanın bütün zulmüne rağmen küsüp bereketini kesmeyen, bin bir çeşit mucizeye gebe toprak karşılıyor bizi. Hemen yan koltuğumda kuyu gibi bir sessizlik, Hakan Ağabey, Hakan Yapar. Bu kendisiyle üçüncü karşılaşmam, diğer karşılaşmalarımızda olduğu gibi bu sefer de muhabbet etmiyoruz, sadece camdan dışarıya bakıp sonsuz olanın hayretiyle kalbimizi cilalıyoruz.
Bedenimizi silkeleyen rüzgâra karşı uzakları izliyoruz tepenin başında, Çiftalan Köyü'ndeyiz. Hakan Ağabey yıllarca çalıştığı kömür ocaklarına bakıyor, vefakâr dalgaların asla yalnız bırakmadığı üşümüş sahillere ve köyden şehre geldiği günlerdeki gençliğine... Bazı suretler fazlasıyla insanidir, insana daha çok benzer, yapaylıktan ve riyadan uzaktır. Yüz hatlarından yaşadıklarını, yüklendiklerini ve hayallerini kolaylıkla okuyabilirsiniz, bakışları perdesizdir çünkü. Sanırım Hakan Ağabey'e beni komşu kılan da bu duru, gölgesiz ve sakin hali, şair Levent Dalar'dan ödünç alacak olursak: "Bir iç kanama gibi sessiz ve derin."
Havanın sertliğine insan olarak ancak bu kadar dayanıp acizliğimizle beraber köy kahvesine dönüyoruz. Ellerimizi ovuşturarak sobanın başına çekiyoruz sandalyelerimizi. Gümbürdüyerek yanan soba hepimizin içinde saklı kalmış çok eski bir türküyü hatırlatıyor yeniden, benimkisi şu: "Gelin oldun Garabelin eline/Yedi bayram kına yakma eline/Kurban olam senin gibi geline/Yayladan gel kömür gözlüm yayladan." Mihmandarımız İbrahim ağabey, arka masada oturan kahvehane sahibine beni işaret ederek: "Bu arkadaşımız referandumda evet diyecekmiş" dedi ortamı neşelendirmek ve sohbet halkamızı genişletmek için. Daha önceden tanıdığım, hoş sohbetine şahit olduğum, mesleğimle ilgili bana sürekli şakalar yapan kişi bir anda tenine ateş değmiş gibi irkildi ve bambaşka bir haleti ruhiyeye büründü. Pahalılıktan, yaşam alanlarına müdahaleden, dış politikadaki yanlışlardan ve şu an aklıma gelmeyen birçok konu hakkında iğrenç ve kaba sözler kullanarak dert yandı. 'Eşrefi mahlûkat' olan insanın ağzına nasıl bu kelimeleri yakıştırdığından çok, kendisine misafir olarak gelmiş birine nasıl böyle vahşice saldırabildiğini ve nasıl bir anda böylesine öfke dolu bir varlığa dönüşebildiğini düşündüm. Bunu bir insana yaptırabilecek inanç hangi köklere dayanıyordu?
Söylenilen her şeyi tebessüm ederek dinledim. Günün bütün güzelliği ve bereketi, çirkin söz kalabalığı arasında eriyip gitti. Allah şahit, bir ara nefsime uyup cevap vereyim dedim fakat aklıma hemen Hz. Ali'nin yüzüne tüküren düşman bahsi geldi, vazgeçtim. Vedalaşırken kalkıp elini sıktım, gözlerinin içine bakarak: "Eyvallah" dedim. Umarım bu tek taraflı çirkin tartışma bir Müslümanın kalbini kırmaya değmiştir.
Ne ilk ne son
Fazlasıyla siyasete gömülü ve endeksli yaşıyoruz. Siyasi kavgayı varlığımızın en önemli rüknü haline getirmek, hayatın ruhumuzda açtığı yaralara merhem olup bizi iyileştirmeyecektir. Aksine taraflaşmaya ve kamplaşmaya istemeyerek de olsa kapı aralayacak bu kutuplaşma beraberinde saldırganlığı, düşmanlığı ve nihayetinde de yok etme arzusunu getirerek bizi güzel olandan adım adım uzaklaştıracaktır.
Partilere yahut parti liderlerine iman etmek için dünyaya gelmedik. Allah şahittir, bunu birçok defa dile getiren, geçiciliğini ve acziyetini hatırlatan liderler de var, şükür. Fakat her ne hikmetse bu sözleri arzu ettiğimiz karşılığı bulup insanlara bir gün ölecekleri gerçeğini hatırlatmıyor.
Siyaseti iyi bir dünya düzeni kurmak için araç olarak kullanmak yerine, siyasi parti ideolojilerini bizatihi iyi bir dünyanın kendisi zannedebiliyoruz. Bu rüyadan uyanıp ortak bir zeminde buluşamadıkça kavgalarımız ve kırgınlıklarımız da kalplerimizi oymaya devam edecektir.
Kim olduğumuzun unutturulmaya çalışıldığı bu naylon dünya düzeninde kudretli ve mübarek bir toprak parçasına sahip olduğumuzu, sadece yaşayanlarımızla değil aynı zamanda ölülerimizle beraber de bir millet olduğumuzu akıldan çıkartmadan söyleyelim: Türkiye Cumhuriyeti tahayyül ettiğimiz ölçülerden ve anlamlardan daha büyük bir devlettir. Bugüne kadar binlerce badire atlatmış, binlerce hainlikle baş başa kalmış ve netice itibariyle sancağını bir gün bile yere düşürmemiş bu aziz devlet, bu günden sonra da birlik ve beraberlik içinde yaşamaya devam edecektir. Yapılacak bu referandum ne ilk ne de sondur, bunu bir hayatta kalma mücadelesi olarak görmek, büyük bir harp olarak milletimizin önüne sürmenin düşmanlıktan başka getireceği bir şey yoktur.
Şüphesiz ki aradaki bu fitneyi ve düşmanlığı kaldırmak sadece bizlerin birbirine karşı dikkatli ve rikkatli davranmasıyla değil, aynı zamanda da siyasilerin söylemlerindeki ölçü ile sağlanacaktır. Yukarıda anlattığım kahvehane hadisesinde maruz kaldığım argümanlar son derece izansız ve mantık dışıydı, buna çocuklar bile güler dediğimiz birçok şey ne yazık ki kürsülerden büyük bir ciddiyetle seçmenlere anlatılıp alkış topluyor ve zihinlere nakşediliyor. Siyasal propagandada en çok tercih edilen yöntemlerden biridir: "Basitlik ve Tek Düşman Kuralı." Propagandanın istenilen amaca ulaşabilmesi için hedef kitle tarafından kolayca anlaşılabilir ve hazmedilebilir olması gerekir. Temel kural, dinleyenlerden asgari bir gayretten fazlasını beklememek ve söylemleri bu temel üzerine inşa etmektir. Ayrıca hem kolay anlaşılıp hem de tek hedefe yönelmek iyi bir propagandanın olmazsa olmazıdır. "Yaşasın A", "Kahrolsun B", "Umudumuz C" gibi tek hedef gösteren propaganda mesajları seçmen tarafından kolaylıkla karşılık bulur ve destek alır.
Ohio State Üniversitesi'nde psikoloji ve politik bilimlerde uzmanlaşmış Jon A. Krosnick'in araştırma sonuçlarına göre, bizleri evimizden çıkıp oy vermeye götüren yegane motivasyon, zihnimizdeki 'iyi adam' ve 'kötü adam' profilleridir. Eğer ki adayların hepsine karşı ortalama duygular hissediyorsak, bu durum bize oy verdirtmek için yeterince motivasyon sağlamayacaktır. Bu yüzden de adaylar seçim kampanyaları boyunca genelde kendi yapacakları icraatlardan bahsetmek yerine (pozitif yaklaşım), kendilerine rakip gördükleri adayları eleştirmeyi ve hedef göstermeyi oy toplamak için daha uygun görüyorlar (negatif yaklaşım). Çünkü insanlarda negatif yaklaşım ile güçlü duygular hissettirmek ve onları etkileyebilmek psikolojik olarak daha kolaydır. Dünya üzerindeki siyasetçilerin ve seçmenlerin kendi erdemini ortaya koymaktansa ötekinin erdemsizliğinden kendine pay çıkartmasını bu açıdan değerlendirebiliriz.
Krosnick özetle şöyle diyor: "Aslında seçmen sandığa giderken, kimin sağlık sigortasında yenilikler yapacağını, kimin şehri daha da yaşanabilir kılacağını düşünerek oy vermiyor. Seçmen için önemli olan, ona göre hangi aday 'iyi adam' ve hangisi 'kötü adam'." Dolayısıyla bizler de kendi iyi ve kötü adamlarımızı seçip sandık başına gidiyoruz, peki bu iyilik ve kötülük halini hangi metre ile ölçüp hangi tartı ile tartacağız ya da tartmalı mıyız?
Evet, biz kardeşiz
Grup dinamiklerinin değişmez kuralıdır, kendimizden saydığımız kişilere karşı daha hoşgörülü olurken, kendimize hasım saydığımız grupların üyelerine karşı acımasızlık baş gösterir. Kemal Sayar'a göre; "öteki dediklerimizin günah ve kusurlarını zihnimizde büyütüyor ancak kendi grubumuzun zaaf ve kusurlarını sıklıkla görmezden geliyoruz." Grup dinamiği özellikle tehdit algısıyla birlikte yoğunlaşıyor ve saflar sıklaşabiliyor. Ötekinin muhtemel zaferini kendi varlığımıza yönelik bir tehdit olarak algıladığımızda, grup-içi dayanışmamız en üst seviyeye ulaşıyor. Bu durumda 'bizim' olumlu değerleri bünyemizde topladığımızı ve bizi tehdit eden 'onlar'ın da insanlık adına olumsuz olabilecek bütün değerleri temsil ettiğini düşünmeye başlıyoruz. Öteki saydığımız kişi bizim saflığımızı ve biricikliğimizi tehdit eden bir hasım haline geliyor. O artık bir yabancı ve bir ötekidir ve bizim aziz bildiğimiz değer ve inançlar için bir tehlike teşkil etmektedir. Ötekine duyduğumuz öfke ve nefret benliğimizin idaresini ele alır ve onun galip gelme ihtimali, ruhumuzu korku ve kaygıyla doldurur.
Milleti bir arada tutan şey, o milletin anlamlar dünyasının bir arada oluşudur. Bu anlamlar dünyasını; sağ-sol, Sünni-Alevi, Türk-Kürt, laik-dindar gibi kategorilere ayırıp sinir uçlarımızı kaşıyarak anlamlar dünyamızı yıllardır baltalamaya ve bizleri güçlü dalları budanmış bir ağaca çevirmek istiyorlar. Tekrarlamakta fayda var: Başaramadılar ve başaramayacaklar! 15 Temmuz gecesi Taksim Meydanı'nda FETÖ'cü teröristlere karşı sarhoş haliyle saatlerce karşı duran, bayrak sallayan ve referandumda hayır oyu kullanacak Beyoğlu'nun delikanlıları da, Boğaziçi Köprüsü'nde 66 yaşında protez bacağıyla FETÖ'cü hainlerin mermilerine karşı sarığıyla, koltuk değnekleriyle koşan yoluna kurban olduğum Hacı Akkaya da bu vatanın öz be öz evladıdır. Bizler aynı evin aynı yurdun çocuklarıyız; kimimiz haylaz, kimimiz dağınık, kimimiz dindar, kimimiz çalışkan, kimimiz kumarbaz, kimimiz âlim, kimimiz zalim… Ama biz bu eve aitiz; günahlarımızla, sevaplarımızla, hatalarımızla, kusurlarımızla. Yeri gelecek kavga edeceğiz, kalp kıracağız, öğüt vereceğiz, günah işleyeceğiz, birbirimiz için dua edeceğiz ama asla evimizi, yuvamızı, milletimizi terk etmeyeceğiz, bizi bir arada tutan 'Büyük Türkiye' rüyasından asla uyanmayacağız, vazgeçmeyeceğiz. Ne 'evet'te ne de 'hayır'da...
Dipnot: Her yer siyasete bulanmışken kendinize iyi gelecek bir şeyler yapın, iyi bir albüm dinleyin kış bitmeden Olafur Arnalds'tan Island Songs yahut iyi bir filmi tekrar izleyin; Uğur Yücel'in yönettiği Yazı Tura. Ve unutmayın; dünyayı iyilik kurtaracak.