Süleyman Arif Özkut: Hakikatten hurafeye: Müneccimlik

Hakikatten hurafeye: Müneccimlik
Giriş Tarihi: 6.12.2016 13:00 Son Güncelleme: 16.12.2016 11:41
Süleyman Arif Özkut SAYI:30Aralık 2016
Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme devrindeki müneccimler aydın vasıflı, birden çok ilimle meşgul olan insanlardı. Yaptıkları işin ancak akıl ve mantığa yardımcı bir disiplin olacağının da farkındaydılar. Gök cisimlerini tanıma, yenilerini keşfetme ve gözleme dayalı olarak gelişen bu disiplin yerini zamanla yıldızlara mana yüklemeye, hazır basmakalıp ifadelere başvuran zırcahil takımına bırakmaya başladı.

İnsanları ve olayları etkilediği düşünülen ilme 'nücûm' ve bu ilme sahip olanlara da 'müneccim' denir. Bir müneccimin astronomi ve astroloji alanlarında uzman olması beklenir. Bu durum onun tutarlı olma katsayısını artırırken, yaptığı hesapların da bozuk çıkmasına engel olur. Yıldızları gözlemlemek ve onları çok iyi tanımaksa bir müneccimin olmazsa olmazıdır. Aynı zamanda da bu cisimlerin insanlar üzerinde bıraktığı etkiye dair hayırlı-hayırsız, felaket, olumlu alamet tarzında yorumlayabilme yeteneğine de sahip olması gerekir. Bilindiği üzere ay dünyaya yakınlaştığında denizlerde ve okyanuslarda medcezir olayı görülür. Gök cisimlerinde meydana gelen bu hareketler, dünyadaki diğer bütün varlıklara da ayrı ayrı tesirlerde bulunur. Müneccim ise, gök cisimlerinin bu hareketlerinin insan üzerinde yaratacağı etkilerin peşindedir. Burada yıldız haritaları da biricik yol göstericileri olarak çıkar ortaya. İlm-i ahkâm-ı nücûmun matematiksel ilimlerden astronomiyle farkı, yıldızların konum ve hareketlerinin bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistem sayesinde gelecek, şimdiki durum ve geçmişe dair bilgi elde etmenin mümkün olduğuna inanılmasıdır. Bu anlamda astroloji, astronominin metafiziğidir. Astroloji, İslami ilimler tasnifi geleneğinde tabii ilimlerden sayılmış ve astronomiyle yakın ilişkisi bulunmakla birlikte ismindeki 'ahkâm' terimi sebebiyle ondan ayrıldığı kabul edilmiştir. Fârâbî'nin verdiği bilgiye göre, ilmi nücûm adıyla anılan iki ilim bulunmaktadır. Bunlardan ilm-i ahkâm-ı nücûm; yıldızların zaman içinde olmuş ve olacak hadiseler hakkında verdiği işaretlerin (delâlâtü'lkevâkib) yorumlanmasını amaçlar. İlm-i nücûm-i ta'lîmî adıyla anılan ikincisi ise, matematiksel astronomidir. İlm-i ahkâm-ı nücûm rüya tabiri, uğursuz olduğuna inanılan bazı olayları yorumlamak (zecr) ve geçmiş hadiselerden geleceğe dair gizli anlamlar çıkarmak (ırâfe) gibi yöntemlerle gelecekte vuku bulacak hadiselere karşı insanları uyarma sanatından ibarettir.

Özellikle Abbasi dönemi itibariyle hemen hemen bütün İslam devletlerinde yer aldığı bilinen müneccimbaşılığın kurumsallaşması ve devlet protokolünde yer bulması daha ziyade Osmanlı döneminde gerçekleşti. Öncelikle saray doktorlarına bağlı olarak teşkilatlandırılan bu kurum, Fatih Kanunnamesi'nde de yer almıştır. 'Bir yedeği ve beş yardımcısıyla' oluşturulan yapının temsilcileri, gittikçe artan bir nüfuz alanına ve tabii ki iyi bir gelire de sahip olmaya başlamıştı. İmparatorluk içerisinde 37 tane süreli müneccimbaşı görev yapmıştı. Bazılarının ise siyasi meselelere fazla karışmaları sonucunda idam edildiklerine de şahit olunmuştu.

Ehliyetsiz müneccimlerin gölgesinde kalan saray

Tahta çıkma, savaş kararları, barış görüşmeleri, donanma ve ordu hareketi, düğünler, aziller, göreve tayinler müneccimin belirlediği uygun saat olan 'eşref vakti'nde gerçekleştirilirdi. Böylece daha uğurlu, bereketli, verimli sonuçlar elde edileceği düşünülürdü. Ayrıca yıllık takvimleri hazırlamak da en önemli görevlerindendi müneccimin. Bu takvimlerin yanında Ramazan ayına özel imsakiyeleri de hazırlar, padişah yahut sadrazama, bazen de ikisine birden sunarlardı. Bu sayede bolca hediye para anlamına gelen 'atiyye'ye boğulurlardı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme devrindeki müneccimler aydın vasıflı, birden çok ilimle meşgul olan insanlardı. Yaptıkları işin ancak akıl ve mantığa yardımcı bir disiplin olacağının da farkındaydılar. Zaten çağının en ileri devleti olan Osmanlı İmparatorluğu'nu yöneten zümre de tek otorite ve tek yol gösterici olarak görmüyordu müneccimleri bu devirde. İstanbul'un fethinde Fatih'in belirlediği askeri taktiksel harekât planı oluşturulurken, bütün bu akılcı yöntemlerin yanında Mevlana Küçük adlı müneccimin de düşüncelerine başvurulmuştur.

Osmanlı'nın ilk büyük rasathanesinin kurucusu Takiyüddin Raşid, Kanuni'nin torunu III. Murat döneminde yaşamış bir müneccimdi. Yaptığı gözlemlerin çağdaşı Tycho Brahe seviyesinde hatta belli başlı konularda ondan daha ileri olduğuna devrin kaynaklarında rastlamaktayız. Brahe ise Kepler ile birlikte Avrupa'da modern astronominin kurucuları arasında sayılır. Buradan ilk bakılınca falcılık ve büyücülükle ilişkilendirilebilecek müneccimliğin bu dönemlerinde pozitivizmi açıkça çarpar gözümüze. İşler böyle yolunda giderken yaşanan bir gelişme Takiyüddin'in dünyasını başına yıkacaktır.

1580'li yıllarda dünyaya çok yakın geçen bir kuyruklu yıldız büyük bir heyecana sebep olur. Bu heyecan Osmanlı memleketinde de kendisini gösterir. Padişah tarafından göktaşının nelere sebep olabileceği sorulunca Takiyüddin'in vermiş olduğu 'hayırlara alamettir' cevabı, hem kendisinin hem de rasathanesinin başını yakacaktır. Akabinde imparatorluğun belli başlı yerlerinde ortaya çıkan salgın hastalıklar ve İstanbul'da meydana gelen büyük depremin yıkıcı etkileri müneccimin öngörülerinin başarısız olduğu kanısını doğurur. Düşmanlarına gün doğmuştur adeta. Padişah dahi galeyana getirilmek suretiyle Takiyüddin aleyhtarlarına taraf olmuştur. Müneccimin kendi adıyla anılan rasathanesi verilen yıkım emriyle hem karadan hem de denizden bombalanarak yerle bir edilmiştir. İstanbul'da türlü şehir efsaneleri kendini gösterirken, güya göklerle fazla uğraşıp haddini aşmıştır Taküyiddin. Üstelik müneccimin bu büyük kusurunun cezasını da bütün Osmanlı toplumunun çektiği düşünülmüştür(!)

Bu ilk kırılma noktasından sonra astronomiden kopukluk da kısmen başlamış oldu haliyle. Yani gök cisimlerini tanıma, yenilerini keşfetme ve gözlem yerini; yıldızlara mana yüklemeye, hazır basmakalıp ifadelere başvuran zırcahil takımına bırakmaya başlamıştır adım adım. 30'a yakın eserin ve 'rubi afaki' denilen gözlem cihazının sahibi olan Mustafa ibn Ali ise ilim erbablığı yönünden son örneklerden ve haliyle bu topraklardaki astronomi öncülerinin de son temsilcilerindendir. Diğer bilim dallarıyla ilişkili sayabileceklerimiz arasında Müneccimbaşı Ahmet Dede gelir. Kendi devrini Camiü't-Tevarih adlı eserinde anlatan Ahmet Dede önemli bir tarihçidir.

Zamanlamaya dayalı tespitlerinde önemli bir yeri olan Hüseyin Efendi'nin usulü, ikinci bir kırılma noktası yaratmıştır müneccimlik tarihinde. Sözde geleceğe dayalı tahminlerinden ötürü sevilip el üstünde tutulan, bu meslekteki gelmiş geçmiş en popüler şahıs olan Hüseyin Efendi, her siyasi konuda söz beyanında bulunurken kendi başını yiyeceğini pek tahmin edememiştir belli ki. Artık bundan sonra akıl ve mantıktan tamamen uzak, nücûm ilmini ezber bilgilerle yapan, rant esaslı müneccimlerin gölgesinde kalacaktır imparatorluk sarayı.

Akla güvensizlik, müneccime iman

Aslına bakarsanız toplum nezdinde de durum pek farklı değildir. 17 ve 18'inci yüzyılların çalkantılı siyasi atmosferi yoğun bir baskı oluşturmaktadır Osmanlı insanının üzerinde. İmparatorluğun Avrupa karşısında askeri ve teknik anlamda eski kudretinde olmadığının farkındalığı gerek devletin ileri gelen kadrolarını gerekse de toplumu yeni arayışlara itmiştir. Öyle ki bu arayışlar toplumda keskin bir ikili yapının oluşmasına sebep olmuştur. Bir kesim akıl, mantık ve tekniğe bağlı kalarak Batı'nın silahıyla silahlanmaya çalışmayı savunuyorken diğer kesim ise; 'iyi saatte olsunlar'a, perilere hükmeden, geleceği ayan beyan gördüğünü iddia eden kara cahil müneccimlere umut bağlıyordu. Halk arasındaki 'merdiven altı müneccimleri' de bu devirlerde peyda olmaya başlamıştı esasen. Falcılığa, üfürükçülüğe bağlı olarak geleceği şekillendirme arzusu bu devirlerden itibaren tarihin gündemini fazlasıyla işgal etmeye başlamıştı. 20'nci yüzyıla kadar süregelen bu geleneği Hüseyin Rahmi Gürpınar da yazdığı hikâye ve romanlarında mizahi bir üslupla çokça işlemiştir.

Devlet erkânında müneccimlere en çok itibar eden şahıs ise, 1757-1774 tarihleri arasında tahtta kalan III. Mustafa'dır. Padişahın müneccimlere bolca ihsanlarda bulunduğu ve hediyeler verdiği dönemin kaynaklarında sıklıkla vurgulanır. Oğlu III. Selim'in doğumunu, müneccimbaşının vermiş olduğu eşref saatine denk getirebilmek için bekletmiştir. Doğumu hesaplanan eşref vaktine denk getirilen şehzadeye büyük umutlar bağlanmış, Yavuz gibi bir cihangir olacağı kanaatiyle Selim adı verilmişti. Bu durum, halk arasında da büyük bir beklentiye sebep olmuştu.

III. Mustafa'yı makul bir çizgide tutmaya gayret gösteren ve bunda dönem dönem başarılı olan usta vezir Koca Ragıp Paşa'nın ölümünden sonra saray içerisinde ipin ucu iyice kaçmıştır deyim yerindeyse. Sarayda en fazla sözü geçen zümre müneccimlerdir artık. Bu dönemde Avrupa kendi içinde ittifak sistemleri oluşturup, yeni diplomasi dinamikleri geliştirirken, Osmanlı yurdunda elçiler bile padişah huzuruna kabul olunmak için 'uğurlu vakti' beklemeyle mükelleftir. Hatta imparatorluğa dair önemli kararlar bile müneccimlerin belirleyeceği bu vakitlere göre verilecektir ve yaşanan büyük felaketlerde müneccimlerin etkisi yadsınamaz seviyededir. Örneğin, müneccimlerin belirlediği zamanda yola çıkılınca zafer kazanacağına inanılan ordu, Ruslar tarafından ağır bir bozguna uğratılmış ve Kırım kaybedilmiştir.

Bu sıralarda küçük bir prenslikken Avrupa'daki güç dengelerini değiştirebilecek bir devlet olmaya doğru yol alan Prusya'nın yükselişi III. Mustafa'nın merakını fazlasıyla cezbeder. Dostane ilişkilerin bulunduğu bu ülkeye giden elçiye, kral Büyük Friedrich'ten üç müneccim istemesi tembihlenir. Zira sultanın yanına toplanmış ve sultanı deyim yerindeyse 'ablukaya almış' müneccim kalabalığı, Prusya'nın bu hızlı gelişimin ileri görüşlü müneccimler sayesinde olduğu kanaatindedirler. Osmanlı elçisi Ahmet Resmi Efendi bunu dile getirdiğinde Prusya Kralı Friedrich tebessüm eder ve şu cevabı verir: "Biz işlerimizi müneccimlerle görmeyiz. Dostumuz sultana bunu bildiriniz. Ama yine de üç tane müneccim istiyorsa söyleyeyim: Bir güçlü bir ordu, ikincisi zengin bir hazine ve üçüncü olaraksa sıkı bir diplomasi."

III. Mustafa'nın tam aksine müneccimlere hiç itibar etmeyen ve onlardan hiç hoşlanmayan şahıs ise, bizzat kardeşi ve tahttaki halefi I. Abdülhamit'ti. Aslında art arda gelen iki sultan arasındaki bakış açısı farklılığı, dönemin sosyolojisine dair önemli ipuçları da koyuyor önümüze. Ağabeyi döneminde müneccim aklıyla başa açılan belalar, yeni sultanı bu zümreye karşı tedbir almaya sürüklemişti. I. Abdülhamit savaş için hazırlanan ordunun hareketinden önce müneccimlere uygun vakit sorulmasını tavsiye eden devlet adamlarına şu cevabı vermişti: "Hz. Fahri Kâinat Efendimiz nücûmen bir yere hareket eylemedi. Bunlar âdet ve geleneğimizde olsa da temel dayanağımız bu ilim değil, Cenab-ı Allah'tır. Düşman üzerine gelirken saat gelmemiştir diye geri durulur mu? Tez hareket edilsin." Kendisinin de geleneğe bağlı kalmak kaygısıyla müneccimlere danıştığı fakat ağabeyinden farklı olarak birden fazla eşref saati hesaplattığı ve hesaplanan bu vakitler arasından en makul ve gerekli olanı tercih ettiği bilinmektedir.

Kaybetmiş olma trajedisinin getirdikleri

Daha önceden de belirttiğimiz gibi aslen müspet bir manada ortaya çıkan müneccimlik zamanla insanları kandıran, insanlardan maddi çıkar sağlamayı amaçlayan, içi boşaltılmış bir hurafeye dönmüştür. Bugünlerde kavram olarak işittiğimizde dahi bıyık altından gülmemizin esas sebebi budur aslında. 1924 yılına kadar devam eden müneccimliğin serüveni, aslında hakikatten hurafeye doğru bir yolculuğu içerir. 17'nci yüzyıldan itibaren göreve gelen müneccim takımının kültür, eğitim, bilgi donanımı yoksunluğunun yanı sıra, insanların onlardan beklentileri de kötü yönlü bu değişimin temel sebeplerindendi. Özellikle halk arasında, insanlar arası ilişkilerde her konuyu nücûmla çözmeye yönelik çaba, etkileri günümüze kadar süregelen iflah olmaz hastalığa dönüştü ne yazık ki. Kolaycılığın yanında her olaya gizem katma da tuzu biberi oldu bu rahatsızlığın.

BİZE ULAŞIN