"Ne mutludur, yıldızlarla kaplı gökyüzünün tüm olası yolların haritası olduğu çağlar… Yolları yıldızların ışığıyla aydınlanan çağlar (...) Uçsuz bucaksızdır dünya, geniştir ama bir yuvayı andırır yine de çünkü ruhta yanan ateş yıldızlarla aynı özsel doğadandır."
G. Lukacs
Gerçek bir yaşamdan uyarlanmış Into The Wild filminin bir sahnesinde ihtiyar Ron, başkahraman McCandless'a: "Evlat neden kaçıyorsun?" diye sorar. McCandless yanıtlar: "Aynı şeyi ben size sorabilir miyim? Ama yanıtı biliyorum. Bay Franz dünyaya geri dönün! O ıssız evden ve atölyeden çıkın!" İlk bakışta zaten bir taşrada, kendi küçük ve sakin dünyasında yaşayan Ron için söylenecek laf değil bu. Ama dalından kopardığı elmaya ne kadar da güzel olduğunu anlatan biri için yerinde bir çağrı. McCandless'ın çağırdığı dünyanın ütopik bir dünya olmadığı kesin. Hatta ütopik bir dünyanın çok da onaylamayacağı dağınıklıkta bir doğaya davet bu. Burada da gördüğümüz gibi insanın doğayla içiçe olması ilk bakışta çok sempatik ve neredeyse hiçbir insanın itiraz edemeyeceği saflıkta bir imge olarak duruyor. Fakat bütüncül değer sistemlerinin dağıldığı, her şeyin sorgulandığı bir dünyada 'doğal'ın tanımı da elbette nasibi almış durumda.
Rönesans ile birlikte Aydınlanma Düşüncesi'nin genel çerçevesini oluşturan toplumbilim ve doğa arasındaki ilişki modern düşüncenin ana yapısını oluşturan bir tartışma halini aldı. O güne kadar insanın, karşısında 'yenildiği' doğa artık tahakküm altına alınabilen, alınması gereken bir araç haline geldi. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da siyasi iktidar ağları ve sermaye birikiminin iç içe geçtiği modern kentler doğdu. Biliyoruz ki modernizme şekil veren Batı metinlerinde insan-doğa ilişkisiyle üretilmiş, döneminin en önemli örnekleri More, Campanella ve Bacon tarafından verildi. İdeal toplum, kent ve doğa örneklerini işleyen bu düşünürlerin ütopya tartışmaları zamanla çok farklı şekillerde revize edilmiş, eleştirilmiş ve değiştirilmiş. More'un Ütopya kitabında kavram; karmaşık olmayan, medeniyetler tarafından yozlaştırılmamış ve doğal ihtiyaçlar üzerine oturtulmuş bir örgütlenme biçimi ile karşılanmış. Bu örgütlenme ilk bakışta toprak ve tarım zemininde gerçekleştirilse de Aydınlama düşüncesine yaraşır şekilde bilim ve üretimi de barındırır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta toprağın değerli hale gelebilmesi için yine insanın müdahalesinin şart olmasıdır. Yani kontrol altına alınan bir doğa ve sistematik bir kent düzenidir bu. İlk bakışta bu kentler kurulabilecek mükemmel toplum ve ideal hayat düşünü nitelese de aslında bu düzen içinde yer alan insan sadece bir mekanizmadır. İdeal koşulları sağlayan insan düzenin daim kalması için çalışacak, mekanizma işleyecek ve bunun karşısında insan mutlu olacaktır. Ve tabi ki işler More'un Ütopya Adası'nda tasarladığı şekilde salt toprak üretimi ve mutlu paylaşım ile ilerlemez. Çünkü insan artık doğayı kontrol altına almıştır ve bununla birlikte daha fazlasını talep etme hakkını da elinde tutmaktadır.
Ulaşılmamış ve temelde ulaşılma arzusu olmayan bir mekân tasavvuruna sahip olan ütopya umut ve mutluluk ideali ile kurgulanmıştır. Bu zeminde düşünüldüğünde her kurgu üretildiği dönemin ufkuna sahip olduğu için mutluluk ideali denen şey de içinde türediği ortamdan mülhemdir aslında. Bu şerh akla, 21'inci yüzyıl insanının mutluluk düşünü hangi argümanlarla gerçekleştirdiği sorusunu getiriyor. Burada Foucault'nun Kelimeler ve Şeyler adlı eserinde dediğini hatırlamakta fayda var: "Ütopyalar teselli kaynağıdır. Gerçek bir mekânları olmasa da, hiç değilse fantastik olarak açılabilecekleri huzurlu bir bölge vardır; her ne kadar oraya giden yol gelip geçici, bir hayal de olsa..." Artık More'un düşünü kurduğu kent ve ona uygun sistem insanı 21'inci yüzyıl toplumunu oluşturabilir ve nihayet ütopya gerçekleşmiştir. Sürekli parçalanmanın, yenilenmenin, mücadelenin, çelişkinin yaşandığı postmodern bir çağda ütopya artık bir teselli değil kurguladığı düş ülkesinin ta kendisidir.
Kent yaşamına radikal bir kesik
Ütopyacı düşün yaratıcı yazarlarından George Lukacs'ın Roman Kuramı eserinde yer alan bir cümle ile metne başlamıştık. Yaşam ve öz arasındaki kopuşa dikkat çeken bu cümle, bugünün yükselen alışılmışının dışında yaşam arayışlarını tanımlayabilir. Bu metnin ana iddiası da; zamanın akışını hissetmeye çabalayan ve sahnede sadece tüketici olarak sistemin bekası için var olan değil, ürettiği kadarını tüketen ve biriktirmeyen bir canlı olarak kalmaya çalışan insanların ütopyadan kaçışıdır. Burada vurguladığım, sterilize edilmiş hobi bahçeleriyle ilgilenmek yahut organik ürün satın almak gibi yine sınıfsal karşılığı olan belki de yeni bir kapitalizm modeli üreten ve sadece teselli eden alternatifler değil. Kent yaşantısına devam edenler için radikal bir kesik atmaktan bahsediyorum. Yani, kent özelinde kurulmuş ütopya anlatılarını bozup kentten göçen insan profillerinden. Metnin buradan sonraki kısmında farklı biçimlerde, bir şekilde 'gitmeyi' seçen insanlardan söz edeceğim. Hiçbir şeyin sıradan olmadığı bir yaşamdan basitleştirilmiş, daha bütün bir hayatı tercih eden insanlardan.. Bunu gerçekleştirmeye çalışan çoğu insanın söylediğini berlitmekte fayda var; bu yaşam biçimi ideal olan değildir kaldı ki kendileri de idealize edilmiş bir yaşam istememektedirler. İnsan yapısının temel ihtiyaçları olan; yaşam, sağlık ve modern bir his olan mutluluk arayışını idealleştirmek yerine gerçekleştirmeyi tercih etmeleri farklılıklarıdır diyebiliriz.
Birkaç yıl önce katıldığım bir programda şöyle bir cümle duymuştum: "Az yaşamak için çok çalışıyorduk. Bundan sıkıldık, evimizi kapattık, bisikletlerimizi aldık ve dünyayı gezdik." Bisikletli Sahaf olarak bilinen Filiz ve Rüzgar çifti önce Türkiye'yi sonra da Avrupa'yı bisikletleri ile dolaştılar. Kendilerinin belirttiği gibi kaybolan bazı değerlere kendilerince dikkat çekmek adına gezdikleri köylerde atalık tohum ve kitap takası yapıp öğrendikleri masalları bir diğer köye taşıdılar. Bu tip bir yaşam ilk bakışta her şeyden soyutlanma gibi görünse de aslında tam tersi bir şeye yol açıyor. Bu, kent kalabalığı ve yabancılığının insana hiçbir zaman sunmadığı, farklı kültür ve toplumlardan insanlarla iletişim kurabilme imkanı veriyor. "Onlarca insan tanıdık ve sayısız hikâye dinledik." Bisikletli Sahaf'ın hikâye ve deneyimleri oldukça uzun ama onlarda en çok etkileyen şey, çok zaruri durumlar olmadığı sürece para kullanmadan hayatlarına devem ediyor olmaları. Çünkü anlatılarına göre para olmadığında insanın insana güven duygusu artıyor. Özellikle Avrupa'da çokça yaygınlaşmış olan kentten köye göç Türkiye'de de sandığımızda daha fazla karşılık buluyor. Bunlar, genelleme yapmayı zorlaştıracak bir çeşitliliğe sahipler bu nedenle dinleme ya da seyretme fırsatı yakaladığım yaşamlardan bahsetmem mümkün olacak. Zeynep ve ailesi İstanbul'dan çıkıp Çanakkale'de bulunan bir köye yerleştiler. Bütün ihtiyaçlarını köyden, yaşadıkları doğa içerisinden karşılıyorlar. Yeterlilik ilkesine göre ürettiklerini tüketiyorlar. Yaşayacakları yerleri kendileri inşa ettikleri için de ev, yuva kavramının algılanış biçimine yeni bir boyut kazandırıyorlar. Çünkü yaşayacakları mekânı hem çevreden elde ettikleri ile tasarlayarak yeni bir tüketime yol açmıyorlar hem de kendilerine uygun olduğunu düşündükleri şekilde tasarlıyorlar. Sanırım insanın kullanacağı bir şeyi kendi üretmesi kadar tatmin duygusunu doyuracak başka bir şey yoktur. Küresel kentleşmeye karşı hızla büyüyen 'alternatif köy yaşamı' anlatılarından en dikkat çeken; "her şey harika ve biz çok mutluyuz" cümlelerinin kurulmuyor olması. Çünkü gerçekten ciddi zorluklar da yaşıyorlar ve bunları anlatmaktan çekinmiyorlar. Kendi deneyimlerini yazan Evren Emre Ankara'daki yaşantısı bırakıp çocukluğunun geçtiği Ortaca köyüne gitmiş. Hayatının ana aksını oluşturan şeyin "öğrenmenin karşılıklı" olması olduğunu belirtiyor. Kent ortamında insanların eğitime ve tek taraflı aktarıma alışmasının ilişkilerde tahakküm sonucu doğurduğunu söylüyor. Tabi bu da kurulan ilişkilerin çift taraflı bir etkileşim halini almasına ve iki tarafın birbirini yontmak yerine ortak noktalarını bulmaya çalışmasına yol açıyor. Bu, ilkesel bir taviz olmaktan çok ilkelerin farklı yansıma ve var olma biçimi olduğu ihtimalinin farkedilmesidir aslında.
Elbette bu örnekler kişi sayısınca çoğaltılabilir çünkü her bir deneyim yeni bir oluş süreci ve herkes içinde bulunduğu yaşamın farklı bir boyutunu keşfediyor. Bu anlamda çağın kendisine eleştirel bir ayna tutan ütopya teorileri yerini gerçekleşmiş ileri ütopyalara bırakmış durumda. Bu sonuçla, başka mümkünlerin ihtimaline inanarak bu koca oluş hikâyesine mütevazı bir katkı yapıp yeniden başlayabiliriz.