"Doğu Avrupa'yı elinde tutan Heartland'a egemen olur. Heartland'ı elinde tutan dünya adasına egemen olur; dünya adasına egemen olan ise dünyaya egemen olur."
İngiliz jeopolitikçi Sir Halford Mackinder 20'nci yüzyıl başlarında dünya hâkimiyetini tesis etmek için ortaya attığı 'Kara Hâkimiyeti Teorisi'ni yukarıdaki şekilde formüle etmişti. Dünyaya hâkim olmanın kara ve deniz sahalarında muktedir olmaktan geçtiğini belirten Mackinder'in 'Hearthland' diye belirttiği kavramı dilimize 'kalpgâh' şeklinde çevirmek mümkün. Kalpgâh yani merkez olarak mezkûr coğrafyanın belirlenmesi ise elbette ki İngiliz dünya hâkimiyeti ülküsüyle alakalı bir durum. Zira modern zamanlara ait Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman dünya hâkimiyeti teorilerinde 'kalpgâhlar' başka bölgelerde de belirlenebiliyor.
Bilindiği üzere mevcut toplum yapısından memnun olmayan bazı düşünürler daha iyi, daha güzel ve daha mükemmel bir gelecek sistemi inşa edebilmek arzusuyla ütopik eserler kaleme aldılar. Fatihliğe soyunan devlet ve milletler için ise bahsedilen bu daha güzel dünyayı kurmanın yolu nedense hep 'cihan hâkimiyeti' idealinden geçti. Baktığımızda dünya tarihini belirleyen aktör devletlerin geçmişte ve günümüzde hemen hepsinin bu ülküyle hareket ettiğini görüyoruz. Kendi çağlarında egemen güç olan bütün devletler, bu ülkü doğrultusunda bir hedef belirleyerek dünyanın sahibi olmak adına harekete geçiyorlar. Makedonya Kralı Büyük İskender'in Hindistan'a kadar taşıdığı imparatorluğu, Cengiz Han önderliğindeki Moğolların Asya steplerinden başlayarak Avrupa kapılarına kadar dayanması, Roma'nın sınırlarının eriştiği nokta, Osmanlı İmparatorluğu'nun kendine has olarak geliştirdiği millet sistemine uygun olarak 'İla-yı Kelimetullah' gayesiyle ulaştığı sınırlar geçmiş dönemlere dair verebileceğimiz birkaç örnek olarak duruyor karşımızda. 20'nci yüzyıla geldiğimizde ise modernleşme ve sanayileşme hamleleri ile iyice kızışan sömürgecilik faaliyetleri sonucunda o dönemin aktör devletleri İngiltere, Fransa, Almanya'nın yine bu minvalde ülküler belirleyerek dünyaya hükmetme isteğiyle harekete geçtiklerini biliyoruz. 2'nci Dünya Savaşı'ndan sonra da ABD'nin belirleyici güç olarak sahneye çıkması sonucunda, dünya imparatorluğunu tesis etmek için giriştiği türlü felakete kanlı canlı olarak şahit oluyoruz. Devletlerin bu ülkülerini hedef belirleyici bir itici güç olarak düşündüğümüzde onların ütopyaları olarak ele almamız da mümkün fakat sonuçları itibariyle genelde küresel yahut bölgesel distopyaya yol açtıkları gerçeğini ıskalamamız gerekiyor. Özellikle modern dönem cihan hâkimiyeti ideallerinin sonuç itibariyle nasıl bir insanlık dramına dönüştüğüne; 'üzerinde güneş batmayan imparatorluk' diye tanımlanan İngiltere'nin Hindistan'da, Fransızların Cezayir başta olmak üzere Kuzey Afrika'da, 'doğal yaşam alanı' diye bilinen Lebensraum idealiyle harekete geçen Nazi Almanyası'nın Doğu Avrupa'da, 'Pax- Americana' iddiasında bulunan ABD'nin ise günümüzde Irak ve Afganistan'da uyguladıkları politikalarla şahit olduk, oluyoruz.
Peki devletlerin bu idealleri oluşturması altında yatan sebep ne? Bu ideal, modern zamanın emperyalist güçlerince algılandığı gibi sadece kaynaklara hükmedip dünyayı sömürme isteğinden mi kaynaklanıyor yoksa işin içinde başka dinamiklerin de varlığı söz konusu mu? Türk milletine ait bir mit olan Kızıl Elma ideali gerek yüzyıllardır süregelen bir tarihselliğe sahip olması gerek zaman içinde geçirmiş olduğu değişimler ve gerekse de kendisiyle birlikte oluşturduğu toplum anlayışı açısından bu konuda fikir verebilecek alternatif bir örnek olarak duruyor karşımızda.
Türk'ün ütopyası: Kızıl Elma
'Kızıl Elma' kökeni itibariyle devlet ve millet geleneği çok eski çağlara dayanan Türkler için ta İslam öncesi inançlara ve töreye dayanan bir efsane. Kaynağının ne olduğu ve nereden ortaya çıktığına dair birtakım rivayetler olsa da esas itibariyle Türklerin cihan hâkimiyeti mefkûresi anlayışında bir ideal, ülkü olarak kullanılagelmiş. Öyle ki Türkler bir yeri hedef almadan önce burayı Kızıl Elma olarak sembolleştiriyor ve bu hedef doğrultusunda harekete geçiyorlardı. Belirlenen bu hedef ise genelde yaşanılan yere bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bazen bir belde bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan, cihan hâkimiyetini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir top olarak tahayyül ediliyordu.
Osmanlılara kadar daha çok sözlü bir gelenekle aktarıla gelen Kızıl Elma kavramının Osmanlılar döneminde yazılı kaynaklara girdiğini görüyoruz. Türk milletinin kolektif şuuraltında yer eden bu ideal Türklerin fetihçi yapılarının bir sembolü aslında. İslamiyet ile tanıştıktan sonra ise İslam dininin cevaz verdiği feth ve gaza idealleriyle birleştirilerek daha evrensel bir anlam dünyasına sahip olmuş. Özellikle Türklerin dünya tarihinde zirve yaptığı Osmanlı yükselme döneminde yaygın bir ülkü haline gelen İla-yı Kelimetullah prensibinde bahsettiğimiz Kızıl Elma sembolünün katalizör olarak kullanıldığına şahit oluyoruz. Örneğin Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u feth etmeden önce Ayasofya'nın önünde bulunan Justinyanus heykelinin elinde tuttuğu kızıl küre, Türkler tarafından Kızıl Elma olarak değerlendirilmiş ve İstanbul'un fethinde özellikle ordu için önemli bir motivasyon kaynağı olmuştur. İstanbul'un fethinden sonra gözünü Roma'ya diken Fatih Sultan Mehmet döneminde ise yeni Kızıl Elma bu sefer Roma'daki St. Pierre Kilisesi'nin kubbesindeki küre olarak belirlenmiştir. Kızıl Elma özellikle yeniçeriler ve halk arasında bir efsane ve fetih için ilahi bir işaret olarak değerlendiriliyordu. Öyle ki Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılacağı fısıltılarının ortalıkta dolaştığı günlerde yeniçerilerin: "Hemen göstersünler. Dalkılıç olur, düşmanı harap iderüz ve kralın tacu tahtını başına geçirip Kızılelmaya dek giderüz." dedikleri rivayet olunur.
1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesinden sonra gündemden düşen Kızıl Elma ideali, imparatorluğun çözülmeye başladığı 20'nci yüzyıl başlarında Türkçülük akımı ve geliştirilmek istenen milli mefkûreyle özellikle edebiyat dünyasında yeniden gündeme gelmiştir. Ocağın kaldırıldığı dönemlerde Avrupa'nın kendisinden ileri olduğunu kabul etmeye başlayan imparatorluk, o döneme kadar ana ülküsü olan ve bütün cihanı kuşatan Nizam-ı Âlem fikri yerine daha sınırlı ve kendi içine dönük bir ideal olan Nizam-ı Cedid fikrine yönelmiştir. Aslında parçalanmak üzere olmuşluğun da bir tür kabulü olan bu anlayış değişikliğiyle bağlantılı olarak birkaç on yıl sonra Kızıl Elma fikri de Ziya Gökalp'in önderliğinde anayurt Turan'a geri dönüş ideali olarak ele alınmış ve uzun yıllar bu akımın bir hedefi olarak değerlendirilmiştir.
Kızıl Elma ile yürüyen Pax-Ottomana
Cihan Hâkimiyeti idealinin Türk tarihindeki belki de en iyi örneği olan Osmanlı İmparatorluğu'nda yepyeni bir anlam dünyasına evirilen Kızıl Elma, yukarıda da bahsetmeye çalıştığımız gibi İla-yı Kelimetullah'ın bütün arza taşınması idealinde küçük kilometre taşları olarak kullanılmaya başlandı. Osmanlılar Kızıl Elma idealiyle feth ettikleri yerlere beraberinde 'Osmanlı barışı' diye bilinen 'Pax-Ottomana'yı da götürüyordu. Özellikle Fatih Sultan Mehmet tarafından kurumsal bir yapı kazandırılan, farklı etnik ve inanç gruplarını bir arada tutmayı hedefleyen Osmanlı'nın kendine has 'milletler sistemi' anlayışı temeline oturan Pax Ottomana, yakın dönemin ve günümüzün cihan hâkimiyeti anlayışında olan devletleri gibi dikte ve imha edici değil düzenleyici ve ihya edici bir anlayışa dayanıyordu. Türklere olan nefretini saklamaktan hiç de geri durmayan Voltaire'nin dahi Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler adlı eserinde yer alan bir anekdot Pax- Ottomana'nın nasıl bir karaktere sahip olduğunu gösterir nitelikte. Şöyle diyor Voltaire: "Türkler Hıristiyanları pek sevmemelerine rağmen onları bütün ülke içinde hatta devlet merkezinde hoş görür ve korurlar. İstanbul'daki Hıristiyan mahallesinin sokaklarında, paskalya yortusunda, ağır yürüyüşle yapılan ayinlere izin verildiği gibi, bu törenlerin başında dört yeniçerinin de muhafızlık ettiği görülür." Kökenini Efendimizin Medine Vesikası'na dayandıran bu anlayış, hâkimiyeti altındaki bütün milletleri sömürülmesi gereken bir öteki olarak değil korunması gereken bir emanet olarak görüyordu. Öyle ki bugün dünyanın cadı kazanı gibi kaynayan Balkanlar ve Ortadoğu bölgeleri, Pax-Ottomana ile yaratılmış olan ortam sayesinde belki de tarihinin en kansız, en savaşsız dönemlerini yaşadılar yüzyıllar boyunca. Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesinden itibaren hâkimiyeti altında olan bölgelerin sosyal, ekonomik, siyasal açıdan nasıl bir kaosa düştüğünü gözlemlemek zor değil.
Çağdaş devletlerin cihan hâkimiyeti idealleri uğruna giriştikleri mücadelenin sonuçlarıyla mukayese ettiğimizde sanırım anlatmak istediğimiz daha net anlaşılacaktır. Örneğin 20'nci yüzyıl başlarında dünya hâkimiyeti ülküsüyle Kuzey Afrika'da koloniler oluşturan Fransa'nın bölgede misyoner faaliyetler için görevlendirdiği ve 2005 yılında Vatikan tarafından aziz ilan edilen Charles De Faucould'un Cezayir'deki faaliyetleri sırasında Fransız Bilimler Akademisi'ne gönderdiği mektupta yer alan ifadeleri, aslında bir yerde Batı'nın ne denli distopik bir dünya tasavvuruna sahip olduğunu ve farklı olanı yok edilmesi gereken bir tehdit olarak mimlediğini göstermesi bakımından verebileceğimiz onlarca örnekten sadece biri. De Faucould'un gönderdiği mektupta kullandığı bir bölümü aynen aktarıyorum: "Bir süre sonra bu coğrafyada önemli ilerlemeler olacak, zenginlik gelecek, demiryolları gelişecek, elit grup kendisini geliştirecek ve ordumuz içinde silahlarımızı kullanacak önemli görevlerde yer alacak ve bir kısmı eğitimci olarak okullarımızda görev alacaklardır. Eğer bunları Fransızlaştırmayı bilemezsek veya yöntemini geliştiremezsek, onlar bizleri avlayacaklardır. Bu yüzden tek yol bunların acilen Fransızlaştırılması ve de Hıristiyanlaştırılmasıdır."
Kimin ütopyası?
Aslında Fransız keşiş De Faucould'un söylemiş oldukları ve yaptığı uygulamalar sadece o döneme ya da Fransa'ya dair şeyler değil. Zira burada bahsedilen bir zihniyet meselesi. Modern, çağdaş, hümanist, realist Batı zihniyeti… Bugün dünya hâkimiyetini kimseye kaptırmamak adına girdiği her yeri kana bulayan ABD'nin baktığımızda 100 yıl evvelki Fransa veya İngiltere'den ne farkı var? Irak işgali sonrasında Ebu Gureyb hapishanesinde işlenen insanlık suçlarının izleri hafızalarımızda hâlâ taptaze durmuyor mu? Fransa ve İngiltere dünyanın geri kalmış halklarına medeniyet taşımak iddiasıyla koyulmuşlardı yola. Bütün insanlığı kurtaracak bir ütopyayla. Fakat İngiliz Avam Kamarası'nda gerçekleşen bir tartışma esnasında İngiltere'nin meşhur başbakanlarından Winston Churcill sıkışınca "bizim için bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir" diye haykırıvermişti. Güneşi sadece kendini ısıtan, diğer bütün toplumları ise kavurmaktan zerre gocunmayan ego-santrik bir dünya imparatorluğunun itirafı gibiydi aslında bu sözler. Bugün ise ABD demokrasi, barış götürme iddiaları ve nükleer tehditleri savuşturma bahaneleriyle kan ve ölüm taşıyor gittiği her yere.
Devletlerin tarihin her döneminde güçleriyle mukabil dünya hâkimiyeti ideallerine yöneldiği inkâr edilemez bir gerçek. Fakat içinde yaşadığımız şu son yüzyıllık dönemde ne denli vahşi dünya hükümranlarıyla yaşamak zorunda kalmışlığımız ise daha büyük bir gerçek olarak duruyor önümüzde. İçinde adaletin, farklı olana saygının, düzenleyici bir üst aklın olmadığı noktalarda bir dehşet toplumuna dönüşüyor dünya hepimiz için. Öyle rezilliklere alıştırılıyor ki zihinlerimiz belki de kıyam etmemiz gereken daha düşük dozajlı bir rezillikte şükür deyip oturuveriyoruz yerimize.
20'nci yüzyıl başında Sir Mackinder dünya hâkimiyeti yolunun dünyanın kalpgâhına sahip olmaktan geçtiğini söylemiş ve bunun da ancak kara ve denizlerde hâkimiyet kurmak gerçekleşebileceğini eklemişti. Bugün ise ek olarak hava, uzay ve medya alanlarında da muktedir olmak gerektiğini söylüyor teorisyenler. Belki de bir yerde bize yeni Kızıl Elma'nın nerede olduğunu fısıldıyorlar hiç farkında olmadan. Dünyanın ihtiyacı olan huzur toplumunu tesis etmenin anahtarının nerede olduğunu fısıldıyorlar. Enikonu bir ütopyamı bu sahi? Kim bilir…