Raşit Ulaş: “Cemaat modern bir icattır”

Cemaat modern bir icattır
Giriş Tarihi: 14.10.2016 10:56 Son Güncelleme: 18.10.2016 14:19
Raşit Ulaş SAYI:28Ekim 2016
Tasavvuf büyük oranda stratejidir aslında. Nefsle olan mücadele stratejik bir hamledir.

Akademisyen, şair, yazar Ahmet Murat'la tasavvuf, tarikat ve cemaatler üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Tarikat ve cemaat kavramlarının toplumun belirli kesimlerinde aynı kefeye koyularak değerlendirilmesinin yanlış bir algıdan kaynaklandığını söyleyen Murat, tasavvuf ve tarikatın 'nefsi terbiye etme yolunda bir stratejiye' dayandığını, buna karşın cemaat yapılanmalarının ise modern toplumda tarikatların doldurmaya hevesli olmadığı alanları doldurmak üzere icat edilmiş şeyler olduğunu söylüyor.

Tasavvuf denilince önce ne anlamalıyız oradan başlayalım, tasavvufun ayrıca 'cemaat' kavramıyla farklarına da değinir misiniz?

Tasavvufla alakalı klasiklerde yüzlerce tanım var. Bunların hepsi kuşatıcı, doyurucu, herkesin zevk ettiği şeyi karşılayacak tanımlar değil. Ama üzerinde anlaşabileceğimiz asgari bir zemin var. O da iki ayaklı bir şey. Bir tanesi nefsin terbiye edilmesi, kötü huyların tahliye edilmesi. Bu yatay bir yolculuk. Bunun tamamlandığı yerde ikinci aşama olarak, güzel huylar ile donatılmış bir kimsenin bu sefer pratik aklın doğrudan ulaşamadığı birtakım bilgi paketleri ile tanışmaya başlamasıdır. Kabaca tasavvufa, nefsin terbiyesi ile kötülüğü bünyeden temizleyerek, salih ameller vasıtası ile ahlakın temizliği ve bunun sonucunda da kalbi bilginin temin edilmesidir diyebiliriz. Şimdi her meşrep bunu kendince meşk ettiği için dolayısıyla kendince tanımlayacaktır. Bir kısmı işin birinci kısmına daha fazla vurgu yaparken bir kısmı ikinci kısmını daha çok önemseyebilir. Mesela Nakşibendiye'de; "başka tarikatların nihayeti bizim bidayetimizdir" denir. Yani sonda zevk edilecek bazı şeylere başta işaret etmek vardır. Bütün tarikatlarda vurgu bu iki unsurdan birine doğru kısmen orantısız biçimde kayabilir. Ama sonuç hep aynı. Mesela herhangi bir tarikatın seyrü sülûkunu tamamlamış bir yolcunun zevk ettiği şey kâğıda dökülmüş olsa ve o başka bir tarikatın yolcusu tarafından okunsa çok aşina gelir. Uygulanan şeyler farklı olsa da aynı yerde buluşulur. Ben bunu farklı merdivenlerden çıkılan şerefelere benzetiyorum. Bunlar birbirini görmüyor. Yani birbirini görmeden karanlıkta yolculuk yapıyorsun ve bu yolculuk karanlıkta olduğu için de zor oluyor. Ama açık havaya çıkınca herkes aynı güneşten bahsedebiliyor. Dolayısıyla meşrebe, eğitime yapılan vurgu sâlikler için yapılan vurgudur, yukarıda o vurgu kalkar. Hatta "büyüklerin birbirine itirazı itiraz sayılmaz" derler. Aşağıdakiler birbirine itiraz edebilir. Onlar kendi müntesipleri ve aşağıdakiler için bu itirazları yaparlar. Tarikatta şöyle bir şey var aslında 'canım da çekiyor' gibi bir şey olmasın diye hepsi aynı membadan bahsettikleri için hepsinde cazip taraflar var. Bunların her biri cazip ve her biri ruhun bir ihtiyacını karşılıyor. Ama müfredat diye de bir şey var. O müfredata sadık kalmazsam en temel mevzuları kaçırabilirsin. Farklı kanallardan aynı hedefe ve ideale doğru giden yollar bunlar.

Yani yüzyıllardır eğitim ve eğilim metotları kolay kolay değişmemiş ve bunları muhafaza etmiş birtakım rol modeli oluşturmuş kurumlar bunlar...

Aslında yüzyıllar içinde hiç değişmemiş demeyelim. Bazı radikal değişiklikler var. Yol başını tutan pirler var ve büyük tarikatların alt kolları var. Bunlar aşağıya doğru dallanıp budaklanıyor, zaman içinde ayrı bir tarikat gibi anlaşılabiliyor. Sonradan gelen bir tarikat bazen o kadar çok yaygınlaşabiliyor ki birkaç yüzyılı kapsayan bir şeye dönüşüp ana kökü unutturabiliyor. Nereden çıktığını anlayamayabiliyorsunuz. Ana gövdeden ayrılan dalları ayıran zatların yaptıkları içtihatlar var. Bir de ona gerek yok, aynı kol içinde de içtihatlar yapılabilir diyen zatlar da var.

Yaygın bir kanaat var. Ehli tarikler değişime kapalı ve sürekli oldukları yerde kalan insanlar şeklinde. Bu söyledikleriniz o yaygın kanaati ortadan kaldırıyor sanki.

Ben tam tersine bir topluma ve bir toprağa uyum sağlama kabiliyeti en yüksek kesimin tarihte sufiler olduğunu düşünüyorum. Bu konularda çok esnektirler. Tarikat ehlidirler ama tarikatçılık yapmazlar aslında. Bu ne demek? Mesela o bölgede diyelim ki yeni bir insan tipiyle karşılaştılar. Bu insan tipinin ihtiyacına göre rehber, yol gösterici olarak içtihatlarda bulunup yeni uyarlamalar yaparlar. Cumhuriyet devrimi gibi yeni şartlar olduğunda Anadolu'da bilinen 800 kadar tekke, İstanbul'da bilinen 350 kadar dergâh kapatılıyor. Bunların içlerinde bugün adları tamamen unutulmuş tarikatlar var. Mesela Osmanlı'nın son zamanında çok etkin olan Sadiye diye bir tarikat var. Bedeviyye Mısır'dan İstanbul'a kadar gelmiş, İstanbul'un dini ve folklor hayatında çok etkili olmuş bir tarikatken kaybolmuş. İstanbul'da yaklaşık 10 tane Bedevi dergâhı bulunurmuş. Sayıdan çok emin değilim. Bunların hepsi kapatılıyor. Mesela Beylerbeyispor'a renklerini veren kişi son Bedevi şeyhidir. O da Bedevilerin rengi olan kırmızı ve yeşili vermiştir. Tarikatların Osmanlı'da fonksiyonları bu şekilde etkiliydi. Büyük bir kısmı kaybolup giderken bir kısmı da hemen uyum sağlamış. Mesela Şabanî isen devran yapıyorsun ama dergâhın kapatılınca bir apartman dairesinde devran yaptıramazsın. Orada bir içtihada gerek duyup bunu kaldırıyorlar. Yerine başka şeyler koyuyor ama. Mesela sohbeti artırıyor. 1946'lardan sonra birtakım rahatlamalar oluyor. Çünkü Avrupa ve Amerika'dan bazı kişiler tarafından ilgi artıyor. Reynold Alleyne Nicholson diye bir adam Mesnevi'yi 25 yıl boyunca uğraşıp İngilizceye çeviriyor. Ömer Hayyam çevirileri yapılıyor. 1920'lerde İngiltere'de kültürel elitler arasında 'Omar' ismi moda oluyor bu çeviriler nedeniyle. Avrupa'da bizim klasiklerimizin bilimsel neşirleri ve tercümeleri yapılmaya başlanıyor. Bu şekilde merakla Konya'ya gidip gelmeye başlamalar kısmen Ankara üzerinde bir baskı oluşturuyor. Bu gelenlerin arasında bir kısım diplomatlar da var. Daha sonra 1950'lerde sema ayinleri başladığında Türkiye'de sema yapabilecek derviş kalmamış. Ama önü açılınca tekrar hatırlanıyor. Çünkü hafızada var. Bilenlerden üç beş kişi Konya'da kurslar açmışlardır. Aynı zamanda tekke ve zaviyelerin kapatılması ve cehri zikir yapan dergâhların artık zikir yapamaz hale gelmesi kısmen Nakşi yolunun önünü açar. Çünkü daha pratiktir. Kıyıda köşede kendi halinde, gizlemeden zikir çekebilirsin. Kısmen de Melamiliğin önünü açar, onda da sohbet ile yürür işler. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının üzerinden neredeyse 90 yıl geçti ve biz şunu görüyoruz. Bu süre içinde Türkiye'de tarikatlar bitmiş değil.

Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde tarikatların rolü nedir?

Şöyle genel bir şey söyleyebilirim, Anadolu'nun, Balkanların, Afganistan'ın İslamlaşmasında geçerli olan bir şey var. Burada en temel rol tarikatlarındır. Modern toplum, çağdaş Türkiye'nin çağdaş Müslümanları Osmanlı toplumunun müsamahasından çok uzaktır. Çağdaşlaştıkça daha çok esnersin normalde. Kısmen sabiteleri kırarsın. Ama bunun tam tersi olmuş. Osmanlı'nın bir şekilde bünyede tuttuğu kısmen delibozuk, biraz meczup zümreler mesela bugün hazmedilecek, müsamaha gösterilecek tipler değiller. Bugün olsa biz onları sopa ile kovalarız aslında ama o gün bunlara önem verilmiş. "Deli mi yoksa veli mi?" tartışmasının bir ucu aslında buraya kadar gidiyor.

Bilhassa seküler kesimde bütün dini gruplar tarikat olarak nitelendiriliyor. Gerçekten böyle mi? Cemaatler ile tarikatlar arasında fark yok mu?

Tarikatı tarikat yapan esas itibariyle onun silsilesi. Bir silsile üzerinden bir müfredatın kesintisiz olarak aktarılması lazım. Bu müfredat, kitabî bir müfredat değil. Kitabî olsa kitaba aktarılır ve aradan insanı çıkarırdık ama aktarılan müfredat şifahi bir şey. Şifahi ve ruh, mana ve kalp üzerinde yapılan işlemlerle ilgili bir şey. Dolayısıyla bu müfredatı aktaramıyoruz. Bu müfredatı ancak bunu özümsemiş, hazmetmiş, hal haline getirmiş kanlı canlı insanlardan alabiliyoruz. Bu da bir zincir kurulunca oluyor. O makamdaki son zat, bir önceki kuşaktan olan kendi şeyhinin, mürşidinin sadece bilgisine değil hallerine ve manevi makamına da varis oluyor. Buna varis olunca manevi tecrübesine o yolculuğun detaylarına da yol kazalarında alınabilecek önlemlere, stratejilere vâkıf oluyor. Bazen âlim ümmi birine bırakabiliyor emaneti, bazen de tam tersi bir ümmi, âlim birine bırakabiliyor. Mesela Ali el-Havvas Hazretleri ümmidir ama onun halifesi olan İmam Şarani Hazretleri çok büyük bir âlimdir. Dolayısıyla aktarılan şey kitabî bir şey değil.

Tasavvuf dediğimiz şey büyük oranda stratejidir aslında. Nefsle olan mücadele stratejik bir hamledir. Dolayısıyla bunlara da varis oluyor. Hepsi bir öncekinden bu mirası aldığı için otomatik olarak 1000 yıl önceki bilgiyle karşı karşıyayız. 800'lü yıllarda yazılan tasavvuf klasiklerindeki konulara bugün de sohbetlerde aynen rastlıyoruz. Yani her şey değişmiş ama mana değişmemiş. O gün Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri, Seri Sakati Hazretleriyle Bağdat'ta mum ışığında bir hücrede bu sohbeti yaptılar, bugün bu sohbeti İstanbul'da bir kafede, Londra'da bir kaldırım üstü lokantasında yapabilirsin. Kişilerin değişmesi, manasının değişmesini gerektirmemiş. Birincisi bu, tarikatın bir silsile yoluyla gelmiş olması. İkincisi; tarikatın dışardan bakıldığı zaman sosyal bir grup olarak görülmesine rağmen aksine şahsi olması. Her ferdin ayrı ayrı yaşadığı maceralar vardır. Topluca hepsini bir kaba koyamıyoruz. Hepsi farklı vird vazifeleriyle, farklı zevklerle, farklı yükümlülüklerle vardır. Hepsinin ayrı ayrı 'biricik yolu' var ve bu biricikliği de yaşıyor. Bir diğer fark ise, tarikat denilen yapının asıl amacı nefsi terbiye etmek, mutmain olmuş nefsin ise manevi bilgiyi almaya hazır hale gelmesidir. Tasavvufun varlık sebebi bu. Cemaat ise modern bir şey. Mesela Osmanlı'da cemaat diye bir şey yok. Cemaat, sosyalleşmenin bir yolu, karmaşık iş bölümü, karmaşık işleyiş, karmaşık finansal maddi siyasi bir örgü içinde ilişkiler ağı kurmuş olan modern toplum karşısında ferde bir şey sunuyor. Bir aidiyet sağlıyor, kimlik sağlıyor, büyük şehre tutunmanı kolaylaştırıyor, dayanışma sağlıyor. Bunu yaparken tarikatlardan bazı modellemeler yapıyor. Mesela sohbeti alıyor, virdi alıp yerine başka bir şey ikame edebiliyor. Nihayetinde birinci amacı sosyolojik, ikinci amacı ekonomik, üçüncü amacı siyasidir. Tarikatların böyle bir amacı yok. Siyasi, ekonomik ve sosyal düzenin farklı olduğu Osmanlı toplumunda bugünkü anlamda cemaate ihtiyaç duyulmamış. Hatta yüzyılın başında kurulmuş olan İhvan-ı Müslimin, Cemaat-i İslami ve Cemaat-i Tebliğ gibi cemaatlerin yapısı da böyledir. Cemaatler, tarikatların doldurmaya hevesli olmadığı alanı doldurmak üzere kurulan modern bir icattır. Bunların bir tarikat olmadığını bilmek lazım. Bir cemaat içinde seyrü sülûk yapılmaz, siz o 1000 yıllık tasavvuf terbiyesini, bilgisini, manasını oradan alamazsınız ama cemaatler kimlik, aidiyet ve iletişim ağı sağlar, bu da modern bir şeydir.

Peki, bu anlattıklarınıza göre FETÖ kesinlikle bir tarikat değil. Anlattığınız cemaat tanımına uymakla beraber tam olarak bunu da karşılamıyor. Türk topraklarında var olmuş bir cemaatten öte Cizvit yapılanmasını andırıyor. Bu konuda düşünceleriniz nedir?

FETÖ'yü oluşturan unsurlar içinde bir karışım yapılmış aslında. FETÖ her ne kadar o mirası çarçur etse de Risale-i Nur merkezli olduğundan karışımın ilk unsuru o. Bu da büyük oranda modern bir unsur. Risaleler modern çözümler sunuyor çünkü. Modern bir insanın pozitivizmle, rasyonalizmle, evrimle, ateizmle karşılaştığında işin içinden çıkıp dinini, imanını korumak için neler yapabileceğini söyleyen, kısmen modern bir zihin işleyişi sunan bir metin nihayetinde. Ama bir yanıyla kelamî bir metin. Asıl işlevi kelamîdir. İnanç esaslarının müdafaasıyla alakalı. Dolayısıyla Bediüzzaman kimdir sorusuna birçok cevap verilebilir ama birinci verilebilecek cevap onun bir kelamcı olduğu şeklinde olmalı. Bu da şu demektir ki; kelamcılık kısmen itikadi tartışmalara duyarlı olmak demek, savunma halinde olmak demek. Birinci unsur bunlar. İkinci unsur bence İhvan-ı Müslimin teşkilat modelinin dünya çapındaki etkilerinin içine dâhil edilebilecek bir şey. Orada da itikada vurgu var, gençlik çalışması, eğitim çalışması var. Bu karışımın içinde tasavvuf var mı dediğimizde şu şekilde var; şahsen tanıdığım bazı insanlar olmuştu. FETÖ'nün dünyevileşmesi her geçen gün arttıkça, bir oy deposuna, işadamları birliğine döndükçe, iş koparmak için içinde bulunulması gereken bir yapıya dönüşünce, son 10 yılda dünyevi bir yapı olduğu çok bariz hale gelince, manevi ihtiyaçlar sebebiyle orada olanların bazıları manevi boşluk hissettiklerini söylemişlerdi. Hâlbuki sen manevi boşluğunu doldurmak için girdiğin bir cemaatin içindesin nasıl manevi boşluk hissedersin? Hem FETÖ içinde bulunurken başka tarikatlara girmiş kişiler bile vardı o hissettiği manevi boşluğu doldurmak için.

Bu yapının bir tarikat olmadığını kendi içindeki bu çözülme haber vermiş aslında.

Tabii tabii. Hem FETÖ'cü olmuş hem başka tarikatlara girmiş insanlar var. Dünyeviliğini FETÖ'den sağlıyor aslında, diğer kısmı ise girmiş olduğu başka tarikatla doldurmaya çalışıyor. Manevi ihtiyacının FETÖ'de sağlanamadığını düşünerek böyle bir yol izliyor. Kalbin Zümrüt Tepeleri adıyla Gülen'in kitapları var. Bu esasında tek kitaptı fakat zamanla dört ciltten oluşan bir kitaba dönüştü ve temel kitaplardan bir tanesi haline geldi. Bu kitaplarda bizim tasavvuf klasiklerinde olan başlıkların tamamı yer alıyor. Murakabe, zühd, vera, havf, marifet, muhabbet, şeyh, mürşit… Her şey var içinde. Bütün bunları da işin içine sokarak var olan bir boşluğu doldurmaya çalışıyorlar.

Oradaki boşluğu görüp de mi bu kitabı yazdı acaba?

Onun sonucu mudur bilemiyorum açıkçası. Ama şunu diyebilirim, içeride bir tasavvuf ihtiyacı içinde olan, manevi arayış içinde olan insanlar var. Bu insanların bunu sesli olarak dile getirdiklerine ben şahsen şahit oldum geçmişte onlarla yaptığım sohbetlerde. İkincisi, Kalbin Zümrüt Tepeleri ve benzeri kitaplar üzerinden tasavvuf lazımsa bizde o da var mesajı vermek amacı güdüyorlardı. Amerika'ya gittikten sonra siz istediğiniz kadar Bediüzzaman filan deyin. Bunun orada bir karşılığı yok. Bunu da fark ederek oradaki teşkilatın adını Rumi Vakfı koydular mesela. Yani Mevlana Vakfı'dır adı. Rumi Vakfı sayesinde Mevlana damarından gelen bir toplulukmuş gibi izlenim vermeye çalıştılar Amerika'da kendilerine. Bunu da kasten yapıyorlar tabii. Böyle bir izlenim vererek kendilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar bir yerde. Kalbin Zümrüt Tepeleri'ni İngilizceye çevirirken Sufizm adıyla çeviriyorlar. Tasavvufun Temel Terimleri, yazar Fethullah Gülen şeklinde. Neden böyle yayımlıyorlar peki? Çünkü bunun gideri var. Kalbin Zümrüt Tepeleri deseler kim ne anlayacak. Gideri olmaz ki piyasada.

Bu kitap tahlil edildiğinde ne çıkıyor ortaya?

Tamamen bir derleme bir kitap bu. Diğer kitaplardan okunulup edinilen bilgilerle bir araya getirilmiş, kısmen elenmiş ve derlenmiş bir kitapla karşı karşıya kalıyoruz. İlahiyat dördüncü sınıf öğrencisine bitirme tezi olarak versen onun da kolaylıkla derleyebileceği çapta bir eser işin açıkçası. Oysa biz tasavvuf sohbetleri ve kitaplarında böyle şeyler görmeyiz. Hep bizi ters köşeye yatıracak, yeni bakış açıları kazandıracak şeyler görürüz. Kitaplarda olmayan şeylerle karşılarız genel olarak. Niye? Çünkü kitaplarda olan şeyi hazmetmiş ve onu kendi zaviyesinden bir daha üreten, onu yaşayıp hal etmiş biriyle karşı karşıya kalırız. Gülen'in kitabının ise sadece kitabi bir tonda olduğunu çok rahat gözlemleyebiliyoruz. Çok sağlamcıdır mesela. İçinde çok mutedil bir tasavvuf anlayışına aman sadık kalayım zorlaması çok belirgindir. Örneğin İbnü'l Arabi Hazretlerine atıf yok gibidir neredeyse. Çünkü Hazret'in kendisi başka bir boyuttur. Sen onu zevk etmeden tatmadan hakkında konuşamazsın. Konuşursan yakayı ele verirsin çünkü. Yapıyı tahlil etmeye çalıştığımız zaman bu mutedillik, garanticilik çok rahat göze çarpıyor.

Bu kitapları okuduğumuz takdirde ana akım Sünnilik dışında çok başka unsurlarla karşılaşmayabiliriz. Burada önemli olan satır aralarında, sohbetlerinde bütün bu metinlere verilen bir gözlük olduğunu fark etmek. Mühim olan bunu yakalayabilmek. Ben 'Bir Frankenstein Yaratmak' diye bir yazı yazmıştım. Burada kullandığım bir cümleyle özetlersem aslında ne demek istediğimi daha iyi anlatmış olacağım. Frankenstein'da kullanılan hücre ve dokular sağlıklı dokulardı. Fakat doktorun bu sağlıklı hücre ve dokuları kullanarak ortaya çıkardığı şey Frankenstein olmuştu. FETÖ'nün usulü de öyle. Tek tek baktığın zaman işte Kuşeyri bir tasavvuf, Maturidi bir itikat, Hanefi bir fıkıh… Bunları tek tek ele aldığımızda hiçbir sorun yok doğrusu. Fakat FETÖ'ye özgü okuma biçimini ıskalamadan baktığımızda ortaya bir Frankenstein çıktığını görüyoruz.

Bunlar normal bir tarikat olsaydı, bir tane metodu kendine düstur edinecekti ve biz onu öyle bilecektik. Ama bakıyoruz ki bunlarda her şeyden biraz var.

Evet. Çünkü o dokuların ve hücrelerin dizayn edilmesi, bir araya getirilmesi siyasettir. Parçalarda sağlam olan unsurlar yamuk bir siyaset anlayışıyla bir araya getirildiği için ortaya Frankenstein çıkıyor işte.

FETÖ olayı sonrasında gözlem yaptığımızda halkın içinde de 'bu tarikatçılar böyle mi olacak' diye bir kaygı var. İleride yeni bir FETÖ tehlikesi çıkabilir mi?

Bir tarikat asla bir FETÖ'ye dönüşmez. Ancak tarikattan kopmuş bir yeni yapıyla mümkün olabilir. Bunun tarih içinde benzer örneklerini de gözlüyoruz. Sağlam bir yapı içinden kopmuş arızalı bir parçanın bir kalkışmasını tard edebiliyoruz. Diyelim ki ana akım bir tarikat içinde şeyhliğe heveslenen, posta heveslenen birileri çıkabiliyor. Ama buna dair ne bir kabiliyeti ne izni var… Olan tek şey sadece hırsları. Bence tehlikeli olanlar da bunlar zaten. Omurgaya yapışık kalındığı sürece ben böyle bir tehlikenin olacağını düşünmüyorum. Ama halk içinde belli kesimlerin neden böyle düşündüğünü de anlıyorum. Bu duyarlılık giderek de aratacak gibi. Tarikatlarla ilgili 28 Şubat'ta yapılan propaganda etkisini göstermişti çünkü. 28 Şubat'taki korkulara daha çok seküler mahallede rastlıyorduk. FETÖ ile olan ise aslında Müslümanlar arasında bir kaygı yaratıyor daha çok. Bu durum namazında niyazında orta halli dindar kesimler için bir 28 Şubat'a dönüşüyor maalesef. Mesela şunu duymaya başladık, 'Ben tek cemaat bilirim, o da camii cemaati.' Bu daha önceden hiç duymadığım bir şeydi kendi adıma. Bunu söyleyenlerin hepsinin de cami cemaati olduğunu görüyorum baktığımda. 28 Şubat'ta tarikatlarla köprüleri atan seküler camiayken bugün köprüleri atanlar ise daha çok namazında niyazında insanlar. Burada yapılabilecek tek şey belki de, tarikatların da bu olaydan ve oluşan algıdan örnek almaları gerekliliği kendileri adına.

Ne yapabilirler peki?

FETÖ olayından beş yıl evvelki gözlemim şuydu: O günün tabiriyle 'Gülen Cemaati' aslında çalışan, başarılı olmuş, iş yapmış ve belli oranda da çıkış yolu sunan bir model gibi algılanmaya başlıyordu. Bu örneği gören hemen bütün tarikatların bir 'cemaat' olma hevesi doğuyordu. Daha doğrusu sistem bu modele doğru sevk ediyordu.

Yani biz de dergi çıkaralım, gazete kuralım, dershane açalım, şirketleşelim falan…

Evet. Hepsini biz de neden yapmayalım? Bir dayanışma topluluğu haline neden gelmeyelim? Türkiye İslamcılığı ve Müslümanlığında bu dayanışmacı ruh hali zaten hep var. Fakat bu ruhu özellikle siyasete ve ekonomiye tahvil etmek ve asıl buralarda aktör olmaya kalkışmak isteminin arkasında cemaatin bir model olma hali söz konusu oldu. Bu parlamanın gözlerimizi alma durumu vardı. Evvela bunun bir illüzyon olduğunu anlamak ve bundan kurtulmak gerek. Bu denli bir dünyevileşmenin sonucunda tabii olarak bir canavarın ortaya çıktığını kabul etmek lazım. Ekonomik ve siyasi olarak bu kadar dikkat çekici bir aktör olunca da uluslararası güçlerin dikkatini çekmemek imkânsız bir şey. Bir de tabii ki acemiyiz. Bu yapıların tamamı Anadolu kökenli, siyaset bilmeyen, birkaç nesildir şehirli olan yapılar. Dolayısıyla gidip bir dış gücün kuklası olmaları çok kısa yıllar içinde gerçekleşebilir. Bu yüzden bana göre bu illüzyondan kurtulmak lazım.

Son günlerde gündeme gelen Eşarilik, Maturidilik tartışmaları var malumunuz. Bunun hakkında neler söylemek istersiniz?

28 Şubat döneminde de Maturidilik tartışmaları konuşulmaya başlamıştı yine. O dönemde bu şöyle bir algıyla yapılıyordu. Bizim dışımızda İslam dünyası genel olarak Eşari. Gerçi onlar Eşari olduklarını, biz Maturidi olduğumuzu ne kadar biliyoruz bu da ayrı bir tartışma konusu ama aramızda ihtilaf ve farklılıklar genel olarak bir iki başlıkta toplanabilecek türden esasında. Bu kadar Maturidilik vurgusu yapmak bizi büyük Eşari topluluktan koparmaya matuf bir şey midir diye endişeliyim açıkçası. Ben öncelikle buradaki Maturidilik vurgusunun ne kadar masum olduğunu merak ediyorum. İkincisi Maturidilik bağlamında söylenen birkaç cümle şudur: Maturidilik daha akılcı. Eşarilik, Maturidilik kadar akılcı değil ondan daha kadercidir. İşte buradan yola çıkarak aklını kimseye teslim etmemek adına Maturidi köklerimize dönelim gibi bir tartışma yaratılmaya çalışılıyor. Asıl bu işin siyasetine bakmak lazım bence. İlahiyattaki kelam tartışmalarının dışında Maturidilik ile Eşariliğin tokuşturulması siyasetine bakarsak, birincisi büyük Eşari yapıdan kopartılarak bir tür Cumhuriyet'in ilk yıllarında olan 'Türk bilimi', ' Türk'ün İslam'ı' gibi vurgularla bambaşka bağlamlarda konuşulabilecek bir noktaya getirilebiliriz meseleyi. Yani bu büyük İslam dünyasından soyutlanmaya meyyal bir siyaset aracı olarak kullanılabilir. İkincisi, akıl vurgusunu çok fazla yapmakla Maturidi'den bir Mutezile çıkarabilir miyiz çalışmasıdır. Gündemde bu konuya dair dönen yazılara baktığımda işin finalinde şöyle bir algının oluştuğuna geldim ben: Maturidi olunca mutasavvıf olunmuyor. Bu cümleler bizzat konuyu ele alan yazılarda da geçti. İşte Maturidiliğin öne çıkarılmasındaki motivasyon aklı kullanıp tarikat ve tasavvuf tehlikesini bertaraf etmek gibi geliyor bana biraz. Ama mesela hemen şimdi aklıma gelen Taaruf kitabının yazarı Kelebazi bir Maturidi kelamcısıdır. Ve "Eğer Taaruf olmasaydı tasavvuf anlaşılmazdı" diye meşhur bir sözün doğmasına yol açmıştır bu eser. Bakın hakikatte hem Maturidi hem de tasavvuf alanında ilk üç eserden birinin sahibi. İşin özünden değerlendirirsek Maturidilikle tasavvuf ve tarikatın önüne geçilmez. Bu yol, yol değildir yani…

Hatta başka bir şey daha söyleyeyim. Mutezile olup da sufi olanlar var. Çok ilginçtir. Bu konuyla ilgili bir makale de var. Böyle örnekler de var yani İslam tarihine baktığımızda. Hatta Mutezile'nin ilk çıkışı biraz zühd temelli bir harekettir. Mutezile'nin çıkışında nerdeyse tasavvufi bir şey var mıdır diye soruyor bugünün araştırmacıları. İtikat, akaid dediğimiz şeyler sanki birer doktrinmiş gibi zannediliyor. Bunlar öğrenilince ve birebir uygulanınca sanki bütün gericilikler, kafadaki akıl tartışmaları sona erecek gibi zannedilerek hareket ediliyor. Böyle bir şey söz konusu değil. Maturidilik ve Eşarilik tokuşturulamaz. Osmanlı'da medreselerde Eşari müfredat daha baskındı. Çok işlendiği için bu konuda büyük bir külliyat ortaya çıkmıştır. Osmanlı eğitim müfredatında Eşariliği baş köşeye koymuş ama bu, Osmanlı'yı tamamen kaderci ve içe kapalı bir toplum haline getirmemiş. Ya da Özbekistan, Semerkant, Buhara civarında Maturidi metinleri onları tasavvufa düşman etmemiş. Tam tersine bu bölgeler tasavvufun çok canlı olduğu yerler olmuş.

Teşekkür ederiz.

Ahmet Murat KİMDİR?

Şair, akademisyen. Yayınlanmış dört şiir kitabı var. 2014 senesinde Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 'Yılın Şairi' ödülüne layık görüldü. Halil Cibran'dan, Tevf ik el-Hakim'den, İbn Acibe'den Türkçeye kitaplar tercüme etti.

Felsefe ve tasavvuf alanında lisansüstü çalışmalar yaptı. Tasavvuf tarihi ve edebiyatı alanında yayınlanmış kitapları ve makaleleri bulunmakta. Halen Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi'nde Tasavvuf Anabilim Dalı'nda öğretim üyesi olarak çalışıyor.

BİZE ULAŞIN