Cumhuriyet tarihinin Türkiye'ye gelmiş geçmiş en büyük fenalığı nedir diye sorulsa, pek çoğumuzun cevabı, 'laikliğin devlet ile toplum arasında açtığı derin uçurum' olurdu herhalde. Zira tek parti yıllarında izlenen katı laiklik politikalarının toplum üzerinde yarattığı tahribatın faturası 80 yıldır hâlâ ödenemedi. İbadeti suç sayan, bütün dini kimlikleri ve grupları düşman gören 'ceberut devlet', hem devletin vatandaş algısını hem de toplumun devlete bakışını en başından beri oldukça problemli bir yerden kurdu. Bu pratiklerin toplumu son kertede taşıdığı nokta ise telafisi zor bir güven bunalımıydı. Vatandaş için devlet güvenilmemesi gereken bir şeydi. Devlete karşı her an teyakkuzda beklemek gerekiyordu, devlet din düşmanıydı ve dini devlete karşı savunmak, dini vecibeleri devlete rağmen gerçekleştirmek dindarların bu ülkedeki en büyük imtihanıydı.
Uzunca zamandır 'demokrasi eşittir laiklik' diye pazarlanan bu model, cumhuriyet tarihi boyunca, belki de benimsenen laiklik modelinin bizatihi kendisi toplumun kodları ile uyuşmadığından, Türkiye'ye hep tam tersi bir tecrübe yaşattı. Yukarıdan aşağıya dikte edilen pratikleri toplumun gözünde meşru kılmak için demokrasi ile yan yana kullanılan Kemalist laiklik, hiçbir dönemde demokrasiyle uyumlu olmadı; zaten önceliği de bu değildi. Heterojen bir toplumu tek kimlik dayatması üzerinden homojenleştirmeyi amaçladığından demokrasi bu laikliğin uygulayıcıları, gardiyanları tarafından teferruat olarak görüldü. Saldırgan bir metodolojiyle laikleştikçe demokrasiden daha da uzaklaşan, Fransa'nın katı laikliğinin çok daha sertini en başından beri, üstelik çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede uygulamaya çalışan yönetici elit, Türkiye'de neredeyse bütün dini ve etnik gruplar üzerinde tamiri zor bir travma yarattı.
Bu anlayışın kendine yakışır makbul toplum yaratma ideali, en yukarıdan en aşağıya sosyo-kültürel alanın yeniden dizaynını gerekli kıldı. "Cenaze namazı kıldıracak imamın kalmadığı, Kuran-ı Kerim'in gizlice okunduğu bir dönem" diye anlatılan o günler çok uzak gibi görünse de 'Tanrı Uludur' sesinin minarelerden yükseldiği bu sürecin travması, yeni nesil muhafazakâr gençlerin 28 Şubat'ın ne olduğunu öğrenmeye lüzum görmediği günlere varıncaya kadar nesilden nesile hep aktarıldı.
1928 yılında, dini restore için bir reform komisyonu dahi oluşturan, bu komisyonun devlete, ayakkabı ile girilen, sıraları olan, müzik aletlerinin bulunduğu, vaazları değil felsefeyi önceleyen, şarkı söyleyebilecek kalibrede imamların olduğu camiler önerdiği ama devletin bunların hiçbirini yapmayı bir türlü başaramadığı bir ülkede 1000 yıl geçse de bunların gerçekleştirilemeyeceği herhalde ilk kez 28 Şubat süreci sonrasında anlaşıldı. Zira hiç bitmesin umuduyla 'bin yıl sürecek' denilen 28 Şubat ideali beş yıl içinde sallanmaya başlayıp, 10 yıl sonra başörtülü eşi olan bir Cumhurbaşkanı'nın Çankaya'ya çıkmasıyla yerle yeksan oldu.
Yine de, dini kontrol altına almaya ve hatta restore etmeye yönelik katı laiklik pratikleri din ve devlet işlerini ayırayım derken, devlet vatandaş arasındaki mesafeyi öyle açtı ki son 10 yıla dek uzunca zaman sağlıklı bir din, devlet, toplum ilişkisi kurulamadı. Türkiye'ye 15 Temmuz kâbusunu yaşatan örgütü doğuran sebepler düşünüldüğünde hiç şüphe yok ki toplumda yaratılan travmanın rolü oldukça yüksek. Elbette bu travmadan siyasetçiler, siyasi partiler, sivil toplum, entelektüeller ya da basın hiç de müstesna değil.
Zira toplumun üzerinde devlet tarafından dini kontrol etme ve şekillendirme suretiyle oluşturulan baskı, bireyleri dini kimliklerini, ilişkilerini inşa edebilecekleri ve üzerinde devletin gölgesi bulunmayan yeni yollar aramaya sevk etti. Böylece, devletin kısıtladığı, yasakladığı dini vecibelere nispeten daha uygun bir eğitim modelini, üstelik devletin işaret ettiği modern eğitim sistemiyle de entegre bir biçimde uygulayan bir formülasyona; bu dili kullanan, buna yönelik üretim yapan bir medyaya, entelektüellere, sivil toplum kuruluşlarına da büyük bir toplumsal talep oluştu. Esasında, böyle bir talebin karşılanmasında ya da karşılanmasına dönük bir irade gösterilmesinde yanlış olan bir şey yok. Şayet tek bir grup bunun tekelini illegal yollarla kendinde toplayıp ve hatta bir süre sonra buradan elde ettiği ganimeti devlete karşı bir silah olarak kullanmıyorsa.
Aldatılan ve aldanan sadece muhafazakârlar mı?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca hazırlanan 'Gülen Yapılanması' hakkındaki ana iddianame bize teröristbaşı Gülen'in 28 Şubat sonrası gitgide güçlendiğini ve bir süre sonra bu gücün dizginlenemez boyutlara ulaştığını söylüyor. Rapor örgütün bunu şu yolla yaptığını iddia ediyor: "Fethullah Gülen Cemaati, başlangıçta devletin pek ilgi göstermediği 'din eğitimine' önem vermiş, dindar insan yetiştirme gayretini benimsemiş görünerek toplumda meşruluk ve genel bir kabul görmüştür. Bu cemaat modernite ile İslam'ı bağdaştırmış gibi yaparak hem dindar hem de modern toplum kesimlerinden destek ve ilgi görmüştür. Cemaat, bir yanda içki içenleri, kumarbazları, tefecileri bünyesine alırken diğer yanda da dindar ve muhafazakâr kesimlere hitap etmiştir. Toplumdaki her kesime veya kişiye nabza göre şerbet verilerek meşruluk sağlanmıştır."
Yani öyleyse 28 Şubat'tan önce Refah-yol hükümetine "Beceremediniz, artık bırakın" diyerek istifa çağrısında bulunan, postmodern darbeden tam bir ay sonra 29 Mart'ta Samanyolu TV'de yaptığı konuşmada "Asker Anayasal yetkisini kullandı", 16 Nisan'da Kanal D'de "Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler ama onlar konumlarının gereğini, anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat" diyerek 28 Şubat'ı meşrulaştıran teröristbaşı Gülen bütün cemaatlerin tek tek biçildiği bir dönemden güçlenerek çıkmayı başardı.
Zaten takip eden süreçte de, içeride 28 Şubat'ın, dışarıda 11 Eylül sonrası yükselen İslam karşıtlığının ekmeğini yiyecek şekilde yeniden dizayn edilen, tam da bu yüzden bütün İslami grupların 'terörle' ilişkilendirildiği bir yerde bolca 'barış/diyalog/Rumi' kavramlarını kullanıp, böyle bir imaj çalışmasının neticesinde meşruiyet sağlayan, içerde ise iktidarla ters düşmeden bilakis iktidarı desteklediği mesajını mütemadiyen vererek ve demokrasinin sağladığı her türlü nimetten fazlasıyla yararlanarak gücüne güç katan bu örgüt kısa bir süre içinde başta Türkiye olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde operasyon yapabilecek bir kapasiteye ulaştı.
Bütün bunlar 28 Şubat'ın kazananı olan teröristbaşı Gülen'in, Ecevit'in evine çat kapı yaptığı ziyaretle şahsen tanışmaları sonrası Gülenistlerin artan Ecevit sevgisi düşünüldüğünde bizi önemli bir noktaya taşır. Zira teröristbaşı Gülen, başörtülü olduğu için 'haddinin bildirilmesini istediği Merve Kavakçı'yı' meclisten kapı dışarı ettiren Ecevit'in ölümünün ardından yayınladığı mesajda, "Türkiye'mizin geleceği adına yapılan olumlu hizmetlere sürekli destek verdi. Bir takım kaba dayatmalar karşısında asla eğilmedi. Ve bu duygularla Allah'a yürüdü" demişti. Burada sorulması gereken soru Ecevit'in tam olarak bizlerin bilmediği hangi 'olumlu hizmetlere' ne şekilde destek vermiş olduğudur. Buradan gelecek cevap bizi şu sorunun cevabına taşıyacaktır: Gülen örgütü AK Parti dönemiyle mi büyüdü, yoksa 28 Şubat'ın hemen ardından devlet kadrolarında dindarlardan boşalan yerlere kendi adamlarını yerleştirerek AK Parti iktidara geldiğinde ona devlet içindeki tek dost unsur kartını mı oynadı?
Aldatılmış olmanın maliyeti
AK Parti'nin bu süreçte tedbirsizlik gibi görünen uygulamalarının iki motivasyondan kaynaklandığını ve bir tarihsel arka plana yaslandığını akılda tutmakta fayda var. Birinci motivasyon, devlet ile milleti barıştırmak adına bütün kimlikleri kucaklamak… İkinci motivasyon ise katı laikliği ılımlı laikliğe çevirerek, dini pratiklerini bireysel hayatta yerine getiren insanları devlet için tehdit olmaktan çıkartmak. AK Parti iktidarının ilk yıllarından itibaren, laikliği 'devletin a'dan z'ye her kademesinde dindar unsurları temizlemek' olarak gören anlayışın tam karşısında konumlayarak devlet ile dini barıştırma yönünde adımlar attı.
Siyaset AK Parti'nin iktidara gelmesiyle normalleşmeye başladığında ve iktidar milletin bütün unsurlarını yönetime dâhil etme iradesi gösterdiğinde, Gülenci kadrolar 40 yıllık birikimlerini harekete geçirip, zaten devlet içinde var olan kadroların bir kısmı kimliklerini açığa vurarak mevzilendi. Gülen örgütü aslında en başından beri sırtını yasladığı kitlelerin yumuşak karınları olan kendi dinlerini rahatça yaşayamama travmasını ustalıkla kullanarak, hem Batı'yla, hem de muhafazakârlarla tam da buradan bir ittifak yaptı. Bu dönem içinde FETÖ'cü kadrolar kâh muhafazakâr, kâh milliyetçi, kâh solcu, kâh Alevi kimlikleri kullanarak ciddi mevzi almaya başladılar. Hemen her kimlik altında devlete sızmada ustalaşan FETÖ'cüler, devletin fişleme geleneğini terk etmesi, bütün kimliklere açılmasını ustalıkla fırsata çevirmeyi bildiler.
Bugün varılan noktada, 15 Temmuz'da kendi devletine ve milletine kasteden bir örgütün yarattığı yeni bir travma ile karşı karşıyayız. Bu travma kulağımıza bütün dini cemaatlere mesafeli yaklaşmamız gerektiğini fısıldıyor. AK Parti döneminde Türkiye laikliği farklı bir dönemece girdi. Bu laikliğin din, devlet, toplum üçgeninde yeni bir model inşa ediyor olması, cemaatlerin daha az önemli olduğu sonucuna ulaştırmaz bizi. Yeni bir laiklik modeli üzerinden halk ile devletin barıştığı yeni Türkiye'de bütün dini gruplara, cemaatlere eşit derecede özgürlük alanı oluşturmak zaten yeni laikliğin önceliklerinden biri. Dini cemaat görünümündeki 'başkalarına hizmet' örgütünün ihaneti, bizleri aldatılmış olmanın psikolojisiyle bütün cemaatlere ceza kesmek gibi bir tuzağa düşürmemeli.