“Yetişin, Abdülhamid’i deviriyorlar!”
15 Temmuz akşamı pek çoğumuz için hava henüz kararmaya durduğunda bile iç sıkıntısı taşıyan bir akşamdı. Havada giderek ağırlaşan bir kasvet vardı ve çoğumuz için bu durum sıcak geçen bir yaz akşamının doğal bir sonucu gibiydi. Sıkışan, bir türlü huzur vermeyen kalplerimizi sıkıca kucaklayıp oradan oraya taşıyorduk sessizce.
Akşamın kızıllığı gökte iyice kaybolup, 15 Temmuz gecesine doğru inkılap ederken yavaş yavaş fısıltılar duyulmaya başlandı. Askerler kışladan çıkıyormuş, tanklar sokaklarda yürüyormuş, memleketin semalarında F-16'lar uçuyormuş diye fısıldıyordu insanlar. Hayırdır inşallah diyorduk ama ayağa kalkmıştık bir kez. Ellerimizde telefon, sosyal medya madenciliği yapıyorduk. Bir haber, bir bilgi… Derken mesaj gruplarına endişeli cümleler yağmaya başladı. 'Köprüyü asker kapatmış.' Tedirginlik yerini endişeye bırakırken çoğumuz çok ciddi bir terör alarmı verildiğini düşünüyor, düşünmek istiyorduk. Diğer ihtimaller öyle korkunçtu ki! Eğer bu bir terör alarmı değilse ülke ya işgale uğramıştı yahut tarihte örneklerine rastlandığı gibi kendi askeri tarafından işgal ediliyordu. Askerin köprüde olduğunu öğrenen yaşı kemale ermiş, artık büyükler sıfatı taşıyan herkes 'eyvah' dedi, 'darbe oluyor!'
Artık evlere, sokaklara bir ateş düşmüştü. Hızlı adımlarla bir o yana, bir bu yana gidip geliyordu herkes. Hızlıca idrak etmek için, hızlıca yürümek gerekiyordu sanki. Bir yandan da bütün televizyonlarda haber kanalları açılmış, can kulağıyla ne oluyor sorusunun cevabı bekleniyordu. Bütün mesaj gruplarından, telefonlardan her birimizin üzerine adeta dolu gibi yağan bir soru vardı: 'Cumhurbaşkanı nerede?'
Başbakan'ın bir televizyon kanalına bağlanarak yaşananların bir darbe girişimi olduğunu teyit etmesiyle birlikte ülkenin üzerine dehşetli bir korku bulutu indi. Gelecek için, memleket için, çocuklarımız için, ümmet için, insanlık için, temsilcisi olduğumuz değerler için, aştığımız bunca zorluktan sonra elde ettiğimiz bunca kazanım için, emeklerimiz için, liderlerimiz için, sevdiklerimiz için öyle dehşetli bir korku hissettik ki! Cehennemin kapısı aralandı ve milletçe kafamızı uzatıp içeriye baktığımızda gözlerimiz adeta yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Ama hepsi bir anlığına.
O geceyi yaşayan herkesin paylaştığı bir duyguydu bu. İlk anda, idrake eşlik eden o ilk anda yaşanan korkudan sonrası sekineydi. O gece yukarıda saydıklarımız için korku yaşayanların hiçbiri, bir andan daha fazla korkmadı. Hiç korku duymadım diyecekti o geceyi anlatanların pek çoğu. Hiç düşünmedim. Sadece sokağa fırladım diyecekti pek çok insan.
Gökyüzünde acayip bir canlılık ve ışık vardı. Henüz Cumhurbaşkanımızı görmemiştik. Sağ olduğu haberini bekliyorduk milletçe. Ama öyle ilginç bir şey oldu ki; daha Cumhurbaşkanı konuşma fırsatını bulamadan, İstanbul'daki ikamet yeri olan Kısıklı'da caddelerden, sokaklardan akın akın insanlar Cumhurbaşkanımızın evine doğru yürümeye başladılar. Bir genç bağırıyordu karanlığı yırtarcasına: "Yetişin, Abdülhamid'i deviriyorlar!"
Abdülhamid'in dünyası
O gencin çığlığı, millet olarak içimize dert olan bir yaraya dokunuyordu. İslam âleminin Batı karşısında gerilemeye başladığı iddia edilen vakitlerden beri ne zaman içimizden bir lider çıksa, onu bin bir desise ile elimizden almışlardı. Abdülhamid Han, Osmanlı İmparatorluğu'nun son büyük padişahıydı. Batı karşısında gerileyen Devlet-i Aliye'yi 33 yıl boyunca bir arada tutmayı başarmış ve Batılı devletlerin şehvetlerine teslim etmemişti. Ne var ki, hakkındaki itibarsızlaştırma kampanyalarının bir kez başladıktan sonra sonu hiç gelmemişti. O bir despottu, ülkesini istibdat ile yönetiyordu, halkına zulmediyordu, sağlığı iyice bozulmuştu, akli melekeleri yerinde değildi ve daha neler neler…
İslam dünyası Sultan'ın düşüşünün acısını gelecek on yıllar boyunca giderek artan bir şiddetle iliklerine kadar hissedecekti. Sultan'ı istibdat var diyerek deviren İttihat ve Terakki hareketinin aslında ne denli müstebit ve bir o kadar da yeteneksiz bir yapı olduğu yıllar içinde ortaya çıkacaktı. Kaleme aldığı iddia edilen hatıratında Abdülhamid Han, yaşananları şöyle ifade edecekti:
"Ben hangi şartlar içinde ve nasıl bir zamanda padişah oldum. Bunu hatırlatmak isterim. Bosna-Hersek ayaklanmış, Karadağ ordumuzu sarmış ve yenmiş, Sırbistan düzenli ve tehlikeli bir kuvvetle ülkemize savaş açmıştı.(…)Ben iki padişahın art arda hal'inden, 93 günlük bir hükümet buhranından ve bir saltanat boşluğundan sonra padişah olmuştum.(…) Benim zamanımda hududumuz İşkodra'dan Basra Körfezi'ne, Karadeniz'den Afrika'nın kum çöllerine uzanırdı.(…) Hükümdarlık makamına geldiğim zaman, 300 milyona yaklaşan dış borçlarımızı -iki büyük harbin ve birçok ayaklanmaların gerektirdiği masrafları karşıladıktan sonra- 30 milyona indirmeyi başardım. Yani onda birine! Nazım Bey ve arkadaşları ise benim bıraktığım otuz milyon borcu, bugüne kadar dört yüz milyona çıkardılar. Yani 13 katına!"
Abdülhamid Han tahttan indirilmeden önce de, indirildikten sonra da kendisine yönelen saldırıların aslında Devlet-i Aliye'ye yönelik olduğunu çok iyi biliyordu. Fakat onun bir büyük dezavantajı vardı. Batı Ortaçağ bataklığından silkinip uyanmış ve her geçen gün giderek artan biçimde gücünü ve zenginliğini artırıyordu. Yarattığı medeniyet giderek kendi dışındakiler için göz kamaştırıcı hale gelmeye başlamıştı. Ziya Paşa'nın "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm" sözü tam da böyle bir dünyada söylenmişti. Batı'nın teknik ve maddi üstünlüğünün yanı sıra, felsefi anlamda da cazibesine kapılan aydınlarımız, Batı'yı kendi toplumlarına bir büyük ülkü olarak sunmaktan kendilerini alamıyorlardı.
Batı hızla yükselen bir güç olduğu için onu gelişmişlik düzeyi açısından da, felsefi anlamda da eleştirmek çok güçtü. Zira bu eleştiriyi yapanların eleştirileri toplum nezdinde de bir karşılık bulmayacaktı. Yavaş yavaş yenilgi iklimine doğru giren bir medeniyetin, Batı medeniyetine dair yapılan eleştirileri hakkıyla değerlendirebilmesi mümkün değildi.
Abdülhamid böylesi bir devrin padişahıydı. Üzerindeki baskı çok büyük, toplumundan aldığı destek ise nispeten zayıftı. Hakkında yürütülen kampanyalar giderek sonuç vermeye başlamış ve Abdülhamid'in aslında kötü bir padişah olduğuna halk ikna edilmişti. Bu şartlar altında askeri ve sivil bürokrasi içinde örgütlenen Batı yanlısı İttihat ve Terakki hareketi Abdülhamid'i bir saray darbesi ile devirecek, halk ise buna tepki göstermeyecekti.
Erdoğan'ın dünyası
Ne var ki Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra geçen on yıllar, aslında onun ne kadar büyük bir haksızlığa uğradığının delilleri olarak tarih sahnesinde yerlerini aldılar. Osmanlı İmparatorluğu giderek bir borç batağına girerken, toprakları hızla eriyecek, kaybedilen topraklarda yaşayan halklar için acı, eziyet dolu günler başlayacak ve bu acıların sonu hiç gelmeyecekti. Batı bütün o debdebesini, gelişmişliğini ve felsefi zenginliğini Batı dışında kalan coğrafyalardan ne denli kıskandığını, buralar söz konusu olduğunda aslında 'tek dişi kalmış bir canavar'dan başka bir şey olmadığını defaatle gösterecekti. Batı'nın kurduğu dünya düzeni, Batı dışında kalan bütün coğrafyalar için kan, gözyaşı, ölüm ve zulüm demekti.
Bu durum bugün de aynı şekilde devam ediyor. Her şeyden önce ahlaki ve felsefi anlamda tartışılan bir Batı kavramı var artık dünyada. İki asırdan fazla süredir bütün dünyaya pazarlanan 'Batı değerleri ve erdemleri'nin Batı dışı dünya için bir fanteziden ibaret olduğu artık gün gibi ortada. Hiç kimse Batı dünyasının kendisinden başkaları için barış, zenginlik ve huzur istediğine inanmıyor. Bütün dünyada savaşlar başlatan, savaşan bütün taraflara silah satan, halkları bölen, terör örgütleri kuran ve yönlendiren bir Batı gerçeği artık bütün insanlık için ortak bir bilgi düzeyine ulaşmış durumda. Batı çıkarlarını savunanlar ne kadar büyük propaganda kampanyaları düzenlerlerse düzenlesinler, bu gerçeği saklamaları artık mümkün değil.
Batı bu gelişmenin farkında olmadan eski alışkanlıklarını devam ettirmeye çalışırken, Türkiye toplumu iki yüzyıllık tecrübenin sonucunda öğrendiklerini ilk kez 15 Temmuz gecesinde Batı'nın yüzüne çarpma fırsatı buldu. Bu halk ayıdan post, Batı'dan dost olmayacağını yaşaya yaşaya, acı çeke çeke öğrenmişti. Abdülhamid'den bu yana tahttan zorla indirilen liderlerin hep milli ve yerli liderler olduğunu da, demokrasi başta olmak üzere, refah, zenginlik, insan hakları, özgürlük gibi kavramları Batı'nın daima kendisine sakladığını da… O gece henüz Cumhurbaşkanı konuşmadan önce insanların sokaklara çıkmaya başlaması, 'yetişin, Abdülhamid'i deviriyorlar!' diye haykırmaları boşuna değildi. Bir halk, liderinin şahsında, kendi onuru için ayaklanıyordu. Dişlerini bir kez daha çıkartan bu canavarın aslında kendi onurunun ve varlığının üzerinden silindir gibi geçmek niyetinde olduğunu çok iyi kavramıştı. 'Yedirmeyeceğiz!' nidaları boşuna değildi. Birikmiş acılarla yükselen bir çığlıktı bu. Bu çığlık 15 Temmuz gecesinde darbe yapmaya çalışan hainlerin de, o hainlerin efendilerinin de yüzünde patladı. Ve o gece bu halk 'yenilgi yenilgi büyümüş bir zaferi' en nihayetinde kucakladı. Onu kolay kolay bırakacağını sananlar, kendilerine de karşılarındaki halka da bir kere daha dönüp baksalar iyi olur.