Fransız Devrimi'nin etrafındaki fikir halesinin kurucu babalarından olan Jean Jacques Rousseau, romantizmin bizzat devrimin kendisi olduğunu söylerken, ucu günümüze kadar uzanacak, çevresini aydınlatmak uğruna 'yakmaya' razı bir anlayışın temelinde yatan motivasyonu da özetlemiş oluyordu. Romantizm, kişinin yaşadığı dünya ve mekândan kopup, kendi içine saklanması ve buradan taşarak dünyayı kendi aklına ve duygusuna uydurmaya çalışması olarak gelişe durdu. Bir yandan kişisel ilişkilere sinmiş yönüyle herkesin sahip olması gereken bir insani özellik gibi görülürken, öte yandan değdiği her alanı ülküleştiriyor ve yıkılmaz tabular oluşturuyordu.
Birtakım çevrelerin kafasındaki idealler uğruna son 100 yılını -cebren- değiştirilip dönüştürülmekle geçirmiş Türkiye gibi bir ülke için romantizm kavramı yabancı değil. 'Halk için halka rağmen' geçirdiğimiz aydınlanma süreci, Fransız Devrimi'nden aldığı aydınlanmacı tahakkümü kendi kurumlarına yaydı. Herkesin her şeyi söyleyemeyeceği, hatta artık herkesin yüzyıllardır yaşadığı gibi yaşayamayacağı bu 'aydınlanmış' Türkiye, ilk tabusunu eğitim söylemi üstünden oluşturdu. Tevhid-i Tedrisat'la tek elden yönetilmeye başlanan eğitim hızla sekülerleşti, insan doğasının ve varlığının temeline ilişkin tefekkür yerini her şeyi her halükarda sorgulayan, bölen, parçalayan ama bütüne ulaşmakta da gözü olmayan tarz-ı tedrisat aldı. Meşhur ifadeyle, 'halk denize akın etti, vatandaş denize giremiyor' sözü tekrar söylenilmesin diye, halk vatandaşlaştırılmaya başlandı. Halkın, Türkiye Cuhuriyeti'nin kaideleri nazarında makbul birer vatandaşa dönüştürülmesi süreci ve bu kopukluk üstüne kurulan eğitim sistemi kendi romantizmini seneler içinde yarattı.
Bir liseden mezun olmanın asaleti, üniversiteli kimliği, öğrenci statüsü... Bunların hepsi âlime dahi ilmiyle caka satmayı ve kibri yasaklayan medeniyetimizin haddini bilir eğitim tasavvurunun yerini aldı. Aydınlanma söyleminin geçerli olması için bir yerlerin karanlıkta kalması gerekiyordu, yani Türkiye'de müesses nizamın taşıyıcısı olacak liseler ve üniversiteler de, bu söylemin şaşmaz kutsallığı üstüne inşa edildi. Sanki Anadolu topraklarında ilmî ve tefekküre dayalı tek kelam edilmemiş ve hepsi bize bir rejim değişikliğiyle bahşedilmişti. Ortaçağ karanlığından, asrî medeniyetler seviyesine bizi çıkaran bu eğitim kurumlarına her daim tabi olmalıydık, onların asaleti ve eğitim sistemi sorgulanamazdı. İşte bu aydınlanma mitolojisi altında seneler geçirdik, ben dâhil pek çoğumuz adı anılan bu 'seçkin' eğitim kurumlarının çarklarından geçtik.
Bunun dışında umursamaz, her gördüğünden bir ironi çıkarmaya teşne, hayatın ona sunacağı her türlü sorumluluktan kaçması ona salık verilen bir öğrenci tipolojisi oluşturuldu. Ülkemizde 80 darbesinin ürünü sanılan bu apolitiklik kaynağını, esasında her tür otoriteye karşı yalnızca bireyselliği ve hazzı ön plana koyan, cinsel, toplumsal, bireysel ve üniversite içi özgürlüğün adeta öncü kuvveti sayılıp kutsallaştırılan 1968 kuşağından alıyor. Devletin ve ailenin baskısından kendine kaçan Batı Avrupa gençliği, bu kaçışın öfkesini kendinden önceki kuşakların bütün değerlerine saldırarak çıkarmayı yeğledi. Devlet ve aile geri plana çekilirken onun yerini serbest piyasanın en yıkıcı hali, finans kapitalizminin alması zor olmadı. Aydınlık bu sefer, 1968 öncesinin değerlerine; ailenin, toplumsal birliği her koşulda korumaya çalışan gelenekleri, devletin ve dinin üzerinde çaktı.
Yıllarca yürütülen devlet politikalarıyla seçkinleştirilmiş liselerin öğrencileri, laik devlet düzenini korumak uğruna gerekirse sokağa inebileceklerinin tehdidiyle bildiriler dağıtmaya başladı. Finans kapitalizmle, İstanbul Erkek, Galatasaray, Cağaloğlu Anadolu gibi liselerin öğrencilerinin bildirisi arasındaki bu görülmez bağ, bir komplonun dışa vurumu değil. Dünyada ulusüstü şirketlerin her tür değeri alaşağı ederek istediğini yapmasını sağlayan zemini oluşturan şey, ne olursa olsun başvurulacak ahlak kurallarını bilimle ikame eden aydınlanmacı felsefenin bir uzantısıdır. Ruhla ve ülküyle kurulan devletler yerini, hukuki kaidelerle kurulup, kendini hikmetsiz bir bilimin kollarına atan toplumsallık arayışlarına bıraktı. Bildirilerinde Galatasaray Lisesi öğrencilerine II. Abdulhamid'e suikast girişiminde bulunan teröriste kaside yazan Tevfik Fikret'i özlettiren motivasyon ile, Ortadoğu'yu koca bir bataklık olarak gören, mültecileri bir sorun addeden, terör saldırılarını seküler/İslami olarak ayıran motivasyon aynı yerden neşet ediyor.
'İtaat etmeyi, kul olmayı değil birey olmayı' seçen, 'laik Türkiye'nin okullarında irtica girişimlerini kınayan', 'karanlığa teslim olmayan', 'dogmalarından kurtulmuş', 'ses olmak, yumruk olmak' ve pek tabii 'ışık olmak' isteyen bu öğrencilerin 'çıktık açık alınla' kıvamındaki ideolojik örgüsü, meselelerinin -her liseli öğrencinin bence de doğal hakkı olan- okul idaresine karşı çıkmaktan başka olduğunu bize gösteriyor. Mesela karanlık halka karşı, aydınlanmış vatandaşların ve onların çocuklarının denize girme isteğiyle alakalı. Malum halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor.
Bu söylemle kendi zemininde mücadele edemeyiz. Zira, mezunu olduğum Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nde panoya asılan bir hadis-i şerif gerici faaliyetlere delil olarak sunulurken, benim okuduğum yıllarda başörtüsünü okula girip çıkarken çıkarmak zorunda kalan kızların durumunu aydınlanmacı faaliyetlere bir delil olarak sunup bildiri yazmadık. Bizim derdimiz daha büyük ve bu ülkeyi var edecek değerlerin layığını bulmasıyla alakalı, insanların yaşayışlarıyla değil.