Mustafa Akar: Kan dökücü romantizm

Kan dökücü romantizm
Giriş Tarihi: 12.07.2016 14:12 Son Güncelleme: 25.07.2016 17:30
Mustafa Akar SAYI:26Temmuz 2016
Fikir hayatımızdaki büyük dönüşümlerde hep şairlerin rolü var. Şiire başvurmakta bir beis görmeyen romantizm, özellikle ‘milli duygular’ın oluşumunda şairleri baş tacı etti. Bizde Namık Kemal’den başlayarak Ziya Gökalp’e, oradan Meclis’te de görev almış Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar milli duyguları öne alan şair ve yazarlarda romantizm bir unsurdur.

Romantizm denildiğinde aklımıza gelenler genelde romantizmin dışında değerlendirilmesi ve konuşulması gereken konular. Romantizmi duygusallıkla karıştırıyoruz. Her inceliğin, her zarafetin hemen yanına konuşlandırmak istiyoruz onu. El hak haklıyız da. Çünkü romantizmi bir tanımın içine sığdırmak hatta sıkıştırmak mümkün değil. Çeşitli sanatçıların ve yazarların elinde şekillenen bir dünya görüşü olduğu için kısa, net, açık ifadelerle yapılabilmiş bir romantizm tanımı yok. Yine de romantizmi bir düşünce yapısından aşağıya çekme niyetinde değilim. Tamamen Kartezyen düşünce geleneğine karşı bir tepki olarak doğdu romantizm. Aydınlanmanın ve aklı öne alan düşüncenin tam karşısındaydı. Bugün modernizm dediğimiz ideolojinin temellerinde de o kavga var. Modernler, insanın neredeyse akıldan ibaret olduğunu söylerler. Kartezyen düşünce denilince aklımıza gelenler epistemoloji, bilim, akıl ve bilgi problemleri... Romantikler ise buna karşı çıkarak insanın sadece akıldan ibaret olmadığını, imgelem, vicdan, yürek gibi kavramların da insanın içinde olduğunu hatırlatıyorlar. Tüm bunlar düşünce tarihinin yüz yıllardır tartıştığı konular. Akıl mı kalbe hükmeder, kalp mi akla… Vicdansız, sağduyusuz akıl çok tehlikeli bir şey midir? Bitmeyen bir tartışma konusu. İçimizdeki doğulu bizi bu tartışmada romantizmin safına katılmaya çağırıyor. Rasyonalizmi romantizme göre daha korkutucu buluyoruz çünkü. Oysa tam da burada söylemeliyim ki, dünyada görüp yaşadığımız her kan dökücü eylemin, her diktatörlük söyleminin, her kitlesel imha planının ardında ve arkasında romantizm var. Evet evet, romantizm öyle bildiğimiz gibi çiçekli böcekli bir duygu durumu değil, tam tersine, eli kanlı, ateşli ve güçlü bir silah.

Şiirin mutantan sesi

Romantizm tam anlamıyla bir duygu durumu değil dedik ama romantizmi duygulardan beride tutmak da mümkün değil. Yüksek hayallerin olduğu her yerde o var. Yüksek hayal dendiğinde ise akla hemen şairler geliyor. Şairler ellerinde bulundurdukları söz sanatını en yüksek idealler için kullanabiliyorlar. Bazen bir vaiz olarak karşımıza çıkabiliyor şair, bazen bir aziz, bazen bir duygunun kurucusu bile olabiliyor. Üstlendikleri toplumsal roller gereği şairleri bitmeyen politik tartışmaların da göbeğinde bulabiliyoruz. Ve şairler ellerindeki şiir gücüyle politikanın semalarında gezinirken, birden bir yasa koyucuya dönüşüyorlar. İçlerinden ideologya yazanı da çıkıyor, bir halk kalkışmasının destanını yazanı da. Şiirin mutantan sesi politikanın da işine geliyor. Şiir kelimelerle yazılsa da, duygular harekete geçiyor, küçük hal ve durumlar bir tür mitosa dönüşebiliyor. Fikir hayatımızdaki büyük dönüşümlerde hep şairlerin rolü var. Şiire başvurmakta bir beis görmeyen romantizm, özellikle 'milli duygular'ın oluşumunda şairleri baş tacı etti. Bizde Namık Kemal'den başlayarak Ziya Gökalp'e, oradan Meclis'te de görev almış Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar'a kadar milli duyguları öne alan şair ve yazarlarda romantizm bir unsurdur. Türk romantizminden bahsederken, özellikle Batılı manada ele alınan romantizmi ayrı tutmak lazım. Yine de Namık Kemal'le birlikte bize de gelen romantizmin Batılı romantizme olan yakınlığı, ayrıksı olan yanlarından çok daha fazla. Yahya Kemal'in "İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar" sözü romantizmin temellerine atıf yaparken, hayalin bizdeki manasının en azından rüyaya olan yakınlığını konuşmaya başladığımız anda o yakınlık da azalır. Batılı romantizmle Türk romantizmi arasındaki dilemma üzerinde konuşulmaya değer. Hatta romantizmi etkileyen coğrafi unsurlardan bile bahsedebiliriz. Mesela Fransızların ünlü şairi Baudelaire şöyle yaklaşıyor olaya: "Romantizm kuzeyin oğludur. Kuzey de koloristtir; düşler ve peri masalları sisin çocuklarıdır. Ateşli koloristlerin vatanı İngiltere ve Fransa'nın yarısı Flandre sislere gömülmüştür. Buna karşılık Güney natüralisttir, çünkü doğa orada öyle güzel ve durudur ki, hiçbir şeyin özlemini çekmeyen insan, gördüklerinden daha güzelini zaten yaratamaz. Orada sanat açık havadadır."

Birçok bölümüne itirazlarım saklı olsa da, Hasan Aksakal'ın yayımladığı Türk Politik Kültüründe Romantizm kitabı, bu meseleyi tartışmaya açıyor.

Türkiye'nin ruhu

Aksakal, 1860'lardan günümüze 150 yıllık modernleşme sürecini üç 50 yıla bölerek, 1910'lara kadar Namık Kemal'in, 1960'a kadar Ziya Gökalp'in kurucu bir figür olduğunu, 60'tan sonra ise ortaya çıkan ideolojik çeşitliliğin bir tane figürün ya da liderin öne çıkmasını engellediğini ekliyor sözlerine. Yeni Osmanlıcılık, Türk-İslam sentezi, İslamcılık ve Sosyalizm çeşitli şair ve yazarlar tarafından desteklenirken, Batı'daki fikir hareketlerinden ayrı olarak kendine başka başka anlamlar ve alanlar açtı. Romantizm doğuya geldikçe 'millileşti.' Aksakal bunu 'felsefi derinlik bakımından fukara' olarak nitelendirse de, bizdeki romantizmin Batı'daki tartışmaların dışında geliştiği için 19'uncu yüzyılın o hızlı iklimindeki tanımların dışında değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Goethe'nin romantizminden Puşkin'e doğru bir çizgi çizebilirsiniz belki ama mesela Ziya Gökalp'in romantizminden Nâzım Hikmet'in romantizmine doğru ancak bir eğri çizebilirsiniz. Yine de 'Türkiye'nin Ruhu' bir şairde Sakarya Türküsü ise bir şairde Memleketimden İnsan Manzaraları'dır. Bir diğerinde belki Türkün Ateşle İmtihanı'dır. Bu 'çizgi' ya da 'eğri çizgi'nin içinde ortak bir ruh gizlidir.

Novalis'in romantizm tanımı, bu duygu durumu yüksek bakış açısının nasıl zamanla kan dökücü bir canavara dönüşebileceğinin de haberini veriyor aslında bize: "Sıradan şeylere yüksek bir anlam, alışılmışa gizemli bir itibar, bilinene bilinmeyenin onuru, sonluya sonsuz bir görünüm vererek romantikleşiyorum." Adolf Hitler'in meşhur kitabı Mein Kampf'ta Nazizm'in doktrinlerini, ari ırkın üstünlüğünü ve diğer meseleleri anlatırken nasıl da haklı olduğunu ispatlamaya çalıştığını görürüz. Bu anlamda bir Mein Kampf romantizmi vardır. Bir kişinin katili olduğunuzda gerçekten katilsinizdir ama kitleleri öldürdüğünüzde insanlar sizden bir açıklama bekler. Tek kişinin katilini değil de seri katili merak ediyor oluşumuz, ancak ve ancak romantizmin içimize yaydığı duygu durum bozukluğu ile açıklanabilir.

Posterleşen ideoloji

Bizde en rasyonel ideoloji bile romantik savunucuları elinde asli tanımından uzaklaşır hatta uzaklaşmak mecburiyetindedir. Kitlesel olmuş bir fikri artık yüksek hayallerle destekleyebilirsiniz. Bu yüzden her fikri akım kendisine imgeler ve imajlar seçer. Kitleler fikirlerden çok bu imgelerden, imajlardan etkilenirler. Mesela sol romantizmi dediğimizde aklımıza hemen Nazım Hikmet'in siyah beyaz fotoğrafının gelmesi ya da bir Che figürünün ona eşlik etmesi doğaldır. Marks'ın bile gerçek fotoğrafı değil de, üzerinde photoshop marifetiyle epey oynanmış fotoğrafları gelir aklımıza. İdeoloji fikirlerin bütününden posterleşmeye gittiği anda romantikleşir. Mesela Che'yi 1967'de yaptığı Küba yolculuğundan sonra tüm dünyaya tanıtan Sartre, Beauvoir'la ömrünün sonuna kadar evlenmez. Evliliğin bir burjuva kurumu olduğu için evlenmeyi reddettiğini söyleyen çift gariptir ki hiçbir zaman da tek eşli kalmaz. Evlilik kurumunu reddederek burjuvaya karşı çıkarken, yerine ikame ettirdiği 'özgürlük' kurumu ile yine bir tür burjuva alışkanlığı geliştirir. Che figürü de öyledir. Küba devriminde Che ve Fidel'le birlikte mücadele eden ancak daha sonra onlarla ters düşen Huber Matos Benitez 2012'de Milliyet gazetesinden Nevsal Elevli'ye verdiği röportajda aynen şunları söyler: "Che, cesur bir savaşçıydı ama maceraperestti. En kötü yanı vahşeti sevmesiydi. Binlerce idamın nedenidir. Yazılarını okuduğunuzda onun devrimci bir ruha sahip olmadığını görürsünüz. Che'nin takıntısı sansasyonel bir şeyler yaratmaktı." Che'nin aynı zamanda 14 yaşında bir çocuğu ekmek çaldığı için kurşuna dizdirdiğini de biliyoruz.

Romantizmin posterleştirdiği her figürün üzerinde durup düşünmeliyiz. Son seçimlerde kendi adına 'büyük bir başarı' yakaladığını iddia eden HDP'nin süreçte nasıl da posterleştirildiğine tanık olduk. Kürtlerin siyasi hareketi olarak ortaya çıkan oluşumun öncesindeki isimlerden mesela bir Ahmet Türk'ü sadece beyanatlarıyla bilirken, sonrasında öne çıkan isimlerden Selahattin Demirtaş'ı sadece beyanlarıyla değil aynı zamanda sosyal medyadaki ironik dili ve elinde bağlamayla söylediği türkülerle de tanıdık. İmaj çizildi ve akıllarda o imajla birlikte beslenen imgeler de birbirini izledi. Neredeyse faşizme yakın görüşleriyle bilinen bir örgütün içinden gelirken, imaj ve o imajın akıllara nakşettiği imgeler öyle demiyordu. Giderek Demirtaş özgürlük mücadelesi veren birine dönüştü ve romantizmin tüm unsurları böylece tamamlanmış oldu. Fikir değil imaj, gerçek fotoğrafı değil posteri.

Son günlerde gündemi meşgul eden olaylardan Atalay Filiz meselesinde de aynı posterleşme tehlikesiyle karşılaştık. Karşımızda üç kişiyi öldüren bir psikopat varken, sırf okuduğu okullardan ve zekâ seviyesinden yola çıkarak bir seri katil imajı çizildi ve yakalandığında polisin çektiği selfie ile birlikte imgelerdeki yerini de aldı. Tam da buradan itibaren bir ayrıma gitmenin gerekliliği ortaya çıkıyor. Yazının başında belirttiğim, romantizmin tanımlama zorluğu ikili bir ayrımı da şart koşuyor. Demek ki fikri anlamda bir romantizm var, bir de artık popüler anlamda, yani popülist romantizm. Fikri anlamda bir kale olmaktan uzaklaşan romantizm artık genel anlamıyla imajlardan beslenir hale geldi. Her koşulda, her teknik adımda da kendini yenilemeyi başardı. Tamamen felsefi bir problem olarak yola çıkarken, bugün evlilik programlarının sözlüğündeki ilk madde haline geldi. Pespayeleşti, harcıâlem bir duygu durum bozukluğuna dönüştü. Kan dökücü ve ilkel duyguları kışkırtıcı bir yanılgı oldu. Sahte ve politik. Sarkastik ve bozuk bir retorik. En kışkırtıcı haliyle, en gündelik kullanımıyla hiç de romantik değilsiniz artık.

BİZE ULAŞIN