Yeğenimle televizyon izliyoruz, adı Yahya, üç yaşında. Birkaç gün sonra annemle şehir dışına çıkacaklar, akraba ziyaretine. Kullanacakları yola üst üste iki kez döşenip iki kez patlayan mayın haberini izliyoruz yan yana. Dönüp Yahya'ya bakıyorum, sarı saçlarına, mavi gözlerine... Sahibimiz elbette ki Allah'tır deyip yutkunuyorum.
Kendimi bildim bileli evde her yaz aynı tartışma, annem "bari bu el kadar çocuğu götürmeyelim, ortalık çok karışık bey" diyor, babam da "olmaz hanım, çocuk atasını, toprağını tanısın" diye tutturuyor. Benim canıma minnet, köy demek yeni kıyafetler ve yeni oyun alanları demek. O yıl yamalı kot pantolonları modaydı, ağlaya zırlaya Fatih Çarşamba Pazarı'ndan Mickey Mouse'lu yamalı bir kot pantolon aldırdım kendime. Gece otobüste annemin ve babamın ayaklarının altında uyurken gözlerimi açıp pantolonumdaki desenlere bakıyordum. Müthiş bir sevinç ve ardından uyku hali.
Gelinler çeyizini, Hıdır Amcam da Almanya'dan gelen radyosunu kucaklamış, buğdayların arasında yürüyoruz, güneş tepemizde. Büyükler kendi aralarında fısıldayarak konuşuyor, "bu akşam kesin geleceklermiş, asker bile dokunamıyor artık bunlara, evet evet kesin diyorum, muhtar da ilçede kalacakmış."
O gün eşkıyalardan kalma bir mağarada uyuduk, yaz olmasına ve ateş yakmamıza rağmen çok üşüdüğümüzü hatırlıyorum. Sabah anneme "kötü adamlar gittiyse artık evimize gidelim" diyorum büyük bir halsizlikle. Akşama doğru bütün köylü çıkıyor saklandıkları yerden, gelinler çeyizlerine sarılmış, Hıdır Amcam radyosuna. Babamın sırtındayım, ateşim var ve kusuyorum. Hastalığın etkisiyle bazı halüsinasyonlar görüyorum, pembeye çalan bulutların hepsi Mickey Mouse'a dönüşüyor, "baba bak Mickey" diyorum, sonrasını hatırlamıyorum.
İlçeden hatırı sayılır biri Sakal-ı Şerif'i getirecek o gece okulun bahçesine. Herkes en temiz kıyafetlerini giymiş, ben de Mickey'li pantolonlarımı, göğsümü gere gere dolaşıyorum, akşam namazı bitse de bir an önce okulun bahçesinde toplansak telaşıyla. Sonra birden silah sesleri geldi uzaktan, büyükler camiden koşarak çıktı, hava kararmış. Babam beni kolumdan tuttuğu gibi çatı katına çıkardı, sonra anneme sıkı sıkı tembih etti: "Karşı köyü basmışlar, biz yardıma gidiyoruz, olur da gelip sizi burada bulurlarsa çatıdan arka taraftaki peye (harabeliğe) atlarsanız, orada sizi bulamazlar."
İnsan, kalbiyle bir insana nasıl sarılır, o gece annemden öğrendim. Ben olayın ne olduğunun farkında değilim, yine kötü adamlardan saklanıyoruz diye düşünüyorum. Annem bana sıkıca sarılmış, dualar okuyor, etraf zifiri karanlık, "anne Mickey'li pantolonum kirlenmiştir burada, sabah yıkayalım olur mu?" diyorum, annem duaya devam ediyor. Uykuya dalarken annemin şöyle bir şey dediğini hatırlıyorum kendi kendine, "ben Kürtçe bilmem ki." Sonradan anladım ki kafasında ihtimalleri değerlendiriyor, katiller bizi bulduğunda evladı için onlara yalvaracak ama ya Türkçe bilmiyorlarsa?
Aradan birkaç hafta geçti, Hıdır amcamın radyosunun başındayız, Başbağlar'da katliam diyor radyodan gelen ses, odada buz gibi bir sessizlik.
Aradan yıllar geçti, küçük ağabeyim Ali askere gitti Siirt'e. Sonra bir gün kapı çaldı, karşımızda Ali, "birader daha var senin askerliğin bitmesine" dedik, Başbağlar'dan dönen o üç adamın yüzüyle baktı yüzümüze. Cudi'de önce taciz ateşi açılmış, askerler araçtan indikten sonra da roketlerle araçlara saldırmışlar. Ali, aracı kullanan Konyalı çocuğun beynini nasıl toplayıp ceset torbasına koyduğunu anlattı, parçalanan kafa derisini çalılardan nasıl topladığını. Geceleri uzun uzun ağladı Ali, sigaraya da o günlerde başladı.
Şirin katiller
Sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, çocukluğum ve gençliğim zihnime kazınan bu tip travmalar ile dolu. Herhangi bir dernek, gençlik kolu ya da örgüt içinde yer almadım. Devlet bugüne kadar sadece bir kere arka çıktı bana, üniversite zamanında geri ödemeli burs verdi, onu da faiziyle geri aldı. Bir keresinde de orta ikide Mustafa Sarıgül'ün seçim kampanyasında plastik beyaz bir top hediye etmişlerdi, emeksiz kazancın getirdiği o gevrek gülüşle plastik topu kucaklayıp salına salına eve gitmiştim. Devletle ve siyasetle alacak verecek ilişkim bundan ibaret. Varsa günahımız Allah affetsin.
Biz hep 'uzaktan sevmelerde birinciyiz.' Devletimizi de herhangi bir karşılık beklemeden öyle uzaktan severiz. Gün gelir iş başa düşer, yükünü alan meydandan, savaştan kaçar, Bismillah diyerek atılırız yine ortaya. Varlık sebebimiz olarak kundakta kulağımıza üflenmiş şu öğüdü iyi bellemişiz çünkü: "Dinini ve devletini sev, canın pahasına koru."
Nasıl biz bu memleketin varlığı için yaşıyorsak birileri de bu memleketin helaki için yaşıyor ve çabalıyor. Ama her ne hikmetse bu hainler yaptıkları ve yapacakları zalimliklere bir kılıf buluyor ve memlekette hatırı sayılır miktarda destek görebiliyor. Gazeteleri, televizyon kanalları, akademisyenleri, yazarları, çizerleri hep beraber el ele verip memleketin dibine dinamit yerleştiriyor ve bunu toplumsal barış için, huzur için, ihtiyacımız olan güven ortamı için yaptıklarını pişkince söyleyebiliyor.
Türkiye'nin en büyük medya patronlarından biri bütün gücüyle şu anda kardeşi PKK'nın dağ kadrosunda olan ve Türk askerine kurşun sıkan bir siyasi parti liderini önümüze barış elçisi olarak sürmeye çalıştı. Saz çaldırdı, türkü söyletti, içimizden biri imajı çizdirdi hatta yetmedi seçimlere bir gün kala haber ajansının resmi Twitter hesabından şunları yazdı: "Diktatörden hesap sorun oyunuzu HDP'ye verin." Yarattıkları kirli algı operasyonları meyvelerini verdi, bizi katledip 'barış' diye suratımıza o kirli çehreleriyle gülen hainlerin siyasal alanda da eli güçlendi ve dağ kadroları bu sayede rahat bir nefes aldı.
Bütün bunlar yaşanırken bekledik ki Mustafa Kemal'in kurduğu Cumhuriyet Partisi'nden memleket düşmanlarına karşı bir itiraz yükselsin ama olmadı. CHP'li milletvekili Şafak Payev, kardeşi şu anda Türkiye'nin gencecik evlatlarına kurşun sıkmakla meşgul olan siyasi parti lideriyle el sıkışıp: "Birlikte iyi salladık diye düşünüyorum" diyerek aslında kimin safında yer aldıklarını da bütün Türkiye'ye göstermiş oldu.
Aradan geçen kısa sürede şunu gördük, 'birlikte hakikaten de iyi salladılar.' Ülkenin dört bir yanında gencecik vatan evlatları şehit düşmeye, hain saldırılara kurban gitmeye başladı. Çünkü herkes şirinlik abidesi sazcı genel başkana, ülkemizin teminatı olduğunu söyleyen milletvekillerine ve hümanist Cihangir bilgelerine inanmıştı. Güya Kürt halkının özgürlüğünü ve refahını sağladığını ileri süren PKK ve onun meclisteki uzantıları, vatandaşların evlerini ve sokaklarını gasp edip bir savaş ortamı oluşturdu. Belediyenin iş makinalarıyla çukurlar açıp yollara bomba döşedi, hendekler kazdı ve her türlü lojistik desteği sağladı. Yüzbinlerce kişi evlerinden göç etti; işini, okulunu, bağını, bahçesini sözde haklarını savunan katillere bırakıp yaşam alanlarını terk etti. O boşaltılan köylerde, mahallelerde binlerce vatan evladı kalleşçe şehit edildi, evler; oğulsuz, kocasız, babasız kaldı. Allah şehadetlerini kabul eylesin.
Türk solu ve barış
Kim ne derse desin gerçek şu ki; Türk solu şiddet ve illegal yapılanmalarla arasına mesafe koyamamıştır. İçten içe besledikleri anarşizm ateşi Türkiye'nin her döneminde binlerce kişinin canına mal olmuştur. Yakın zamanda yaşadığımız Gezi Parkı eylemleri bunun en net örneği. Kırmızı elbiseli kadın, polise karşı kitap okuyan genç, tutuklanan doktor gibi romantik sembollerle aklanmaya çalışılan kalkışma aslında vandal zihniyetin direkt olarak hayatlarımıza müdahalesiydi. Dünyanın dört bir yanından Gezi'ye destek tweetleri atılırken 'barışsever özgürlükçü' geziciler, alışveriş yaptığımız marketi yağmaladı, sabah işe gitmek için bindiğimiz otobüsü yaktı, haftalarca ailemiz dışarı çıkamadı ve her akşam eve tek parça döndüğümüze şükrettik. Hayatımın en kötü dönemlerinden biriydi ve bu kötülüğü özgürlük istediğini söyleyen orantısız zekâya sahip arkadaşlar yapıyordu.
Lafı hiç dolaştırmaya gerek yok; barış, özgürlük, kardeşlik, demokrasi, insan hakları diyen kim varsa uzak durun. Bugün meydanlarda kim barış diye haykırıyorsa bilinsin ki o kişi aslında bir savaş çağrısı yapıyordur. Türkiye'de artık bu kelimeler çirkin ağızlarda anlamını yitirdi ve itici bir hale dönüştü. Bunun en büyük suçlusu da terör örgütlerinin yaptıkları hainliklere, saldırılara ve katliamlara ses çıkartamayan, tepki koyamayan millet düşmanı aydınlar, yazarlar ve sanatçılardır. Geçtiğimiz yıl İstanbul Adalet Sarayı'ndaki makamında iki DHKP-C'li tarafından esir alınıp şehit edilen Savcı Mehmet Selim Kiraz'ın esareti sürerken CNN Türk'ün barışsever ve hümanist ekran yüzü Mirgün Cabas şu tweeti attı: "Bu eylem nasıl biterse bitsin çıkarılacak tek ders var: Çocukları vurmayın, annelerini yuhalatmayın." O eylem Mirgün Cabas ve türevi tiplerin istediği gibi bitti, bu memleketin bir evladı daha teröristler tarafından katledildi.
Barış romantizmine tutulan sözde aydın gazetecilerimizin sık başvurduğu yöntemlerden biri de yaşanılan olayı kınayıp olayı gerçekleştirenler ilgili tek kelime söylememek. Cinayete kötü deyip katil hakkında hiçbir yorumda bulunmamaktır bu. Örneğin; PKK'nın eylem yaptığı günün ertesinde bir Cumhuriyet gazetesi alıp manşetine bakın, bölücü örgütü kınayan ya da bırakın kınamayı bölücü örgütün adının geçtiği satırları bile görmeniz imkânsıza yakın. O bombalar sanki bir doğa olayı sonucunda yola döşendi ya da o roketler askeri araçlara PKK'lılar tarafından değil de bulutlardan bir doğa olayı olarak düştü. Cumhuriyet gazetesinin 6 Haziran 2016 tarihli manşeti şöyle: "Nusaybin Yerle Bir: Savaş manzaralı ilçede yıkılan evlerin duvarlarına Türk bayrakları asıldı." Yine aynı gazeteden bir manşet daha, tarih 8 Şubat 2016: "Bodruma Baskın Onlarca Ölü: Cudi Mahallesi'nde 23 Ocak'tan beri yardım bekleyen yaralıların sığındığı bodrum katın da aralarında bulunduğu binalara düzenlenen operasyonda yaklaşık 60 kişi öldürüldü." PKK'nın yayın organları bile bu kadar aleni bir şekilde örgüt propagandası yapmaya utanır. Görünüşte insan haklarının ve barışın yanında gibi görünen bu manşetler aslında PKK'ya dokunulmasından duyulan rahatsızlığın bir dışavurumudur. O evlerin işgalci PKK'dan temizlenip Türk bayraklarının asılması Cumhuriyet'in istediği bir tablo değildir, o evlerde bebek katillerinin fotoğraflarının ve paçavralarının dalgalanması daha özgürlükçü bir tutumdur Cumhuriyet'e göre.
Türk solunun barış romantizmine ve masallarına artık inanmıyorum. Devletin silahlı unsurlarıyla çatışan PKK'yı, DHKP-C'yi ve türevi terör örgütlerini kınamayan, bilakis bizatihi destekleyen Cihangir aydınlarına kanmıyorum. Kapı kapı dolaşıp terör örgütünün siyasi yapılanmasına oy isteyen sözde Müslüman 'abileri' ve 'ablaları', Asmalımescit'teki rakı sofralarında 'Selo aslında iyi adam yaa' deyip bu tipleri başımıza musallat eden Bebekli, Nişantaşılı müptezelleri, eşkıyaları 'yere izmarit bile atmayan' nazik insanlar olarak gösteren sözde gazetecileri asla unutmayacağım. Çocukluğum ve gençliğim 'barış' diyenlerin yarattıkları travmalarla geçti, Allah izin verirse eğer geleceğimi de bu müsveddelere teslim etmeyeceğim.