Kâinatın nabız atışı bile aşkladır
Şimdilerde Sevda Kuşun Kanadında dizisinden tanıdığımız Bahadır Yenişehirlioğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Yakın tarihimizde yaşanmış önemli olaylardan yola çıkarak dönem romanları kaleme alan Yenişehirlioğlu, "Çanakkale Savaşı, 1915 Ermeni olayları, 12 Eylül gibi yakın dönemin yeni nesle aktarılıp anlatılması gerektiğini düşünüyorum" diye konuştu.
Sizi iki türlü tanıyoruz. Birincisi yazarlığınız ikincisi ise oyunculuğunuz. Bu anlamda iki ayrı Bahadır Yenişehirlioğlu çıkıyor karşımıza. Siz anladığım kadarıyla önce yazarlığı sonra oyunculuğu seçiyorsunuz. Bu anlamda yazarlık nasıl gelişti, oradan oyunculuğa nasıl geçtiniz?
Ben hukuk eğitimi aldım. 27 yıl kadar profesyonel avukat olarak çalıştım ama avukatlık yapamıyorum artık. Diğer işler çok önüne geçti avukatlığın. Kendimi tanımlamak için dünyevi bir meslek gerekiyorsa eğer, evet ben yazarlığı seçiyorum. Çünkü yazarlık benim için çok daha önemli. Hayatımda da önemli dönemeçlere denk geliyor yazarlık. Bu bir tesadüf değil, Allah'ın takdiri. Bir televizyon programında bana nasıl yazarlığa başladığım soruldu. Ben de düz ve profesyonelce "2011 yılında yazmaya başladım" dedim. Sonra şunu keşfettim, aslında ben çok önceleri yani 12 Eylül döneminde içimden bir yazar doğurarak hayatımı devam ettiriyormuşum.
Birikme dönemiymiş o zaman…
Öyle de değil. 12 Eylül travması yaşayan bir ailedenim. Abim bir gün evden alındı ve biz onun 70 gün nerede olduğunu öğrenemedik. 10 dakika sonra gelecek denilerek karakola götürüldü ve 70 gün sonra Manisa'dan Eskişehir'e bir karakola sevk edildiği haberi geldi. Biz de apar topar abimle beraber o karakola gittik. Ben o dönemler üniversiteye yeni başlamıştım. Eskişehir'de gecenin bir vaktinde gördüğümüz manzara çok korkunçtu. Soğuk bir havada, mavi boyalı duvarları olan karakolda bir mazgal deliğinden abimi gösterdiler. Ama o kişi abim değil de başka bir canlıydı sanki. Perişan haldeydi. Sonra idam cezasıyla yargılananlar içerisinde gösterildi. Babam okumuş, aydın bir adamdı. Ama 40'lı yaşlarda felç geçirdi. O yüzden babamın çok fazla sağlam halini hatırlamıyorum. Tabii bu durumdayken oğlunu televizyonda idam edileceklerin arasında görünce dayanamadı. Babamı toprağa verdikten sonra eve geldim. Babamın ölümünü idam cezası verilen abime nasıl söyleyeceğim diye düşündüm durdum. Ve o gün babamın ağzından abime mektup yazarak babamı yaşatmaya başladım. Ölmüş bir babayı tekrar canlı tutarak evin içerisinde yaşar kılmak ve onun üzerinden mektuplar tahayyül etmek bana göre bir tür yazarlıktı. Ve bu üç buçuk yıl sürdü. Tabii bu benim canımı acıtan bir şeydi. Kimse bana böyle bir talimat vermemesine rağmen durumdan vazife çıkarmıştım. Ben hayatım boyunca hep durumdan vazife çıkaran biri oldum. Üzerime düşmeyen şeyleri de yapmak mecburiyetinde kaldım çoğu zaman. Bir gün cezaevine gittiğimde, Cihan'ı dışarıya çıkardılar ve hüngür hüngür ağlamaya başladı bir anda. Anladım ki o gün babamızın öldüğünü öğrenmiş. İçeride bir tutuklunun yakını babamın öldüğünü ona iletmiş. Mektupların hepsinin sahte olduğunu da öğrenmişti. Beraber ağladık bir süre. Dünya kelamı yapmadan ayrıldık, bir daha da yazmadım hiç.
Yazarlığa buradan itibaren başladınız diyebilir miyiz?
Sonra Cihan altı yıl yargılandı. Bu altı yılın sonunda mahkeme abimin bir suçu olmadığına hükmetti ve beraat etti. Cihan cezaevinden çıktı, araba çarptı ve vefat etti. Bu süreçte annem bu duruma dayanamadı ve üzüntüden kanser oldu. Böyle travmatik bir durum. Ben bunu ajitasyon olsun diye söylemiyorum. Ama benim yazarlığımı tespit etmem gerekiyorsa evet yazarlığım o sahte mektuplara dayanıyor. Sonra Cihan cezaevinden çıkıp trafik kazasında ölünce o mektupların hepsi bana geldi. Onları yayınlar mıyım, bununla tekrar yüzleşebilir miyim hiç bilmiyorum. Ama benim bugünlerde çıkan Beyaz Usta Siyah Çırak romanım o günleri anlatıyor. O dönem içerisindeki arayışlarımı anlatıyor, bu benim hikâyem.
Sevda Kuşun Kanadında dizisinde canlandırdığınız Hüsnü enişte de sizin yaşadıklarınıza benzer bir durumla karşılaşıyor…
Yani kader mi diyelim ne diyelim, bilemiyorum. Senaryodan hiç haberim yoktu. Unutmak istediğim bir dönemimle alakalı kitabım yeniden çıktı. Ve tevafuktur ki bir dönem dizisinin içerisinde buldum kendimi. Dizide benim kızımı seven Mustafa karakterinin işkence gördüğü bir sahne var. Sette makyajlı halini gördüğümde çok korktum. Cihan'ı gördüm çünkü onda. Ama belli etmedim kimseye, kendimi çok sıktım. Şakalaştım, güldüm hatta. Kendimi çok fazla kasmışım sanırım. O sahne çekileceği sırada benim kontrolüm tamamen kayboldu. Ne kamera vardı, ne oyuncu vardı, ne set vardı. O an Eskişehir'de karakolda gördüğüm Cihan vardı sadece gözümün önünde. Tabii settekiler oyun yaptığımı ve bunun çok gerçekçi bir oyun olduğunu zannettiler. Kimse ağlamıyorken ben deli gibi ağlıyordum. Kestik denildiğinde kendimi karavana kapattım. Çok canım yandı. Bütün gençliğim gitti benim. Millet başka şeylerin peşinde koşarken ben bir dönem babamla bir dönem de annemle ilgilenmek zorunda kaldım. Üniversitenin ne enerjisini ne de keyfini yaşadım. Bir yandan hukuk fakültesinde okurken bir yandan da hafta sonları Akhisar'a gidip anneme kız çocuğu gibi yardım ederdim.
Oyunculuğa Yedi Güzel Adam dizisi ile başladınız sanırım?
Evet. Yedi Güzel Adam'ın senaristi Ahmet Tezcan benim asker arkadaşım. Sahaf İsmail Efendi diye bir karakter yazmış ve benim de bu karakter olmamı istedi. Alman konsolosluğunda vize işlemlerini sürdürürken telefonum çaldı ve 'Yarın Kahramanmaraş'a geleceksin' dedi, dizinin senaryosunu da gönderdi. Tabii ben ne motor ne ezber ne kamera biliyorum. Onu kırmam mümkün değildi ama. Ertesi gün atladım gittim. Uçakta gece boyunca ezber yaptım. Sonra buyurun oynayın dediler. Bir tekrar yapalım dememe bile müsaade etmediler. O bölüm çok izlenen bir bölüm olmuş, benim sözlerim de internette epey paylaşılmış. O zaman hayatın kendisinin de bir oyun olduğunu düşündüm. Hepimiz oyun oynamıyor muyuz? Ne kadar saf, yalın bir hayat yaşasak da rollerimiz yok mu? Günlük hayatta maskelerimiz yok mu? Ki ben maskesiz yaşamaya gayret ederim. Düşündüğümü söylerim, kızıyorsam kızarım, seviyorsam sarılırım. Buna rağmen benim de maskelerim vardır herkes gibi. Zaten oyuncuyuz biz. Yapmamız gereken o karakterle özdeşleşmek. Hiçbir eğitimim yok. Eğitimim olsaydı böyle pür bir şey de ortaya çıkaramazdım. Çünkü işin matematiğini bilmiyor olmak daha bir doğallık sağlıyor. Pek çok değerli oyuncu var. Hiçbirini iyi ya da kötü diye ayırmak mümkün değil ama genel olarak bakarsak bu camiaya matematiksel oynayan insanlar görüyorum. Poz kesmek, rol yapmak gibi. Ben ne açımı ne de ışığımı ayarlayabilirim. Ben o an Hüsnü'yüm. Yönetmen Hüsnü'de ne görüyorsa açısını, ışığını ayarlasın ve çeksin.
Hüsnü enişte bir saat tamircisi. Nasıl oluştu bu karakter?
Gerçek bir karakter o. Ankara'da yaşıyor. Mehmet Zahid Kotku ile iletişimde olan bir karakter. Yaşadığı dönemde sözüne çok değer verilen biri. Aslında Hüsnü karakteri buz dağı gibi. Bir görünen kütlesi var, bir de görünmeyen tarafı var. Orada Hüsnü'yü çıkartırken aslında görünen yüzünden yola çıkarak alt kütleyi göstermeye çalışıyoruz. Hüsnü bin kişinin içerisine girip dövüşebilecek bir adam ama evde de romantik bir adam. Kafayı uzatıp davasından geri dönmeyecek bir adam. Aynı zamanda kendini ıslah etmiş bir adam. Munis olmasının sebebi pasif ve korkak olması değil. Yoksa yanardağ gibi patlayabilecek biri. Evde muhabbet gerekir, şefkat gerekir. Kurtlar Vadisi'ndeki Polat'ın babası gibi bir karakter değil Hüsnü. Yaşayan, munis bir karakter ve bir o kadar da sert. Gerektiğinde her şeyi göze alabilecek bir adam. Her şeyi insan yetiştirmek olarak gören, saatçi dükkânını da bir kapı olarak gören biri. Dükkâna gelenler girerler ve çıkarlar ama giren girdiği gibi çıkmaz. Onlara Hüsnü'den bir şey bulaşır.
Hüsnü'yü izlerken ve sizinle konuşurken aynı şeyi hissettim. Mimikleriniz ve tarzınızda büyük yakınlık var.
Ben rol yapmıyorum orada. Şu anki rolümden sonra farklı bir rol çıkıp çıkmayacağını ben de bilmiyorum. İçimdeki karakterleri biliyorum. Farklı roller oynamak isterim. Çok kötü birini oynamayı çok istediğimi sık sık söylüyorum zaten. Yani Hüsnü'nün çok aksi birini oynamayı. İçimdeki erkekleri tanıyorum, pek çok erkek var içimde. Ben her erkeğin ve her kadının içinde farklı farklı erkekler ve kadınlar olduğunu düşünürüm. Başka türlü insan nasıl roman yazabilir ki? Aşk Cephesi romanını kaleme alırken Ege'den ayrılmış ve karşı suya göçmek zorunda kalmış Adara hanımın sevdiği Türk bir erkeğe yazdığı ve hiç göndermediği mektupları kaleme aldım. Bir Allah'ın kulu inanmadı bu mektupları bir erkeğin yazabileceğine. Onlar benim mektuplarım. Çünkü ben o esnada Adara gibi düşünüp Adara gibi yazdım.
Dönem romanları yazmanızın sebebi nedir?
Yakın tarihimizde çok önemli kırılma noktaları var. Mesela Çanakkale Savaşı, Osmanlı'nın Yemen'den çekildiği dönem, 1915 Ermeni olayları, 12 Eylül dönemi gibi yakın dönemlerin yeni nesle aktarılıp anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Son zamanlarda çekilen dizilerle tarihe olan ilgi arttı ama bu olayların kitaplardan okunması gerekiyor. Yakın tarihi, roman formatında tarihi vakayı bozmadan işliyorum. Mesela Kerime romanı ezanın Türkçe okunduğu dönemde geçiyor. 18 yıllık baskı dönemi. Siyasi erkin topluma uyguladığı baskıyla muhafazakâr bir babanın kızlarına uyguladığı baskıyı iç içe geçirerek yazdığım bir kitap.
Genelde yakın tarihi yazıyorsunuz, daha eski bir tarihi dönemi yazma düşünceniz var mı?
Hayır yok. Yakın dönemi anlatmak istiyorum sadece. Örneğin Osmanlı'nın Yemen'den çekilmesi ve geçmişi o zamanlara dayanan 'Araplar bizi arkadan vurdu' sözü vardır. Köpeğe 'Arap' ismini vermek, karışık ve dağınık saça 'Arapsaçı' demek gibi birçok çirkin deyimle Araplara karşı olumsuz duygular oluştu ama gerçek böyle değildi elbette. Koskoca bir coğrafyayla bizi küstüren sözlerdi bunlar. Bunun gibi olayları anlatmak istedim. Bir üniversite öğrencisinin Yemen türküsünün kayıp mısralarının peşine düşerek o günlere ulaşmasını istedim. O günkü insanlarla bugünkü insanlar bir araya geldi. İlla tarih yazacağım diye bir şart yok, sonuçta ben tarihçi değilim ama ortaokuldan beri kendi okumalarım vardı, ailem de okuyan bir aileydi. Babam Bursa Işıklar Lisesi ve Tıbbiye mezunu, amcam St. Joseph mezunu. Babam oğlunu Sorbonne Üniversitesi'ne göndermiş felsefeci olsun diye.
Ailenizin Adalet Partisi ile bir bağı var mı?
Amcam Adalet Partisi milletvekili. 2 dönem Manisa milletvekilliği yaptı. Ailem hep siyasetin içindeydi ama klasik Adalet Partili karakteri. Babamın CHP'li arkadaşları da varmış, beraber otururlarmış. O dönem Adalet Parti'den çıkan gençler bir süre sonra ülkücü olurken CHP'den çıkanlar ise devrimci oluyorlardı. Bizimkiler de ülkücü oldular ama ben hayatım boyunca ne ülkücü oldum ne de devrimci. Benim İslam'la tanışmam da tamamen kendi keşfimle alakalı. Bana metodik olarak şu ibadeti yapacaksın demedi kimse. Annem bildiğim duaları öğretti sadece o kadar.
Dönem romanları yazmanızda ailenizin siyasetin içinde olmasının etkisi var mı?
Mutlaka vardır. Evimizde hep roman okunur, tarih ve siyaset konuşulurdu. Bir de güzel yanı şu; hani bir gerçek tarih bir de saklı tarih vardır. Bizim evde hep saklı tarih konuşulurdu. Annem de bir parça devrimci ruhlu bir kadınmış. Babası yaşadığı dönemde CHP idarecilerindenmiş. Herkesin karneyle ekmek aldığı dönemde onların karnesi yokmuş, istedikleri kadar ekmek alabilirlermiş. Annem bu adaletsizliğe isyan edip 'ben Demokrat Parti'ye oy vereceğim' diye evde bayrak açan bir kadın. İzmir'in ilk valisi benim büyük büyük dedem. Matbaanın kurulmasına fetva veren şeyhülislamlardan biri benim dedem. Aile süreç itibariyle hep böyle olmuş. Okumuş aydın olmuş. Dolayısıyla bize de bu sirayet etti. Biz kitap okurduk, babam benimle birebir ilgilenemezdi ama abilerim bizle ilgilenirdi, kitap okuturlardı. Evde okuyan birini görürseniz kitap okursunuz, televizyon izleyen biri varsa televizyon izlersiniz. Bizdeki de buydu ama memleket meseleleri ve saklı tarih hep konuşulurdu. Sonra benim kendi okumalarım vardı.
Geldiğimiz nokta hakkında bir şey sormak istiyorum. Çok kimse bilmese de geçmişteki Akıncılar, İlim Yayma Cemiyeti, MTTB ve MGV gibi yapılar bugünün yönetici kadrosunu oluşturan ve kendi dönemlerinde binlerce öğrenicinin elinden tutan, onları okutan kurumlar. Fakat bu kurumlara gözünü kapatmış olan seküler liberal çevrelerdeki insanlar mesela İlim Yayma Cemiyeti'ni hiç bilmezler. Hiç bilmedikleri ve tanımadıkları insanların bugün gelip merkeze oturması ve TRT gibi kanallarda dizilerinin yapılıyor olması bir buluşma gerçekleştirdi aslında. Bu kesişimin muhakkak bazı ayrışma noktaları var. Bugün MTTB dönemini anlatan bir dizide oynarken, oradaki buluşma noktasında sizin hissettiğiniz şeyler neler?
Ailemin içinde merhum Necmettin Erbakan'ı ilk keşfeden kişi benim ve onun peşinden de koştum. Partisinde ilçe başkanlığı yaptım. Yeğenim ANAP'tan milletvekili seçildi, ben de öbür kahvede onun karşısında 'hayır gerçek bu' diye bağıran bir adamım. Aslında çok farklı noktalardan gelmiyoruz ama yetiştirilme itibariyle böyle.
Kitleselleşmek bir dernek çerçevesinde gerçekleşmiyor, birden fazla akımın ve kitlelerin bir arada buluşmasıyla değişim, dönüşüm gerçekleşiyor. Sadece MTTB ve İlim Yayma Cemiyeti'nin başarısıdır diyemeyiz. Başka insanları da o halkanın içine aldıkları için bugün bir dönüşüm yapabiliyorlar. O halkadaki ortak paydalar neler?
O ortak paydadaki ölçü gerçeği görüyor olmak. O gerçekse, MTTB'nin içinde bulunduğu dönemi anlattığımız dizinin karakterlerinde bugünün siyasilerini görüyor olmamız. İnsanlar artık giderek şöyle bir okuma da geliştirmeye başladılar. Yıllardır nefret ettiğimiz insanlar ne pahasına olursa olsun bizi idare ediyor ve sistemi değiştirip dönüştürüyorlar. Bu insanlar aslında işin ne olduğunu anlamaya, köklerin nereye uzandığını da tahlil etmeye başladılar.
Yani ANAP gibi bir yapı olmadığını anladılar...
Evet. En önemli sonuç bu, bir kitle partisi olmadığını bir hareket partisi olduğunu anladılar. Bu harekete baktığımız zaman en önemli etkenlerinden biri olan MTTB hiç konuşulmamış, anlatılmamış. 1910'lardan beri var olmuş bir teşkilat, yüzlerce binlerce insan gelmiş, siyasiler çıkmış içinden ama Milli Türk Talebe Birliği nedir kimse bilmiyor. İşte bizim ele aldığımız dönem bugünün siyasi erkini de içinde barındırdığından dolayı insanların merakını daha da cezbediyor.
Eskiden sadece Necip Fazıl biliniyordu ama baktılar ki başka sanatçılar, yazarlar da var…
'Biz bunları neden görmemişiz?' diye sormuşlardır kendilerine muhakkak. Ama ben dizinin şu yönünü daha önemli buluyorum. Tam ters köşe bir şey. Eğer bu diziyi TRT değil de özel bir kanal yapıyor olsaydı bizim ortaya koyduğumuz gibi işleyebilirler miydi hadiseleri çok emin değilim. Bir sahne var dizide, metaforu çok yüksek, anlatayım: Benim engelli bir kızım var adı Saliha, ülkücü Ömer'le Deniz Gezmiş bakkalda karşı karşıya gelmişler ve birbirlerine tabanca çekmişler, tam o esnada koşa koşa Saliha içeri giriyor. Saliha'nın içeri girdiğini görünce her iki taraf da silahları yere indiriyor. Saliha, balon ve bayrak istiyor. Deniz Gezmiş arkasındaki kırmızı bir balonu alıp Saliha'ya uzatıyor. Ömer diyor ki Deniz Gezmiş'in yanındaki adama, 'Kardeşim oradan bir de bayrak versene.' Benim kızım bir elinde balon bir elinde bayrakla bakkaldan çıkarken Deniz Gezmiş'e 'abi cici abi cici' diyor. Deniz Gezmiş cici midir? Burada insani boyutu ortaya konuluyor. Bu diziyi yapmaktaki ana sebep bir dönemin sağ ve solunu göstermek. Deniz Gezmiş'i seversiniz sevmezsiniz ama bir mefkûresi var, ahlaki bir duruşu vardır bana göre. Hiçbir düşüncesine katılmayabilirim ama yerli ve alternatif bir duruşu var. Burada da yerli bir duruş var, ülkücü hareket.
Yalnız diziyi 'sağcı genç yine solcu kıza âşık oldu' diye eleştiriyorlar...
Bu tip şeyler olacaktır. Ben onların üzerinde durmuyorum. Şöyle eleştiriler de alıyorum. Niye muhafazakâr bir oğlan tarama esnasında kızın üzerinde uzun süre kaldı? Yani bunlara alışıyor olmamız lazım diye düşünüyorum.
Dönem dizileri çok önemli dedik, peki 28 Şubat'la ilgili yapılanları, yazılanları yeterli görüyor musunuz?
Yakın dönemde yaşadığımız o travmaların, kırılmaların genç nesle aktarılması gerektiğini düşünüyorum. Romancı olarak ben bunu yapmaya çalışıyorum. Ve bunu televizyonla birçok kişiye ulaştıran bir dizide yer almak da keyifli ama bu doğru ve sağlıklı yapılmalı. 12 Eylül öncesini yaşadığım için o travmaları biliyorum. Çok sisli ve sıkıntılı bir süreçti. Ve biz bu tespit ve perspektif üzerinden hikâye anlatıyoruz. Sevda Kuşun Kanadında'da Amerikan büyükelçisinin kimliğiyle dış dünyayı, Zafer karakteriyle derin devleti ve onların kendi hesaplaşmaları üzerinden o provokatörlerin yerleştirilmesinden yola çıkarak bir durum tespiti yapıyoruz. Eğer yakın tarihe dair doğru okumalar yapar, oynanan oyunları ciddi şekilde tespit edersek -ki Allah'tan insanlar okuyarak bilgi ediniyorlar- belki toplum tasarımcıları, sistemi değiştirmek ve karıştırmak isteyenler eskisi kadar başarılı olamazlar. Eskiden Çetin Emeç öldürüldüğü zaman 'kahrolsun şeriat' diye bağırılır ve buna inanılırdı. Sanki o cenah bunu yapmış gibi ama şimdilerde 'dur arkadaş ne oluyoruz önce olayın arkasındaki gerçeği görelim' demeye başladı insanlar. Yani bilinç oluşturmak açısından da bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Ben muhafazakâr kesimin yıllarca tiyatro, resim, sinema yani sahne sanatlarını sanki ucuz adamın yapacağı bir iş olarak gördüğünü düşünüyorum. Tiyatroyla, sinemayla bir toplumu yeniden dönüştürebilirsin. Muhafazakâr kesim sosyal medyanın gerçek gücünü Gezi olaylarında idrak etti. Tek bir romancıyla, tek bir sinemacıyla var olabilir mi bir toplum? Sen kendi derdini görsel olarak ifade edemiyorsan, insanların zihnine bu yaratıcı değerleri koruyarak gerçeklerden, hak ve adaletten vazgeçmeyerek yeni eserlerle insanların karşısına çıkıp onların algısını yapmıyorsan senin algınla oynarlar. Yıllarca Siyonistlerden ve Amerika'dan şikâyet ettik. Kardeşim sen budala mısın? Müslümansın. Senin en kreatif değerlere, tekniğe sahip olman gerekiyor. Senin inandığın Allah bütün kâinatı kusursuz bir incelikte yaratmış; insanı da taşı da çiçeği de kuşu da… Sen nasıl incelikten taviz verirsin? Yemek yerken sofrada çatal ve kaşığın aynı hizada durmasını istemek İslami bir standarttır. Eve gelirken eşine bir demet çiçek getirmek İslami anlayıştandır. Parmağını namazda kaç derecelik açıyla tutacağına kafa yoracağına camilerin içerisinde çocuk sevgisi yaysana. Ayak parmakların bu kadar mı kıvrılacak, kıvrılmayacak mı? Bunlara kafayı takmadan aynı Allah'ın huzurunda durmanın mutluluğunu, coşkusunu yaşamak varken detayda boğulmak nedir? Fıkıh bilinmesin, öğrenilmesin demek istemiyorum kesinlikle yanlış anlaşılmasın ama matematiksel ve ruhsal olmasın.
Hüküm hikmetin önüne geçiyor.
Çok güzel formüle ettiniz. Neden Müslüman bir erkek karısıyla koşuya çıkmaz ki? Peygamber Efendimiz Bedir Savaşı'na giderken yapmış. Niçin yapmayalım? Kültürün bize dayattığı kaba sabalığı nasıl dine yükleriz? O yüzden muhafazakâr değilim derken diğer bu cins erkeklerden kendimi ayırt etmek için söylüyorum. Müslümanım. Muhafazakârlık bir takıysa buna ihtiyaç duymuyorum. Kuran-ı Kerim öyle bir büyülü ki, öyle bir kap ki bu, kimisi terzinin parmağına aldığı yüksük kadar alıyor ama aldığını yaşıyorsa da olur. Mevlana bir menkıbe anlatır; adamın biri kucağına bir kuzu almış, piresini, kenesini, bitini ayıklıyor. Bir Allah dostu avenesiyle beraber gelip adama kulak veriyor; 'Allah'ım keşke sen de böyle kucağıma otursan da senin bitini, pireni ayıklasam' diyor adam. 'Sen ne diyorsun, Allah için nasıl böyle konuşursun' diye çıkışıyor Allah dostunun avenesi. Durun diyor Allah dostu, onun öyle saf, pürüzsüz bir ilişkisi var ki, derenin üstünde yürüyor adam.
Romanlarınızda aşk kavramına özel bir yer ayırıyorsunuz, romantik bir kişi olduğunuzu da söylediniz. Aşk ve romantizm kavramlarına bakışınız nasıl?
Bunu rahatlıkla itiraf edebilirim; ben aşk adamıyım. Çünkü bütün kâinatın aşk üzerine yaratıldığını düşünenlerdenim. Ama günümüz algısıyla aşk denildiği zaman hormonal faaliyet olarak algılayanların söylediği aşkla benim söylediğim aşk arasında dağlar kadar fark var, sadece a harfi benziyor olabilir.
Tabii ki iki insan arasındaki ilişkide de aşk var, olmalı da zaten, aşk olmadı mı hiçbir şeyin yerine oturmadığını görüyoruz. Beşer üzerinden yola çıkarak keşfedilecek bir şey aşk kavramı. Ben onun derdindeyim. Hâlâ karısına âşık olan bir insanım ben. Ama buradan yola çıkarak diğer aşkı keşfetmek ve tanımlamak önemli benim için. Kulda aşkı tahlil etmediğin, denemediğin takdirde onun bir kademe üstündeki aşk kavramını algılamanın da zor olduğunu düşünürüm. Bu işler böyle merhale merhaledir. Bir oyunu geçip diğer oyuna yükselmek gibi. Aşk, kâinatın nabız atışıdır. Allah sevdi ve aşkla yarattı bütün kâinatı, insanoğlunu ve her şeyi. Romanlarımda da kullandım aşk sözcüğünü. Kahramanlarım sıradan, düz, yalın insanlardır. Günübirlik görebileceğimiz, rastlayabileceğimiz, aslında gördüğümüz ve pek dikkate almadığımız, belki yürürken çarptığımız ama fark etmediğimiz insanlar. Bu insanlara büyüteçle bakıp onların içindeki büyüklüğü ve muazzamlığı göstermek istiyorum aslında. Bir imparatoriçe yazma derdinde değilim ben. Sıradan, düz, belki depresif bir kadına büyüteçle bakıp onun içindeki büyüklüğü yazıyorum.
Ev kavramına bakışınız nasıl?
Ev benim için sığınılacak bir liman. Uzun seyahatlerim oldu, gittiğim yerde üç ay beş ay kaldığım da oldu. Eşimle bizim aramızda şöyle bir bağlantı var. Ben evlilikte bunun çok güçlü olduğuna inanıyorum. Karıma hayatı dayatmıyorum o da bana hayatı dayatmıyor. Onun öne aldığı ilgi alanları var, benim de var. Bazen onunkiyle benimki uyuşmayabiliyor. Eğer kendimi iyi ifade etmek adına, iyi yaşayabilmek, huzurlu olabilmek adına uzaklaşmam gerekiyorsa uzaklaşıyorum. Karımın uzaklaşması gerekirse uzaklaşır ama uzaklaşmıyor o. Birbirimize hükmetmiyoruz biz, birbirimize dayanıyoruz. Hep bir sükûnet sağlayıcısı hep emin bir liman oldu benim için ev. E.T. filmindeki şu sahne beni çok etkilemiştir; E.T. evinden uzakta, dünyadadır ve artık beyazlaşıyordur yani ölüyordur, gökyüzündeki yıldıza parmağını uzatır, 'home, home' diye inler. Yani evi özler. Ben E.T. gibi evini özleyen bir adamım. Evime girdiğim zaman neşvünema buluyorum.
BAHADIR YENİŞEHİRLİOĞLU KİMDİR?
1962'de Manisa'nın Akhisar ilçesinde doğdu. Akhisar Lisesi'ni bitirdikten sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni kazandı ve 1985 yılında mezun oldu. Mezuniyetinden sonra Akhisar'da serbest avukat olarak görev yaptı. Çin, Fransa, İspanya, Almanya, İtalya, İngiltere, Bosna Hersek, İran, Tunus, İsrail, Mısır, Ürdün, Suriye gibi birçok ülkede halklar ve toplumlar üzerine araştırmalar yaptı. Yayımlanmış altı romanı bulunuyor.