Birol Biçer: 'Doğrusu HES' mi, yoksa 'HES doğrusu!' mu

Doğrusu HES mi, yoksa HES doğrusu! mu
Giriş Tarihi: 7.06.2016 11:45 Son Güncelleme: 7.06.2016 11:47
Birol Biçer SAYI:25Haziran 2016
Enerji açığını kapatma konusunda son yılların stratejik hamlelerinden biri olan akarsu kaynaklarından yararlanmak için yapılan HES’ler konusunda tartışmalar bitmiyor. Bu tartışmanın üzerinde pek durulmayan gizli ana damarını şöyle ifade etmek mümkün: Doğadaki akarsu kaynaklarından elektrik enerjisi üretmek teknik bir meselenin ötesinde ciddi bir farkındalık, şuur ve tabiata bütüncül bakış sahibi olmayı da gerektiriyor.

Ülkemizin su potansiyelinden yararlanmayı akledemediğimiz eleştirilerini "Su akar Türk bakar" sözü eşliğinde yıllarca dinledik. Sonunda gün geldi ve 'Türk' artık akan suya boş boş bakmamaya karar verdi. Artık aklı başına gelmiş ve cennet yurdunun her tarafını kan damarları gibi kaplayan akarsularından ve onun enerji potansiyelinden yararlanacaktı. Bunun başlıca yolunu ise ancak 2000'li yıllarla beraber özel sektörün de devreye sokulmasıyla ivme kazanan hidroelektrik santraller yani HES'ler oluşturuyordu. Aslında ülkemizde ilk olarak 1902'de Tarsus'ta küçük bir santral ile başlayan hidroelektrik santrallerin yapımı eskiden beri sürüyordu ancak hızla sanayileşen ve gelişen Türkiye'nin herkesin kabul ettiği enerji açığı ve enerjide dışa bağımlılığını azaltmak için bu süreci hızlandırmak gerekiyordu. 2001 yılında Enerji Piyasası Denetleme Kurulu'nun kuruluşu bu açıdan elektrik enerjisinin kullanımı ve dağıtımının yanı sıra üretimi açısından da yeni bir döneme girildiğinin de işaretiydi aslında. 2003 yılında yürürlüğe giren Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun ile birlikte özel sektöre HES yapma serbestliğinin gelişiyle bu yeni dönem fiilen başlamış oldu. Bu kanun ve beraberinde özel sektöre tanınan Su Kullanım Anlaşmaları ile birlikte elektrik üretme konusunda Türkiye açısından en kestirme yol ve en bol kaynak olan akarsu kaynakları üzerinde hızlı bir HES yapımı sürecine girildi. Özellikle nehirler ve derelerin kullanımıyla birlikte küçük çaplı ve barajsız HES'lerin hızla arttığı bu dönemin Türkiye'ye tek getirisi enerji üretimi olmadı; daha önce özellikle de çevre hassasiyeti konusunda görmeye alışık olmadığımız türden ülkenin pek çok yerinde protesto gösterileri ve direnişlere yol açan tartışmaları da beraberinde getirdi.

Böylelikle HES'ler ülkemizin bitmek tükenmek bilmeyen uzun soluklu tartışma konularından birine dönüştü ancak bu tartışma çoğunlukla sadece doğaya duyarlı medyada ya da konu ne olursa olsun sadece hükümete vurmaya odaklı muhalif medya organlarında gündeme geliyordu. Kendisini hükümete yakın olarak konumlandıran medya organları ise daha çok böyle bir tartışma yokmuş edası takınmayı yani görmemeyi ya da konuya sadece ekonomik bir haber olarak yer verip teknik bilgilerle geçiştirmeyi tercih ediyordu.

HES konusuna itiraz edenlerin başlıca dayanağını dereler üzerinde inşa edilen hidroelektrik santrallerin tabiata verdiği zararlar teşkil ediyor. Başta Orman Bakanı Veysel Eroğlu olmak üzere resmi görevliler yıllardır "HES'lerin çevreye zararı neredeyse yok" diyerek dillerinde tüy bitirseler de en başta HES'lerin yapıldığı bölgelerde yaşayan yerel halkı ikna etmekte zorlanıyorlar. Bunun başlıca nedenini HES'lerin yapıldığı yörelerdeki halkın günlük somut hayatında karşılaştığı olumsuzluklar, hatalar ve geleceğe yönelik endişeler oluşturuyor. Özellikle yerel ahalinin argümanlarını kimi bölgelerde HES yüzünden derelerin kuruması, akarsu yatağından HES için su çekilirken yatakta bırakılması gereken 'can suyu'nun çok az olması, inşaat sırasında atıklar nedeniyle suyun kirlenmesi, kimi yörelerde heyelan ve sellerin gerçekleşmesi, balıkların ölmesi, HES inşaatları için bazen yüklü miktarda ağaç kesilmesi, akarsu etrafındaki bitki ve hayvanların kötü etkilenmesi gibi somut ya da gelecekte tabiatın tahrip olması, sularının özel şirketlere peşkeş çekilmesi gibi endişeler oluşturuyor. Haliyle HES'lerin yapıldığı yörelerin ahalisi durumu teorik açıklamalardan değil de ayn-el yakîn bildiği ve etkisini hayatında doğrudan hissettiği için ülkenin enerjiye olan ihtiyacının neden kendi doğal yaşam alanını mahvetmesi gerektiğini anlamıyor ve Ankara'dan karar verenlerin sunduğu olumlu tablolar kadar iyimser bakamıyor. Enerji açığını kapatmak için HES'lerin bir an önce yapılması gerektiğini düşünen girişimcilerse projelerin olumsuz hiçbir yanını düşünmek, üzerinde konuşmak istemiyor ve projeleri kusursuz bir tablo ile önümüze koyuyorlar. Siyasiler ve girişimcilerin çizdiği son derece pembe tablo ile HES karşıtlarının ileri sürdüğü karanlık tablo arasında yürütülen tartışma HES'lerin gerçekten ne getirip ne götürdüğünü net bir şekilde ortaya koymada yetersiz kalıyor. Girişimci ve siyasiler hemen hiçbir olumsuz ögenin öngörülmediği proje üzerindeki tasarımlara dayanıyor olabilirler ama gerçekte uygulamanın projenin çizdiği kusursuz tablodan çok uzak olabileceğini de öngörmeleri gerekiyor. Zira onların proje üzerindeki teorik kusursuzlukları ile HES'lerin en fazla yapıldığı bölge olan Karadeniz'de yerel halkın HES'lere verdiği isim olan 'Beton Vadiler' karşılaştırıldığında girişimcinin algıladığı ile toplum nezdindeki algının arasında uçurumlar olduğu görülüyor.

Asıl sorun kullanılan yöntemler

Evet; maalesef kesintisiz enerji ihtiyacı modern toplumların en büyük açmazlarından birisi ve gerçek şu ki, ülkenin gelişmeyi sürdürebilmesi için enerjiye ihtiyacı var. Türkiye kalkındıkça enerji ihtiyacı da artıyor. Türkiye'nin enerji tüketiminin yüzde 89'u petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtlardan kaynaklanıyor. Geriye kalan kısmın yüzde 4'ü hidrolik kaynaklardan, yüzde 7'si ise diğer yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanıyor. Türkiye elektrik enerjisi üretiminde de yüzde 70'e yakın oranda fosil yakıtları kullanıyor. Üretilen elektriğin yüzde 25'i su kaynaklarından yüzde 3'ü ise rüzgârdan elde ediliyor. Bu durum enerjide Türkiye'nin büyük ölçüde dışa bağımlı olması anlamına geliyor. Bunun rakamsal ifadesi ise Türkiye ithalatında enerjinin payının yüzde 22 ve tüm ithalat-ihracat açığının yüzde 50'sinin ise enerji kaynaklı olması demek. Bu açığın kapanması için özellikle 2000'lerden itibaren su, rüzgâr, güneş, taş kömürü kaynaklarından enerji üretimine odaklanılıyor. Bu eğilimin son 10 yılda en fazla başını çekenler ise artık hemen her yükseltide mantar gibi bitmeye başladığını gördüğümüz rüzgâr değirmenleri ve nehirler üzerinde inşa edilen HES'ler. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı HES'i şöyle tanımlıyor: "Hidroelektrik santraller (HES) akan suyun gücünü elektriğe dönüştürürler. Akan su içindeki enerji miktarını suyun akış veya düşüş hızı tayin eder. Büyük bir nehirde akan su büyük miktarda enerji taşımaktadır. Ya da su çok yüksek bir noktadan düşürüldüğünde de yine yüksek miktarda enerji elde edilir. Her iki yolla da kanal ya da borular içine alınan su, türbinlere doğru akar, elektrik üretimi için pervane gibi kolları olan türbinlerin dönmesini sağlar. Türbinler jeneratörlere bağlıdır ve mekanik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştürürler." Akarsuların üzerine kurulan baraj türü yöntemler oldukça maliyetli olduğu için ve ülkemiz dere, ırmak gibi kaynaklar açısından her şeye rağmen hâlâ zengin olduğundan resmi merciler nehir tipi HES'leri tercih ve teşvik ediyor. Ancak asıl sorunun bu kaynaklara başvurulmasından çok başvurulurken kullanılan ve milletçe çok aşina olduğumuz son derece hoyrat yöntemler. Gerçek şu ki, günümüze kadar sergilenen genel uygulamalar da dikkate alındığında yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanırken bile onları ve doğayı yenilenemez, hatta iflah olmaz hale getirme riski hayli yüksek görünüyor.

Öngörülenle uygulanan farklı

Bütün bu sürecin yükselişinin başladığı safhalara dönersek, özellikle 2003 yılından sonra ülke topraklarının hidroelektrik potansiyelini kullanarak elektrik üretme eğilimi hız kazandı. Anadolu'da bulunan 26 su havzası, barındırdığı yüzlerce nehir ve binlerce dere ile bu anlamda elektrik üretimi için çok büyük bir potansiyel anlamına geliyordu. DSİ verilerine göre Türkiye topraklarının brüt olarak 433 milyar kWh hidroelektrik enerji potansiyeli bulunuyordu ki bu Avrupa'daki aynı potansiyelin yedide birine denk geliyordu. Mevcut durumda bu potansiyelin yarısı kullanılabilir bir potansiyel oluşturuyordu. Bu dönem, alanın özel sektöre açılımını işaret ediyordu. Elektrik üretme hakkı veren Su Kullanım Hakkı Sözleşmeleri ile teşvik edilen ve lisans alan özel sektör firmaları bir anda ülkenin o zamana kadar kullanılmayan dere, ırmak ve nehirlerine doğru bir hücuma başladı. O tarihten sonra Türkiye'nin HES'leri hızlı bir artış sürecine girdi ve büyük çoğunluğu özel sektöre ait olmak üzere tamamlanan nehir üzeri HES sayısı 500'e yaklaştı. Bunların büyük çoğunluğunu nehir tipi HES'ler oluşturuyordu ve yapımı süren ya da proje halindekilerle bu rakam 1600'ü buluyor ve 2000'lere ulaşması hedefleniyor.

Enerji açığını bir an önce eldeki atıl kaynaklarla takviye etmeyi öngören hükümet ve enerji üretiminden girdi sağlayacak olan özel sektör temsilcileri için HES'lerin teorik olarak zararı yok gibiydi hatta faydaları saymakla bitirilemiyordu. Hidroelektrik santrallerin ve özellikle nehir üzerinde kurulacak olanların yıllardır boşa akan suyun israfını önleyeceğini, ekonomiye değer olarak katkı sağlayacağını, HES'lerin diğer enerji santrallerine göre çevre dostu olduğunu, kuruldukları yörelerin ekonomisine başta istihdam olmak üzere büyük katkı yapacağını, dışa bağımlılığı azaltacağını, kırsal kalkınmayı teşvik edeceğini, bu şekilde enerji üretiminin ilk yapım maliyetlerinden sonra fazla bir yük getirmediği için ekonomik olduğunu iddia ediyorlardı. Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanlığı sitesinde HES'lerin faydalarına şu şekilde yer veriliyor: "Hidro elektrik santraller, yenilenebilir kaynak olan sudan enerji elde etmeleri, sera gazı emisyonu yaratmamaları, inşaatın yerli imkânlarla yapılabilmesi, teknik ömrünün uzun olması, yakıt giderlerinin olmaması, işletme bakım giderlerinin düşük olması, istihdam imkânı yaratmaları ve kırsal kesimlerde ekonomik ve sosyal yapıyı canlandırmaları yönünden en önemli yenilenebilir enerji kaynağıdır." HES'lerin yanlış inşa edilmedikleri sürece suya ve çevreye atık salmadığı, suları kirletmediği, balıkları öldürmediği iddia ediliyordu. Hatta yenilenebilir ve çevreyle uyumlu olduğu ballandırılarak anlatılıyor, tatlı su balıkçılığı ve akarsu yakınlarında turizme katkı yapacağı ileri sürülüyor, su baskınlarını, nehir taşmalarını engelleyeceğinden bahsediliyor ve daha birçok dolaylı sosyal-kültürel olumlu etki yapacağı düşünülüyordu.

Ancak bu teoride öngörülenleri yapmak sahada her zaman mümkün olmuyordu. Uygulama safhasında ortaya çıkan olumsuzlukları düzeltme azmine her zaman rastlanmıyor ya da girişimciler bu konuda yeterince dikkat göstermiyordu. Neticede nehir tipi HES'ler suyu akarsu üzerinde kullanmıyordu ve depolama sistemine sahip değillerdi. Bu yapılar belli bir miktar suyu yatağından alıp bir boru hattıyla taşıma ve belli bir yükseklikten tribünün üzerine düşürerek elektrik üretimine dayanıyordu. Bu da nehir ve dere sularının büyük bir kısmının çekilip, ancak birkaç kilometre sonra nehre geri bırakılması anlamına geliyordu. Üstelik nehrin ve ekosisteminin kesintiye uğramaması için nehre bir miktar su bırakılması gerekiyordu. "Can suyu" denilen bu su, nehrin ve ona bağlı olan bitki, hayvan ve toprağın yaşaması için elzem olan bir miktardı. Su Kullanım Hakkı Sözleşmeleri de canlıların yaşaması için akarsuda asgari su miktarının bırakılmasını öngörüyordu. Gelişmiş ülkelerde en az yüzde 30 olarak kabul edilen bu can suyunun, Türkiye uygulamasında çoğu zaman yüzde 10'lara kadar düşebildiği görülüyordu.

Yatırımcı hırsı projelere zarar verdi

Maalesef, girişimci ve yatırımcılarımızda daha belirgin olarak gördüğümüz insan hırsı burada da kendini göstermekte gecikmedi ve doğal hayata ayrılması gereken su miktarında bile cimriliğe yöneldi. Ancak insan hırsıyla birleşen HES inşaatlarının çıkardığı sorunlar bu kadarla sınırlı kalmıyordu. Aksi takdirde pek çok yerde "yerel ahalinin hem yörelerini kalkındıracak, hem sosyal hayata dolaylı katkılar yapacak" HES'lere karşı protesto gösterilerine hatta direnişlere kalkışmaları anlamsız olmaz mıydı? Siyasetçi ve müteahhitlerin çoğu bu direnişleri art niyetli birtakım mihrakların tahrikleri olarak değerlendirse de örneğin 2011 yılında TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası'nın hazırladığı 'Doğu Karadeniz Bölgesi HES Teknik Gezisi Raporu' gibi raporlar bu tür isyanların nedenini daha somut gerekçelerle HES projelerindeki ihmal, kontrolsüzlük ve aşırılıklara dayandırıyordu. Örneğin HES'in yapılacağı alandaki büyük miktardaki ağaç kesimleri, hiç de küçük çaplı sayılamayacak inşaatlar sırasında çevreye verilen zararlar, hafriyat malzemelerinin yeşil alanlara hunharca atılması, dere sularına çimento karışması, aşırı kâr hırsıyla kuralları hiçe sayan faaliyetler, kilometreler boyunca kurutulan dereler, riayet edilmeyen balık geçitleri gibi olumlu HES tasvirlerinde yer almayan daha pek çok unsur uzmanların gözünden raporlara yansıyor ve çoğu dolaylı ya da doğrudan akarsuya bağlı olarak çevrede yaşayan yerel ahalinin protesto ve direnişlerinin tahriklerin sonucundan ibaret olmadığını göstermeye yetiyor da artıyordu bile. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından 2010 Ekim ayında doğal sit alanı ilan edilen Rize İline bağlı İkizdere Vadisi'nde bile bölge halkının itirazlarına rağmen HES'ler inşa edilmeye devam ediliyordu.

Enerji açığını kapama amacıyla yapılan bu HES'lere karşı yerel ahali, yüzlerce yıldır yaşadıkları doğal ortamlarına zarar verildiği, ağaçlarının kesildiği, su yataklarının değiştirildiği gerekçesiyle pek çok yörede protesto gösterilerine başladılar. Özellikle yerel halkın tepkisinin kimi zaman görmezden gelinerek işlemlere devam edilmesi, kimi zaman itirazların sert yöntemlerle bastırılmaya çalışılması sadece bir tek işe yaradı: "Topraklarımız ve suyumuz birilerine peşkeş çekiliyor, doğal ortamlarımız yok ediliyor" algısının güçlenmesine…

Ancak HES'lerin zarar verdiği sadece doğa ve doğal denge olmadı. Sadece 2008-2014 arası dönemde HES inşaatları sırasında meydana gelen kazalarda ölen 65 ve yaralanan 108 işçinin durumu ise bu trajedinin bir başka cihetini yani müteahhitlerin ihmalkârlık boyutunu teşkil ediyordu. HES'leri protesto edenler sadece ezberden zararlı olduğunu ileri sürmüyordu zira mevcut kimi HES inşaatlarında yapılan duyarsızlıklar zaten bunları gösteriyordu. Hele hele HES'lerin doğaya tamamen zararsız olmadığını açıkça görebilmek için sadece bir HES'in fotoğrafına bakmak bile yeterliyken... Vadilerin ortasına yüklü miktarda bir ormanlık alanı yok ederek kurulan HES inşaatlarının, özellikle Karadeniz'de yaşanan bazı sel ve toprak kayması felaketlerinden sorumlu olduğu uzmanlarca ispatlanırken, kimi yerde bölge halklarını sudan mahrum ettikleri, doğal bitki örtüsünü değiştirdiği, balıklara zarar verdiği gözle görülen bir şeydi. Ancak bu işe karşı olanların ve mağdur olanların işaret ettikleri bir başka durum daha vardı: Şirketlerin ve müteahhitlerin durdurulamaz hırsı. Örneğin Trabzon'daki Solaklı Vadisi'nde bir dere üzerinde HES yapmak için yapılan başvuru sayısının 32 olması bu açıdan oldukça manidar. Yine Rize'de 76 kilometre uzunluğundaki İkizdere Vadisi'nde yapılması planlanan HES sayısının 26 olduğu göz önüne alınırsa nasıl bir açgözlülük ve tehditle karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor. AK Parti'nin internet sitesinde 23 Ağustos 2011 tarihinde yayınlanan demecinde "HES'ler olmazsa olmazdır, HES elektriğin sigortasıdır, HES'ler zararlı değildir, çevreyi tahrip etmez" diyen Bakan Veysel Eroğlu HES'lerin topluma gösterilmesi gerektiğini söylerken muhtemelen müteahhitlerin uygulamalarıyla çok boyutlu bir çevre tahribatına dönüşen HES inşaatlarının fiili durumuna değil kâğıt üzerindeki haline dayanıyordu. Oysa internet üzerinden verilerine, çevre platformları raporlarına ve fotoğraflarına ulaşabilen birçok HES uygulamasının muhteris müteahhit ve şirketler elinde ne hale geldiğini bugün herkesin görmesi mümkün.

Ancak bu örnekler bütün HES'lerin tamamen çevreye ve biyolojik çeşitliliğe zarar verdiği anlamına gelmediği gibi onları gereksiz de kılmıyor. Aslında HES'lerle ilgili tartışmada en büyük sorun tartışmanın asıl mecrasının dışına kayması ve ideolojikleşmesi oldu denebilir. HES tartışmasında tarafları HES'lerin ne pahasına olursa olsun yapılması gerektiğini düşünen siyasi ve girişimci kanat, bunların sırf muhalefet olsun diye engellenmesini isteyen ideolojik taraflar, "yapılsın ama zararları izale edilerek yapılsın" diyen orta yolcu makuller ve bir de bu işten doğrudan etkilenecek olan yöre ahalileri oluşturuyordu. Bir de her zaman olduğu gibi kendisini doğrudan ilgilendirmediğini düşündüğü için olan bitene duyarsız kalan toplumun geniş gövdesi… Maalesef tartışma araya giren bazı militan toplulukların da etkisiyle ideolojikleştirildi. Ancak işin bu yöne evrilmesinde sorumluluğu HES tartışmalarını hükümet hatta devlet aleyhtarı bir yapıya büründürme gayreti içindeki gruplar kadar protestoları tamamen bunların manipülasyonu olarak değerlendirip, yerel halkın hassasiyet ve kaygılarını fazlaca kale almayan siyasilerde de aramak gerekiyor.

Sağduyu yerine kavga

İşin bu noktaya kayması hemen her toplumsal tartışma konumuzda olduğu gibi meseleleri sağduyu ve aklıselim ile mantıklı bir şekilde tartışamama hastalığımızın depreşmesine yol açtı. Oysa bu tartışmada daha temkinli olup, HES'lerin tüm zararlarına karşı önlem alınarak ihtiyat içinde yapılması gerektiğini ileri sürenler de vardı. TEMA Vakfı gibi örneklerin seslendirdiği bu türden yaklaşımlar proje alanlarında Bütüncül Havza Planlaması esaslı analize dayalı planlama yapmayı öngörüyor ve HES projelerinin çevresel etkileri değerlendirilirken aynı akarsu üstünde yapılması planlanan projelerin toplam etkileri göz önünde bulundurularak ekolojik ağırlıklı bir değerlendirme yapılmasını öneriyordu. İki inatçı zıt kutup ortasında kalan ve sesini gür duyuramayan bu görüşün yanlıları projeler hazırlanırken yerel halkın bilgilendirilerek görüşlerinin alınmasını, yöre halkının ve ilgili STK'ların projelerin her aşamasında sürece dâhil edilmesini, akarsu yatağına bırakılacak can suyunun belirlenmesinde ulusal bir yöntem geliştirilmesini öneriyordu. Onlara göre her akarsuyun kendi ve çevresindeki ekosistemin özellikleri göz önünde bulundurulmalıydı. HES projelerinden etkilenebilecek olan tarihi, kültürel ve doğal varlıklar belirlenmeli ve Bölge Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarına bildirilmeli, proje uygulamalarında ortaya çıkacak olumsuzluklara karşı şirketlere gerekli önlemleri alma ve düzeni koruma yükümlülüğü getirilmeliydi. Türkiye'deki hemen her tartışmada olduğu gibi arada kalan ve orta yolu sağlıklı şekilde bulmayı amaçlayan bu tür görüşlerin sahipleri seslerini otoriteye dinletemedikleri gibi bir de ideolojik yaklaşanlar tarafından işbirlikçilikle suçlandıklarıyla kaldılar. HES yapılacak akarsular ve vadilerin gözlerden ırak yerlerde bulunması ve merkezi yerleşim birimlerinden uzakta yaşayan yerel ahalinin tepkisinin karar merciinde bulunan siyasiler tarafından hafife alınarak, küçük balık olarak kolay yutulacaklarının sanılması da işin ayrı bir gaflet boyutunu teşkil etti.

Neticede su boşa akar gibi görünüyordu ancak gerçekte daha bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında boşa akmıyordu. Farkında olduğumuz ve olmadığımız birçok canlıyı besleyen büyük bir çeşitlilik içeren bir ekosistemi doğrudan ve dolaylı olarak besliyordu bu sular. Örneğin Karadeniz'de boşa akar görünen sular sadece karadaki ağaç, bitki, hayvan, böcek ve insanlara yaramakla kalmıyor, başta hamsiler olmak üzere birçok deniz canlısına da besin ve hayat taşıyarak, etki ediyordu. Kısacası bu iş sadece mühendis gözüyle bir sistem kurmaktan ibaret değildi. O ekosistemlerin bütüncüllüğünü gözeten bir farkındalık, bilinçlilik ve dikkatle yapılması gerekiyordu. Bu farkındalık ve bilincin ise çoğu zaman tartışmaları daha da körükleyen ÇED raporları düzenlemekle ya da onları gereğinde değiştirmekle elde edilmediği kesin bir şeydi.

Kısacası niyetler belki kötü değildi, hatta HES'lerin yapılması bir zorunluluktu belki ama gerçekte ne HES'lere karşı çıkanlar birilerinin itham ettiği gibi 'vatan hainleri' idi, ne de HES'leri 'ne pahasına olursa olsun yapacaklarını' iddia edenler 'tabiatı yok etmek isteyen muhterisler'di. Ama ortada ciddi bir üslup sorunu olduğu kesindi. Tartışma-uzlaşma kültürümüzün eksikliği nedeniyle her halükarda yumruğu masaya vuranın dediğinin olacağı bir üsluba mahkûm oluşumuz söz konusuydu. Bütün bu sürecin çatışmacı, inatçı, tepeden inmeci bir şekilde yaşanması, bu uygulamaların arkasında varlığa ve doğaya bakış açısından son derece bilinçsiz ve hoyrat bir yaklaşımın bulunduğu algısını körüklemekten geri kalmadı. Bu sürecin oluşturduğu olumsuz algıyı tarif etmeye çalışırsak şöyle ifade edilebilir: Bu nasıl bir zihniyetti ki doğayı tamamen faydacı amaçların nesnesine indirgiyordu. Tabiatı kâr ya da bilgi elde etmek için sonuna kadar sömürülüp kullanılacak sıradan bir araca indirgiyordu. Bu zihniyete göre insanların binlerce yıldır yurt olan, gıda olan, su olan, ilaç olan varlığı, hayatı ve ondan tecelli eden ilahi sanatı anlama vesilesi olan tabiat salt bir pragmatik amaç için rahatlıkla tüketilebilecek cansız bir nesneye dönüştürülüyordu. Varlık ve onun bütüncüllüğü açısından tam bir bilinçsizlik ve gaflet örneği olan bu zihniyete göre orman artık bir kereste yığını, dağlar maden yatağı, nehirler bir sulama ve elektrik kaynağı, hayvanlarsa yiyecekten ibaretti. Bu anlayış tabiatın insan ve diğer canlılar için sürekli, kendiliğinden ve bütüncül olarak ne anlama geldiği ve nasıl bir tükenmez kaynak olduğunu dikkate alamazdı haliyle. Adeta altın yumurtlayan tavuğu kesen açgözlü ve bilinç yoksunu adamın ta kendisiydi. Oysa o içinde bulunduğu bu durumu rasyonalizm olarak tanımlamayı tercih ediyordu. Bu nasıl bir gelişme ve akılcılıktı ki milyonlarca senedir canlılara çok yönlü ve tamamen verici bir hayat kaynağı olan tabiatı 20-30 yıllık geçici ve faydacı ihtiyaçlar için göz göre göre söndürüyordu. Toprağı arsa ya da arazi, manzarayı bir emlak değerlendirme aracı, kumsalı turizm işletmesi, ormanı ve ağacı kereste olarak gören bir zihniyetti bu. Eğer tabiatın dili olsa ve intihar etmeye kalksa bunun en kestirme yolu olarak muhtemelen şöyle diyecekti: "Beni Türk müteahhitlerine emanet ediniz."

BİZE ULAŞIN