90'lı yıllardan itibaren TV'lerden tanıdığımız Prof. Dr. Mim Kemal Ökte ile insan tabiatını ve tasavvufu konuştuk. Öke, insan tabiatını anlatırken, kendi kişisel serüveninden de örnekler verdi. Özellikle Aşkın Ekolojisi ve Yaralı Ceylanlar Kulübü kitaplarını merceğe alarak yaptığımız söyleşide Öke, "Allah dostlarının çoğalması, samimi insanların artması ve insanın kalbine aşk cemresinin düşmesiyle yeni bir dünya tabii ki mümkündür. Dünya insanını yangında ilk kurtarılacaklar listesinde görüyorum;" diyor.
Tabiat denildiğinde aklımıza hep aynı şeyler geliyor; ağaç, çiçek, kuş vs. Tabiat sadece bunlardan mı ibaret?
Tabiat, kâinat vs. dediğimizde benim üzerinde durduğum kavram aslında âlem kavramı daha çok. Âlem büyük bir eser. Bu eserin içerisine bakmak lazım. Hz. Mevlana'da mesela önce cemaat gelir sonra nebat gelir. Ondan sonra hayvanat gelir. Dolayısıyla kâinatı bütün halinde görmek lazım… Bu 18 bin âlemi de içerisine alır. Âlem, Cenab-ı Hakk'ın yaradılış tecellilerini en güzel sergileyen mükemmel tablodur.
Aşkın Ekolojisi adlı kitabınızda buna siz 'Üç A' denkliği diyorsunuz sanırım…
Evet. Âlem o kadar güzel bir tablodur ki; Allah insana lütfetmiştir. O âleme bak da bu âlemin içerisinde sen nasıl ahsen-i takvimsin, niye yaratılmışsın diye sor bakalım. Bu bir ibretler laboratuvarı olarak bile görülebilir.
'Üç A' denkliğini biraz açabilir miyiz?
Burada ben tam olarak İbn-i Arabi hazretlerinden etkilendiğimi söyleyemem. Sorsanız ki vahdet-i şuhud (Görülenlerin birliği) mudur yoksa vahdet-i vücut (Tek vücut, tek varlık) mudur diye, bu tartışmaları çok tatsız buluyorum. Ama bir vücudun ve bir de mutlak vücudun olduğu, insanın bu mutlak vücudun gölgesi olduğu apaçıktır. 21'inci yüzyıldayız ve insanlar mutsuz. İnsan bir türlü neden mutsuz olduğunu çözemiyor ve her daim bir can sıkıntısıyla yaşıyor. Bunaldıkça içine çekiliyor ya da saldırganlaşıyor. Bunu bir türlü çözemiyor insan. Ben de diyorum ki, insan metafizik derinliğini keşfetmeden bu kişilik ve kimlik sorununu çözemez. Onun için de formül 'üç a' hatta onu dört olarak da düşünmek lazım. Birincisi Âdem'dir. Âdem'e baktığımızda kendini sadece bedenden ibaret sanıyorsa aldanıyor. Âdem bedenî zevkleriyle ihya edildiğini düşünür, oysa bedenî zevkler onu bunalımdan bunalıma sürükler. Bu bir bakıma tüketim toplumunun verdiği reçetedir. İkinci a, akıldır. İnsanın aklı çevresel faktörlerle ve şimdi yapılan propagandalarla vesveselere boğuluyor ki, o akıl artık akıl olmaktan çıkıyor ve insanı kendi içine düşüren bir kuyu halini alıyor. Peki, bu kuyudan Hz. Yusuf gibi nasıl çıkacaksınız? Bu durumda üçüncü şık devreye giriyor. Siz sadece akıldan ibaret değilsiniz, sadece bedenden de değil. Peki, asıl 'siz' nerede? Asıl siz ruhunuzda gizli. Nefesinizi sizden aldıkları vakit hayatınız bitiyor ve kararıyor. Bu durumda demek ki yapılması gereken ruhu keşfetmektir.
Bu ruhu nasıl keşfedebiliriz? Yani bu denklemi hayatımızda nereye oturtmalıyız?
O denklemi yerli yerine oturtmak için Âdem'in arayışını bilmek lazım. Ben şifreyi bir şekilde gördüm diyor Âdem ve kendimi bulmak için önce âleme bakmam lazım diye ekliyor. Eğer âlemde Yaratıcının büyüklüğünü görebiliyorsa ne mutlu ona. Burada mesele müessiri yakalamaktır. Bir tabloyu görüp beğendiğinizde onu hangi ressamın yaptığını merak edersiniz doğal olarak. O tabloya kimin imza attığını yakalamak çok önemli. Ateist bir hayat yaşayan biri bile âleme bakabilmeli ve bu muhteşem bir sistemdir demeli. Bu sistem Eyfel Kulesi gibi birbirine geçmiş metallerin oluşturduğu mekanik bir hale sahip değildir. Zaten böylesi güzel de değildir. Güzel olanda her mevsimin getirdiği farklı farklı tonlar vardır. Bütün bunları izleyerek bir aşamaya daha gelirsiniz. Diğer âlemin seslerini dinlemeye başlarsınız. Su konuşuyorsa onu çok net duyabilirsiniz. Eşyanın zikrettiğine şahit olursunuz. Bu sesleri duymaya başladığınız o dem ne muhteşem bir zikir sofrası açılır önünüze. Sonra kendinize dönersiniz. Ben neden böyle duruyorum ki, bu sofradan neden yararlanamıyorum demeye başlarsınız. İşte eserden müessiri bulmaya yaklaştığınız vakittir o vakit.
Kocaman bir denklem tamamlanmış oluyor böylece...
Bu denklemin tamamlanması için -yani Allah'a varabilmek için- yolculuğa çıkmak lazım. Yolculuğa ne ile çıkılır? Dördüncü şık olan 'a', yani aşk ile. Aşk olmadan hiçbir yol varmaz Allah'a.
Durumu biraz daha somutlaştırırsak, aşk deyince artık ortaya klişeler de çıkıyor. Tasavvufi meselelerde bile öyle olmaya başladı. Bu klişelerden hepimiz çok sıkılıyoruz. Bu klişelerden aşkı, maşuku ve bunun gibi kavramları nasıl kurtaracağız?
Postmodern dünyanın her şeyi basitleştirme, yozlaştırma gibi bir alışkanlığı var. Ben bunu çok tehlikeli buluyorum çünkü bu Nietzsche'nin üzerinde durduğu 'değerlerin değersizleştirilmesi' konusuyla yakından ilintili. Aşk da öyle... Sokakta herkes birbirine aşkım diyor. Ben de soruyorum 'aşk nasıl bir anlatsana' diye. Cevap yok tabii. Aşkı, Mevlana hazretlerinin dediği gibi yaşayabilmek lazım. Bu iş ilmel yakin olmuyor riya'el yakin de olmuyor. Aynel yakin olması lazım. Aynel yakin'de de tam olmuyor. Çünkü aslında aşk çok tehlikelidir. Büyük bir tutkudur. Truvalı Helen yüzünden Anadolu birbirine girdi. Savaşlar oldu, ülkeler yıkıldı. Çok yıkıcı ve tahrip edici bir şeydir aşk. Düşünsene adam senelerce birini seviyor sonra sevdiği kadının başkasıyla evleneceğini öğrenince gidip onu aşkı için öldürüyor. Bizde aslında aşkı için ölmek vardır. Dolayısıyla sûfiler aşkı sana bırakmaz. 'Evladım gel' dediği vakit aşkın eğitimi başlar. Bunun ilkokulu, ortaokulu, lisesi, üniversitesi, yüksek lisansı var, aşama aşama ilerler. "Bu aşk bir bahr-i ummandır/Buna hadd-i kenar olmaz/Delilim sırr-ı Kur'an'dır/Bunu bilende ar olmaz." İşte bizim aşkımız bu. Hepsini dört mısrada anlatıyor şair.
Aşkın eğitimi nasıldır ya da aşk öğrenilen bir şey midir?
Aşkın nasıl olduğunu öğretirler, insanın kendisine bırakmazlar. Ama aşksız da bir yere varılmaz. Aşkın halleri ve makamları vardır ve aşk bir insanı yolda tutmanın en güzel tarafıdır. Peki biraz önceki "Dört A" denklemiyle bunu birleştirdiğimizde ortaya ne çıkar? Biz ehl-i hal olarak mutlaka aşk üzerinde duruyoruz. Onsuz olmaz diyoruz. Dört safhadan bahsetmiştik, âdem, âlem, Allah ve aşk demiştik. Burada da dört safha var. Mevlevi olduğum için arz edeyim. Semada önce dört selam vardır, orada da dört kapıdan geçilir. Birinci selamda sema ediyorsun. Bu ilk selamda sana âdem oluşunu hatırlatırlar. Semanın birinci anlamı budur. Âdem olarak kulluğunu idrak ediyorsun. Yani birinci selam tamamen şeriattır. Şeriat temeli üzerine kurulmayan bir tarikat olmaz. Ona aşk verilmez. İslam'ın şartları üzerine görevini yerine getirdikten sonra aşk olur. Kimse mutasavvıf olmak, sûfi olmak mecburiyetinde değil, güzel bir kul olsun yeter. Birçok kişiyi görüyoruz doğruyu yapıyorlar, İslam'ın şartlarını yerine getiriyorlar. Niye yapıyorsun diye sorunca korkuyorum diyor. Neden korkuyor? Cehennemden. Bu çok güzel bir durum, havf deniyor. Niye yapıyorsun diyorum, cennet beklentim var, bir gün belki cennete giderim diyor. Bu da reca. İnsan havf u reca (korku ve yakarış) arasında… Ehl-i hal diyor ki korku tamam, ümit de tamam ama ben sana bunun için âşık değilim, sen tapılmaya layık olduğun için, ben sana gelmek, vuslatına ermek için ibadetlerimi yapıyorum. İnan şu an cennet ve cehennem benim kıstasım değil diyor.
İlk selamda kendi tabiatını tanıdıktan sonra ikinci selamda Allah'ı tanıtırlar. Allah'ı âleme, tabiata bakarak tanıtırlar. Âleme bakarsın ve ne muhteşem bir esermiş dersin. Böyle bir eseri Cenab-ı Hak bana verdi, kâinatı bana verdi dersin. Bu müthiş dengede ben ahsen-i takvim üzereyim dersin. Üçüncü selamda, Allah'ın eserine karşı duyduğun hayranlık muhabbete dönüşür. Bu muhabbet seni yakar, yok eder, bitirir ve kendi miracına ulaştırır. Ancak yok olarak miracına varabilirsin. Üçüncü selam hakikattir. Hayranlığın aşka dönüştüğü vuslata erdin ve sana ne yapman gerektiği söylendi. Artık dünyaya hicret edeceksin. Her şeyi gördün, öğrendin. Şimdi insanlara dokun, insanlara yardım et ve Allah'ın halifesi ol. Dördüncü selam da bunu gösteriyor, marifet başlıyor.
'Çevre bilinci insan olmakla başlar' diye bir sözünüz var. Burada insan olmak deyimi dikkat çekiyor. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insan, yaptıkları yahut yapmadıklarıyla esfel-i safilin de olabiliyor. İnsanın çevre bilinciyle münasebeti nasıl olmalıdır?
Ruhu kararmış olan insanlar çevreyi de kirletirler. Biz buna ruhaniyet diyoruz. İnsanda ruhaniyet olduğu gibi mekânda da ruhaniyet vardır. Bunu nefes kavramıyla vurgulamak isterim. Tasavvufta zikir çok önemlidir. Zikir nefestir, insanı temizler. Biyolojik olarak da temizler. Solunum sistemi, kan dolaşımı gibi… Bir de bunu Allah zikriyle yaptığınızı düşünün, havanın temizlendiğini fark edeceksiniz. Geçtiğimiz günlerde bir süre Tokat'ta kaldık. Orada insanlarla sürekli sohbet ettim. Dönüşte Tokat Belediye Başkanı bana sarıldı ve senin yanında nefes aldım dedi. İşte bu insan, o insandır.
Bu bağlamda şehirli insanın sürekli mutsuzluğuna çareler aramasına ne diyorsunuz?
Hiç bu âlemi göremiyor ki. Allah'ı bulamıyor ki. Cenab-ı Hak 'ben bilinmek ve sevilmek için yarattım seni' diyor. 'Sen olmasaydın ben bu kâinatı yaratmazdım' diyor Peygamberimize. Niye söylüyor? Allah'ın en hoşlandığı şey isminin zikredilmesidir. Şimdilerde çok zikrediyoruz Allah'ın adını; 'Allah belanı versin', 'Fesuphanallah' veya 'Allah Allah tepemi attırma benim'… Böyle mi zikredilmeli Allah'ın ismi? 'Ben seni çok seviyorum canım, cananım Allah'ım' diye zikredildiği vakit Allah diyor ki, kıyamet kopmayacak. Kâinatın yaratılış sebebi olan Hazreti Peygamber'in en önemli vasfı O'nun habibi, Allah'ı en iyi sevecek kişi o, ezelden ebede o en güzel seven kişi çünkü. Biz de onun sünnetine uyacaksak, Efendimizin ayak izlerini takip ederek onu en güzel şekilde sevmeye çalışmalıyız. Bazen hayatımızda her şey kötü gidiyor. Dünyanın çivisi çıktı, bunlar kıyamet alametleri diyoruz. Peki, bütün bunları bir yana bırakıp, tam tersini düşünelim. İnsanların birbiriyle iyi geçindiği, pozitif bir ortamı… Bu Allah'ı zikreden nefeslerin çoğalmasıyla olabilir ancak.
Her şeye rağmen yeni bir dünya mümkün diyorsunuz o zaman…
Allah dostlarının çoğalması, samimi insanların artması ve insanın kalbine aşk cemresinin düşmesiyle yeni bir dünya tabii ki mümkündür. Dünya insanını yangında ilk kurtarılacaklar listesinde görüyorum ve bunu o bakımdan da çok önemsiyorum. Aşk olmadan uluslararası siyasi ilişkileri de kurtaramazsınız.
Batı'nın sürekli pompalamaya çalıştığı hümanizmden farklı bir şey bu değil mi?
Kategorileri çok farklı. Hümanizm insaniyet falan değildir ama ben gençken öyle olduğunu düşünürdüm. Hümanizme 'insancıllık' diyorlar. Peki, kime karşı bu insancıllık? Tanrı'ya karşı. Yani Tanrı'yı bu dünyadan kovalım, onun yerine hâkimiyet insanındır diyelim. İnsan da öldükten sonra gitsin bulsun Tanrı'yı. İnsanı ilahlaştırmayı kendisine mantalite edinmiş bir şeydir hümanizm. İnsaniyetle hiçbir alakası yoktur. İnsaniyet arıyorsanız modernizm öncesine bakacaksınız. Doğu'ya bakacaksınız, İslamiyet'e… Batı'da bulamazsınız. Mesela Tibet felsefesinde bile vardır ama Batı'da yoktur.
Biz sizi önceden televizyon programlarınızdan tanıyorduk. Fakat Yaralı Ceylanlar Kulübü kitabınızdan sonra başka yönlerinizi de tanımış olduk, yani virajlarla dolu hayatınızda yolunuz tasavvufa çıkmış. Oradan ve yaralı ceylan tanımından da konuşalım mı biraz?
Ceylan motifi en eski mitolojilerde bile çok önemli bir figürdür. Tanrı'nın hayvanı olarak kabul edilir. Çok zarif, güzel ve çekicidir. Tük mitolojisinde insanlara uğur ve bereket getiren bir figürdür. Ceylanın ve geyiğin bir özelliği de çok ürkektir, hemen kaçar, bulunması çok zordur, dolayısıyla ulaşılmaz olarak görülür ve bu anlamda kutsaldır. İslam edebiyatında Dastan-ı Geyik diye bir menkıbe vardır, Peygamberimiz zamanında geçen bir öyküdür. Bu öykü 14'üncü yüzyıl zamanındaki bir derviş tarafından destanlaştırılmıştır. Biraz onu anlatayım: Hazreti Peygamberimiz mescidinde otururken 40 atlı gelir. Bu kişiler Peygamberimizin peygamberliğine delil isterler. Ve Peygamberimize karşı o kadar çok hakaret edici şeyler söylerler ki, Hz. Ali ve Hz. Ayşe sinirlenirler. Peygamberimiz bu kişilerin atlarını bağladıkları yerde bir geyik görür. O geyik Peygamberimizle konuşmaya başlar aniden. Der ki; "Bu adamlar beni avladı, iki tane evladım var. O ceylanları gidip emzirmem lazım. Ey Peygamber ben sana biat ettim, inandım, söyle beni bıraksınlar yarım saat içinde ceylanlarımı emzirip tekrar geleyim." Hz. Peygamber geyiği avlayan bu adamlardan geyiği serbest bırakmalarını, hayvanın yarım saat sonra geri döneceğini söyler ve onun yerine beni rehin alabilirsiniz, der. Adamlar geyiği serbest bırakır ama içlerinden birine geyiği tekrar yakalatırlar. Peygamberimiz bu durumu anlar ve Cebrail vasıtasıyla serbest bıraktırır geyiği. Geyik, ceylanları emzirip geri döner. Peygamberimiz de adamlara "Numara yaptınız ama tutmadı, şimdi gelin bu geyiği bana satın" deyince, adamlar "Biz artık sana inandık" derler. Enes bin Malik geyiğin ormanda kelime-i şehadet getirerek konuştuğunu duydum der kaynaklarda. İkinci bir olay yine geyikle ilgili bir hadise, Hz. Hamza ormanda bir geyiği avlarken geyik dile gelir ve 'beni avlama Hz. Peygamber'e git sor bakalım ne diyor' der. Bu destanlardan da anlaşılacağı üzere geyik ve ceylan çok önemlidir. Gözleri sürmelidir mesela, Hz. Peygamberimizin de gözleri sürmelidir. Geyiğin karnında bir kan kesesi vardır. Bu kan kesesi misktir. Misk dediğimiz o güzel koku oradan çıkar. Tasavvufta ceylan 'velidir', misk de 'hikmet'tir.
Tabiatınızı değiştiren üç unsurdan bahsediyorsunuz Yaralı Ceylanlar Kulübü'nde, onlar nelerdir?
Evet. Benim uygarlık tarihi profesörü olarak bazı sorularım var. Uygarlaşmanın neresindeyiz? İnsan-ı kâmil olabildik mi, insanlık ilerledi mi, tekâmül etti mi? Birinci sorum bu. İkinci sorum, ikinci ilgi alanım engelliler. Ben diyorum ki, uygarlığın en önemli ölçüsü engellilere bakış açısı ve davranış biçimidir. Bu konuda insanların hassasiyetlerini gösterip öyle bir yüreğe sahip olmalarını ne sağlayacak? Ben tasavvuf diyorum. Çünkü büyük velilere baktığınızda hepsinin hayatında engellilere, yetimlere, öksüzlere, zayıflara, açlara, susuzlara hizmet var. Ahmet er Rufai hazretleri cüzzamlılara gidiyor, yediriyor, içiriyor, giydiriyor, yıkıyor onları. Normal insan yapamaz.
Zaten orada normal insanın işi yok değil mi? Bir yarası, bir sıkıntısı olması lazım…
Yaşa, yaşa. İşte ben de bunu kendi hayatımda bir yere getirebildim…
Seküler bir dünyadan geliyorsunuz. Orada tabiatınızı değiştiren ilk emare ne oldu? Dünyayı anlamada, tasavvufa bakışta bir ışık oldu mu?
İslamiyet'i kavrama, şeriata doğru yönelme kendiliğinden oldu, zaman içerisinde bir açılım yaptı. Ama tasavvufa giriş kızım Nazlı'yla beraber olmuştur, bir mürşitle tevafuken tanışmak nasip oldu.
Tasavvuf insanı kendi fıtratına rücu ettirecek bir şey mi?
Bütün tasavvufi ekollerin size sağladığı şey, önce tövbenizi istemesi. Tövbe istiğfar edersiniz, sonra sizi bir yolculuğa çıkartırlar. Şunu diyenler de var; efendim Allah'la insan arasına girilir mi? Müslümanları Allah'a götüren, Kuran'ı okutan Hz. Peygamber, Peygamber'i Allah'a götüren Cebrail, hadise miraç. Tasavvuf kendiliğinden oluşmadı, bu iki örneği aldı, al dedi koy ortaya, örnekler, şablonlar, şifreler, remizler, hepsi burada, sen de buradan gideceksin. Mürşidin yaptığı şudur; mürşit seni alır, tut elimi der, sidretül münteha'ya kadar götürür, işte Allah'ın işte sen, ne işiniz varsa halledin aranızda, der.
Babalık kavramına gelirsek, babalığın insanın tabiatını değiştirdiğini söylerler, bir de sizin bahsettiğiniz manevi babalık var…
Şimdi sıkı tutunun, sandalyeden düşebilirsiniz. "Eşine biat etmeyen şeyhine biat edemez." Mim Kemal Öke'nin vecizesidir! Biliyorsunuz, Hz. Peygamberimiz de eşini çok kollarmış, çok mübarek bir eşmiş. Bu yüzden aile çok önemlidir. İki, babalık kavramı... Kendi çocuğuna babalık yapamayan öbür tarafta hiç babalık yapamaz. Nazlı bana babalığı öğretmişse, beni aldı hazırladı işte. İki türlü babalık vardır. Bir nefisten gelen babalık vardır, şehvet unsuru içerisindedir, cinsel birliktelik sonucunda olur, meşrudur ama nefisten gelir. Bir de nefesten gelen vardır. Hz. İsa'nın doğumu gibi... O yüzden tasavvufta intisap olurken biz deriz ki, evladım önce ailen gelir, iyi bir baba oluyor musun, evin içinde tevhidi sağlıyor musun, muhabbeti sağlıyor musun? Ondan sonra çıkacaksın dergâha, sokağa, orada sağlayabilecek misin? Sen sonra evlat edineceksin, evlatlar gelecek, kendi çocuğuna baba olamamışsan öbürlerine nasıl olacaksın?
Bir de dedesiniz aynı zamanda. Dedelikte biraz daha şefkat var galiba. Babalıkla dedelik arasındaki farkı nasıl yorumluyorsunuz?
Benim tasavvufta maceram 30 yılı buldu, intisabım 92 yılıdır, Şazeli'ydi ilk mürşidim, çok celalliydi. Allah'ıma şükürler olsun onun gibi bir mürşitle tanıştığım için. Çok zühd ve prensip sahibiydi. Ama onun üzerine, orada belli bir yere geldikten sonra, aynı Hz. Mevlana'nın hayatında olduğu gibi, bir kaşık gerekli olan malzeme de kondu, o işte muhabbetti. O celalin üzerine cemal konulabilirdi, onu da Mevlevilik sağladı. Yani babalıktan dedeliğe geçiş böyle oldu. Normal insanların zahiri hayatlarında da böyle değil midir? Baba daha otoriter olabilir ama dedelik pür cemaldir.
Teşekkür ederiz.
MİM KEMAL ÖKE KİMDİR?
1955 yılında İstanbul'da doğdu. İlköğrenimini Şişli Terakki Lisesi'nin ilkokul bölümünde, orta öğrenimini Robert Kolej'inde tamamladı. Yükseköğrenimi için İngiltere'ye giderek Cambridge'de İktisat ve Tarih Fakültelerini bitirdi. Lisans sonrası Sussex ve Cambridge 'de uluslararası ilişkiler alanında çalışmaya devam etti. Eğitiminin ardından Birleşmiş Milletler'de danışmanlık yapmaya başladı. Türkiye'ye dönünce İstanbul Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler doktorasını tamamlayıp Boğaziçi Üniversitesi'ne geçti. 1984'te doçent, 1990'da profesör oldu. 35 yaşında profesör olarak Türkiye'de profesör unvanını alan en genç kişi oldu. 1983-1989 yılları arasında TRT'de danışmanlık yaptı ve bazı TRT belgeselleri için metin yazdı.1990-1992'de Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Müdürlüğü'nü yaptı. 2002-2004 yılları arasında Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı olarak görev alan Öke, akademik yaşamını İstanbul Ticaret Odası Üniversitesi'nde sürdürmektedir.