Mayıs ayının başlarında Habertürk gazetesinin magazin ekinde "Yılmaz Erdoğan yüzde 100 doğal besleniyor" başlıklı bir haber yayınlandı. Bu habere göre, Yılmaz Erdoğan'ın iki yıl önce Muğla'nın Köyceğiz ilçesinde satın aldığı çiftlik tam randımanla çalışmaya başlayınca, ünlü oyuncu tamamen organik beslenmeye başlamış ve vaktini İstanbul-Köyceğiz arasında geçiriyormuş. "Yılmaz Erdoğan birçok kişinin hayali olan organik yaşamı gerçeğe dönüştürdü" denilen haberde şu bilgiler veriliyor: "Çiftliğin tam randıman ürün vermesiyle market alışverişine son veren Yılmaz Erdoğan, domatesten buğdaya, elmadan kabağa kadar birçok ürün yetiştiriyor. Ekmeğini bile kendi yapan ünlü yönetmen, Köyceğiz'den İstanbul'a geldiğinde de çiftliğinde yetiştirdiği ürünleri tüketiyor." Erdoğan'ın çiftlik işleri yaparken çekilmiş fotoğraflarıyla desteklenen haber, "Tamamen organik şekilde beslenen Yılmaz Erdoğan, sık sık doğa yürüyüşleri yapıp ilçe halkıyla sohbet ediyor" cümlesiyle bitiyor.
Büyüyüp kalabalıklaşan ve gelişen teknolojiyle birlikte yaşamın hızlandığı 21'inci yüzyıl şehirleri, doğadan ve doğal olandan kopuşu açıkça hissedilir hale getirdi. Doğadan tamamen uzak yaşayan ve doğal olmayan yöntemlerle üretilmiş gıdaları tüketen şehirli insan, daha küçük yerleşim birimlerinde yaşamanın özlemini çekiyor. Ancak şehirler bu noktaya gelmeden çok önceleri de doğada yaşamayı arzulayan şehir insanları vardı. 'İlk çevrecilerden' ve 'natüralist' olarak tanımlanan Amerikalı yazar Henry David Thoreau da bunlardan biriydi. Şehir yaşamından bunalan Thoreau, Concord Massachusetts'de bulunan Walden Gölü kıyısında bir araziye kulübe inşa etti ve 4 Temmuz 1845'te buraya yerleşerek Amerikan tarihinin gelmiş geçmiş en ünlü yaşam deneyimlerinden birine başladı. Doğanın içinde geçirdiği iki yıl boyunca deneyimlerini ve gözlemlerini yazarak bugün Amerikan edebiyatı klasiklerinden biri sayılan Walden isimli kitapta toplayan Thoreau, kulübeyi inşa etmeden kısa süre önce günlüğüne şunları yazmıştı: "Çok yakında gidip sadece rüzgârın sazların arasından fısıltısının duyulduğu göl kenarında yaşamak istiyorum. Kendimi geride bırakırsam bunu başarmış olacağım. Arkadaşlarım, oraya gidince ne yapacağımı soruyorlar. Mevsimlerin gelip geçmesini seyretmek başlı başına bir iş değil midir?"
Ekoköyler ve organik yaşam
Özellikle 2000'lerden sonra bütün dünyada doğayı kâr hırsıyla yok eden kapitalist mantığa karşı çevreyi savunmak ve insanı yok sayan sermaye odaklı büyümeye karşı alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu ispatlamak amacıyla doğaya dönüş hareketleri hız kazandı. Organik köy yaşantısını deneyimleme, komün bir hayatın provasını yapma, paraya daha az değer vererek insan için daha önemli olan şeylere yönelme gibi amaçlarla hareket eden irili ufaklı gruplar, yerel ve evrensel düzeyde organize olarak doğal yaşam çiftlikleri oluşturuyorlar. 'Ekoloji'den türetilmiş 'Ekoköy' ve 'Ekososyalizm' kavramları önümüzdeki yıllarda daha sık duyacağımız kavramlar. Genellikle sosyalist, anarşist dünya görüşüne sahip toplulukların 'kolektif yaşam', 'çevre bilinci', 'sürdürülebilirlik' gibi kavramlar üzerinden sahiplendikleri ve uygulamaya geçirdikleri bu doğaya yöneliş akımı, temel olarak kapitalizmin ve sermaye odaklı büyümenin alternatifi olarak kurgulanıyor. Gruplar halinde çiftliklerde yaşayan bu insanlar, ürettikleri ürünleri takas yaparak geçimlerini sağlıyorlar ve doğaya zarar verecek maddeleri kullanmamaktan, ihtiyaçlarından fazlasını tüketmemekten, enerji kaynaklarını en asgari düzeyde kullanmaktan yana tavır sergiliyorlar. Çevre kirliliği, enerji kaynaklarının bilinçsiz tüketimi ve rekabete dayalı çalışma koşulları gibi konularda alternatifin ancak var olan sistemden uzaklaşarak doğal ortamda yeni bir hayat kurmak olduğu fikrine dayanan bu hareketlerin ne kadar tabii ve uygulanabilir olduğu ise henüz tam anlamıyla tartışmaya açılmış değil.
Türkiye'de ekoköy oluşumlarını sürdüren birkaç büyük topluluktan biri olan Yeryüzü Derneği'nin internet sitesinde yer alan bir söyleşide ekoköy kavramı şöyle tanımlanıyor: "Eko-köylerin kuruluş mantığını anlamak için öncelikle ekoloji ve köy kelimelerini kurcalamak gerekiyor. Ekoloji kelimesi; Yunanca ev manasına gelen oikos ve bilim manasına gelen logos kelimelerinden türetilmiştir. Ekoloji, yaşadığın alanı tanıma, uyum sağlama bir diğer deyişle evinde kendinle ve diğer canlılarla huzur içinde yaşamanın bilimidir. Köy kavramı ise; doğanın içinde yer alan, kente uzak olduğu için çevre kirliliğinin ve insan kalabalığının yarattığı sorunların uzağında bulunan, bu uzaklıktan da olsa kısmi özerkliğe sahip yerleşim birimidir. Her köyün kendine has sosyolojik yapısı vardır. Köylerin olmazsa olmazı üretimdir. Tüketim merkezlerine uzaklıkları oranında kendilerine yeterler ve de söylemeye gerek var mı, insanların bir araya geldiği günden beri varlar yani sürdürülebilirler. Ekolojik köyler ya da kısaltılmış haliyle (ecovillage) ekoköyler, dünyayla ahenk içinde yaşamak için bir araya gelen insanların sanayi ve maddiyatçı kent yaşamının dayatmalarına karşı hayatı inandığı ilkeler ve fikirler doğrultusunda yeni bir biçimde kurmak isteyenlerin doğayla işbirliği yaparak; sürdürülebilir, kolektif, özerk, üretken ve keyifli bir yaşam alanı yaratma isteğidir."
Ev mi tabut mu?
Ekoköylerin daha çok devrimci bir düşünceyle kurgulanmış mantığı ile 1900'lerin başına kadar sürdürülen Osmanlı şehirlerinin tabiatla çatışmamak üzerine kurulu mantığı birbirinden çok farklı deneyimler. Peki insan ve tabiat ilişkisinin en 'tabii' biçimi nedir? İnsanın ve şehirlerin tabiatla ilişkisinden ne anlıyoruz? Bu ilişki bizim geleneğimizde nasıl kurulmuştu? Batı'daki anlayışla Osmanlı'daki anlayış arasındaki farklar nelerdi? Batılılaşmayla birlikte bugün yaşadığımız tabiattan ve tabii olandan kopuş süreci nasıl gelişti ve insanda neleri değiştirdi? Tabiatla ilişkimizi nasıl yeniden doğru bir zemine oturtabiliriz? Bunlar ve benzeri sorulardan yola çıkarak, 'Bilge mimar' Turgut Cansever'in kızı mimar Emine Öğün ve eşi mimar Mehmet Öğün'le insan, şehir ve tabiat üzerine konuştuk.
Öğün çiftine göre, bugün karşı karşıya olduğumuz ve Batılı anlayışın eseri olan yaşam tarzı, mimariden insan ilişkilerine kadar bize yabancı olan, sebeplerini tam olarak tartışmadığımız ve bu nedenle de çözümler üretemediğimiz bir ortamın doğmasına neden oluyor. Osmanlı tipi ev mantığını, bugüne gelene kadarki değişim sürecini insan ve tabiat ilişkisi bağlamında değerlendiren Emine Öğün şunları söylüyor: "Mimar Sedat Hakkı Eldem'in Türk evi dediği, içinde insanların yaşaması için hazırlanan bu yapılar, ufacık pencereleri de olsa hep çevreye bakmayı hedefleyen, çevre ilişkisi son derece güçlü yapılar. Çevre ilişkisi dediğimizde, varoluşla ilişkilerinden bahsetmiş oluyoruz, biraz daha sadeleştirerek tabiat diyoruz ama sadece tabiat da değil, yaratılmış olan her şeyle ilişki, hareket halindeki insan, sokakta gerçekleşen sosyal hareketler, bütün bunlarla ilişkiyi en üst seviyede kurmaya çalışan, var olan her şeyle ve içinde yaşanılan anla ilişkiyi diri tutan mekânlar. Hem İstanbul'da hem Anadolu'da uzun yıllar bahçeli olarak geliyor bunlar. Tarihi yarımadadaki evlerin büyük çoğunluğu bahçeli evler. 18'inci yüzyılın sonunda sıra ev felaketi geliyor Avrupa'dan. Daha önce sıra ev yok, bunlar hep tek başlarına duran yapılar. Sıra ev aslında tabiatın dikte ettirdiği topografik hareketlerde çok problemli bir çözümleme. Akaretler'de görüyoruz, merdiven gibi aşağıya inen, kötü bir lineer ilişki kuruyor. Daha doğrusu kötü değil de tabiatla ilişki kurmayan ve değişen kota göre çözüm üretmeyen ama kendi düz çizgisini illa yapacağım diye karar vermiş dik kafalı bir tutum. Hele ki Üsküdar tarafından baktığınızda Barbaros Bulvarı gibi gayet dogmatik, şematik, iri bir çizgi oluşturuyor ve tabii olanla hiçbir ilişkisi yok. Dolayısıyla sıra ev dediğimiz hadise tabii olmayan bir tavır ve tabiata bakmayı da sınırlıyor. İnsan at gözlüğü takmış gibi iki doğrultuda bakmak zorunda. Çok cepheli dışarı bakmak ve mekânla çoklu ilişki kurmak imkânını bertaraf ediyor. Sıra evlerden sonra başımıza bela olan da bu apartmanlaşma hadisesi…"
Mehmet Öğün, Osmanlı şehrinde tabiatın nasıl şehre usulca girdiğini anlatıyor: "Köyden şehre doğru göçler yaşanmasıyla, bütün evlerin tek tek bahçeler içinde yer aldığı, dört bir taraflarıyla tabiatla ilişki kurdukları düzen mecburen nüfus yoğunlaşmasıyla 17'nci yüzyıldan sonra değişiyor. Ama Osmanlı şehrinde hiçbir zaman Batılı anlamda tabiatı taklit ederek, tabiatın düzenlenmiş disiplin altına alınmış halini belli bölgelerde geniş parklar, şehir parkları, büyük konakların bahçeleri gibi alanlarda düzenleme ihtiyacı hissetmiyorlar. En temel fark, Osmanlı şehrinde bir kademelenme yok. Burada merkez var, ondan sonra konutlar gelecek, bir aşama sonra konutların tipolojisi değişecek, kenar mahalleler olacak, ondan sonra şehir bitecek ve tabiata açılacak. Batı'daki tipoloji bu. Osmanlı şehrinde tabiat çok usulca hep şehrin içine kadar geliyor, o kademelenmeyi hiç hissetmiyorsunuz. Hatta bu yapısı nedeniyle Osmanlı'da şehirli biraz köylü, köylü de biraz şehirlidir denilmiştir. Bu mimariye de sirayet ediyor. Hiçbir kopukluk yok. Hatta 17'nci asır gezginlerinden biri Trakya'dan Selanik üzerinden karayoluyla İstanbul'a geliyor, hiç şehre yaklaştığımıza dair işaretler, oluşumlar görmedik, birdenbire geldik ve işte burası İstanbul'un merkezidir dediler, şaşırdım diyor. Bunu bir olumsuzluk olarak söylüyor anılarında. Böyle de şehir mi olur gibisinden."
Emine Öğün, Batı kültürünün hep bir gösteri yapma ve o gösteriyle halka iradenin yansıtılması ve kabul ettirilmesi üzerine kurulu olduğunu söylüyor: "Bizim İshak Paşa Sarayı'yla herhangi bir Ortaçağ şatosu karşılaştırılırsa aradaki fark görülecektir. Özellikle Rönesans sonrası hep bir şov yapma, etkileme, etkileyerek yönlendirme çabası var. Osmanlı şehri bu teatral gösteriyi yapmıyor. İstiklal Caddesi'ndeki binaları düşünürseniz, cephelerinde bir sürü süs var ama iç organizasyonu son derece ilkel, saçma sapan yapılardır. İç organizasyonlarında bir mimari dehadan falan bahsedebilmek mümkün değildir, tiyatro dekoru gibi şeylerdir."
Henry David Thoreau da Walden'da Batılı mimariyi benzer ifadelerle eleştiriyor. "Bir insan, evinin mimari stiliyle, kaplumbağanın kabuğuyla olduğundan daha ilgili değildir" diyen Thoreau, insanla ev ilişkisinin kullanım odaklı doğal bir ilişki olduğuna vurgu yapıyor: "Ressamın bildiği gibi bu ülkedeki en ilgi çekici konutlar genellikle yoksulların mütevazı kütükten yapılma kulübe ve kır evleridir; onları 'pitoresk' yapan cephelerindeki özelliklerin hiçbiri değil fakat içlerinde oturanların yaşamıdır. Kişiyi asıl ilgilendiren, kulübenin ne renge boyandığı ve yapımında alta, üste ve yanlara kaç tahtanın döşendiğidir. Eğer ev sakini evini gerçek anlamda kendisi döşese ve boyasa ev yapımı bir şey ifade ederdi; fakat evin ruhu, ev sakininden ayrıldıktan sonra ev yapmanın kendi tabutunu yapmaktan farkı yok. Böyle evin yapımına, mezar mimarlığı diyebiliriz, zaten marangozun da diğer adı tabutçudur."
Seyredilen değil içinde yaşanılan tabiat
İnsan ve tabiat ilişkisinin Osmanlı'da var olana müdahale etmemek üzerine geliştiğini, Batı'da ise her şeyin insan iktidarını pekiştirecek bir anlayışla biçimlendiğini anlatan Mehmet Öğün, bu anlayışın şehirlere ve insanın var olan her şeyle ilişkisine yansıdığını belirtiyor: "Sıra ev dediğiniz yani evleri bir cetvelle bir cephede toparlayıp aralarını bölerek oluşturduğunuz düzende baştan şöyle bir kabulden hareket ediyorsunuz; bir bina yandakine tabi oluyor ve bu defalarca tekrar ediyor. Binalar birbirlerine tabi oldukları sırada aynı zamanda önlerindeki cadde de onlara tabi oluyor. Dolayısıyla karşılıklı birbirini esir alma hali var burada. Bunu biraz daha ileriye götürün, Roma'da, Yunan'da, daha sonra modern dünyada, kamusal bir bina yapıyorsunuz, bu kamusal binanın önüne ona tabi olan bir aks çiziyorsunuz, bu akslar birbirine bağlanarak şehir dokusunu meydana getiriyor ve halkı idare etmekte olan dünya görüşünün şehirsel mekâna el koyması gerçekleşiyor böylelikle. Hâlbuki Osmanlı dünyasında koskoca bir padişah camii yapılıyor, hiçbir şekilde önündeki yaya hareketliliğine veya ulaşım aksına bir şeyi dayatmıyor. Bak ben burada olacağım sen de bana tabi olacaksın demiyor. Dolayısıyla onlar sadece ve sadece kendileri olarak var oluyorlar.
Roma şehri belli kararları önceden sabitlenmiş bir oluşum. Roma bir yeri fethettiği zaman orada bir şehir kuracaksa ilk iş olarak araziyi düzeltiyor, belirli unsurları yerleştiriyor, aksları belirliyor vs. Tepeden inmeci bir yaklaşımı var. Bizim dünyamızda ise o verili değerlerin kendi sükûnet içindeki yaşantısını nasıl içeriye alırız, nasıl onunla hemhal oluruz, onu nasıl sürdürebiliriz endişesi var. Çayırlardaki düzenlemelere bakın, Beykoz, Çırpıcı vs. oradaki asırlık ağaçları hiçbir şekilde zapturapt altına almadan, eğer orada bir su kaynağı varsa ondan içilebilir su olarak istifade etmenin minimum müdahalesini yapıyor; küçücük bir çeşme yapıyor. Veya bir su hattı varsa içine düşmeyi engelleyecek alçak bir duvarcık yapıyor. Gerisine hemen hemen hiç müdahale etmiyor. Ben buraya müdahale edip bu koordinatları empoze ettim demek istemiyor. Bu çok önemli bir yaklaşım. Ev yaparken de cami yaparken de topografyaya müdahale hemen hemen sıfır gibidir. Süleymaniye'de Sinan'ın bütün yaptığı, temelleri sabitleyecek kadar müdahale. Onun dışında oradan hiçbir toprak parçası çıkarılmamıştır. Haliç'e bakan medreselerin kademeli olması bu yüzdendir. Çok rahatlıkla onları dümdüz yerlere oturtabilirdi, böyle bir güç vardı elinde. Ama o ne yapıyor? Madem burada bir eğim var, ben buraya geliyorum, öyleyse ona uygun bir şey yapmalıyım diyor ve birçok insanın bugün bile irrasyonel bulacağı şekilde kademeli bir medrese yapısını hiç çekinmeden vücuda getirebiliyor."
Mehmet Öğün, Batılı anlayışla Osmanlı'daki anlayış arasındaki en temel farkın seyretmekle ilgili olduğunu anlatıyor: "En temel fark, bizdeki seyredilen değil yaşanan tabiat mefhumu. Batı özellikle barokla birlikte sürekli seyretmeye yönelik bir şey üretti. Osmanlı'daki tabiat algısı ise hep içinde olunup onunla hemhal olmaya yönelik. Koskoca Topkapı Sarayı'nı düşünün. Bulunduğu noktanın, koordinatların verdiği imkânları düşünün. Bir açıda boğazı derinliğine görüyorsunuz, Marmara'yı görüyorsunuz, karşı tarafı görüyorsunuz, Haliç'i görüyorsunuz, fakat seyretmek gibi bir özel kararı hiçbir şekilde mimarinin herhangi bir noktasında göremiyoruz. Bir tek küçücük bir köşkte, Bağdat Kasrı'nın olduğu tarafta Haliç'e karşı bir bakış var. Onun dışında hayat kendi içinde küçücük küçücük müdahalelerle devam ediyor. Dolayısıyla mimari ve şehircilik kararları da seyretmeye yönelik değil bir bütünün parçası olarak gerçekleşiyor."
Emine Öğün de, seyreden ve seyredilen ilişkisinde ikilik olduğunu, bizim varoluşa ilişkin algımızda böyle bir ikiliğin olmadığını söylüyor: "Biz bir bütünlüğün parçasıyız. Tabiat ayrı bir nesne, insan ayrı bir nesne, insan tabiata hükmeder, onu istediği gibi biçimlendirir, ondan sonra karşısına geçip onu seyreder diye bir ikilem yoktu bizim dünyamızda. Her aşamada, her an birlikte yaşama iradesi vardı. Tabiata hükmedip, onu kendi bildiğince biçimlendirip, kaynakları fütursuzca kullanıp, onlardan elde edeceği rantla keyifli bir hayat yaşayacağını düşünen insan tipi Osmanlı toplumunda yok. O topluluk, tabiatın parçası olduğu bilincinde, tabiatla uyum halinde."
Yeni şehirler inşa etmek mümkün
Ekoköyler gibi girişimlerin suni çabalar olduğunu söyleyen Emine Öğün, bu uygulamalar daha tabii bir şekilde yapılabilir diyor ve Türkiye'de aslında yeni şehirler kurabilecek toprak zenginliğinin olduğunu vurguluyor. "Önceden yerleşim yerleri daha geniş alanlara yayılmıştı, şimdi o alanlar yok o yüzden apartmanlaştık, nüfus arttı filan denilir. Aslında yerimiz var. Bir A4 kâğıdı boyutunda Türkiye haritasına İzmir'den İran hududuna 5 milimlik bir çizgi çektiğinizde, onun iz düşümü altına bugünkü bütün nüfusu 2 katlı evlerle yerleştirecek yapılar sığabiliyor. Bu coğrafya bomboş. Bugün biz çok efektif bir şekilde alt yapılarımızı geliştiriyoruz. Türkiye son 15 senedir inanılmaz bir gelişme kaydetti bu anlamda. Dolayısıyla bu coğrafyanın her yerine ulaşma imkânımız var. Bu coğrafyayı doğru kullanarak, orman varlığını da artırmaya yönelik gerekli tedbirleri alarak, Amerika'da insanlar ormanların içinde yaşıyorlar bahçeli evlerde, İngiltere'de de öyle. Aynı şekilde, nispeten az katlı, yer yer çok daha düşük yoğunluklu yeni şehirleri inşa edebiliriz ve tabiatla ilişkimizi eskiden olduğu gibi yeniden gerçek bir ilişkiye, ikilikten çıkartarak birliğe dönüştürebiliriz. Bunu yaptığımız anda gerçekten insanların verimliliğini artırma olanağımız olacak. Ve bu verimlilik artışıyla Türkiye tutulamayacak bir ülkeye dönüşecek."
Emine Öğün, bugünkü mimari anlayışın planlı bir şekilde yerleştirildiğini anlatıyor: "Üniversitelerde senelerce yeni konut projeleri çizdirildi bize. Biz 82'de mezun olduk, daha önce de aynıydı ve halen de üniversitelerde çok katlı bina öğretilir. Az katlı bina çizdiğinizde size aptal gözüyle bakılır. Bu TOKİ felaketini aslında üniversiteler öğretti. Buralardan mezun olan çocuklar çok kötü projeler çizdiler, TOKİ de onları çabuk yapılabilir diye yaptı. Şehirlerin bu felaketinin temelleri, eski yazıyı terk etmemize karar veren iradenin uzantısıdır. Aynı kaynak bugüne kadar devam ediyor. Bütün bu görüşü değiştirmek gerekiyor."
Kerpiç teknolojisini kullanabiliriz
Günümüzün gerçeklerinin kavranması ve getirilen eleştirilerin geniş ölçekli çözüm önerileriyle desteklenmesi gerektiğini belirten Mehmet Öğün, kerpiç teknolojisini kullanabileceğimizi söylüyor: "TOKİ'yi eleştiriyoruz ama bütün dünyada şehir nüfusu hâlâ artıyor. Dünya genelinde ortalamaya baktığımızda %65 civarında nüfus şehirlerde yaşıyor ve hızla kırsal kesimden şehirlere akıyor insanlar. Demek ki insanların küçük yerlerde hayatlarını devam ettirmeme gibi bir kararları var. Bu gerçeklik karşısında ben şehirleri küçük tutacağım diye bir çözüm olması ihtimali yok. Burada çözüm, nasıl insanileştirilir, insanileştirilirken tabiat nasıl işin içine sokulabilir, bunlar üzerinde çalışılması lazım. Batı'da yapılıyor, bizde de yapılabilir. İstanbul 20 milyonluk büyük bir yağ lekesi gibi büyümek zorunda mı? İstanbul'u birkaç merkezli, kendi içinde hiyerarşileri olan bir şehir haline getirebilirsiniz. Bu merkezler arasında çok efektif bir ulaşım ağını kurabiliriz, deniz gibi bir imkânımız var onu kullanabiliriz ve bu bölgelerin hepsinin içine tabiatı olabildiğince sokabiliriz. Osmanlı'nın bir özelliği de oydu. Mutlaka el değmemiş bir tabiat parçasını Osmanlı insanı çok yakınında bulabiliyordu. Öyle yapay şehir parkları falan değil. Düşünebiliyor musunuz, adam New York'ta iğrenç, kare ağlardan oluşan bir yol düzeniyle bir yerleşme kuruyor, sonra bir plancı cetvelle bir dikdörtgen çiziyor, bunun içini boşaltın diyorlar, orayı kamulaştırıp binaları yıkıyorlar ve bugün büyük bir efsaneye dönüştürülmüş ağaç yığını Central Park şehrin içine sokuluyor. Bizim anlayışımızda bu yapaylık ve zorlama doğallık yok. İnsanları tatmin edecek, daha düzgün yaşamalarını sağlayacak yerleşmeler mümkün. Türkiye'nin toprak zenginliği böyle bir şeyi çok kolaylıkla hayata geçirmeye müsait. Ama bir kararlılık lazım. Mesela Güneydoğu bölgemizde niye kerpiç teknolojisini dışladık, onu bir ilkellik olarak gördük? Bugün Amerika'nın özellikle güney kesiminde inanılmaz geliştirilmiş yöntemlerle iki katlı üç katlıya kadar kerpiç binalar yapıyorlar. Böyle bir teknolojinin kullanılması suretiyle Güneydoğu'da müthiş canlı, ucuz, hızlı hayata geçirilebilecek yeni şehirler kurmamız mümkün olabilir. Ruhi Kafesçioğlu diye bir hocamız var, bütün hayatını 'alker' diye alçı katkılı kerpiç teknolojisine verdi. Ya hoca bu ne işe yarar, gel bir küçük pilot uygulama yapalım, burada yanlışlarımızı eksiklerimizi görelim, sonra bunu büyütelim denilmesi, idarecilerin bunlarla ilgilenmeleri lazım. Ülke ihtiyacını karşılayacak böyle bir imkânı elimizin tersiyle itiyoruz."
Emine Öğün ve Mehmet Öğün, çözüm olarak doğaya dönüşü değil, bir anlamda öze dönüşü öneriyorlar. Yüzyıllar boyu tabii olanla yaşadığı ortamı birbirinden ayırmayan, var olan her şeyle bütünlük içerisinde yaşayan ve bu anlayış çerçevesinde ihtiyaçlara yönelik tabii çözümler üreten bir anlayış vardı. Bu anlayış her şeyin birbiriyle ilişkisini düzenleyen bir yaşam tarzı sunuyordu. Batılı dünya görüşünün bugün insanoğlunu karşı karşıya bıraktığı çözümsüzlüğe alternatif olarak suni veya bireysel arayışlar yerine, yakın geçmişte uygulanmış ve bugün de uygulanabilir olan bir anlayışı, bir çözüm sürecini hayata geçirebiliriz.