Edebiyatta modernleşme süreci bizi edebin kaynağından uzaklaştırdı
Osmanlı'nın yıkılış dönemini, modernleşme sürecini ve yeni toplumsal yapının başlangıcını anlamamızı sağlayacak edebi çalışmaların hangileri olduğundan başlayalım isterseniz…
Modernleşme sürecini edebî eserlerden okumaya kalkarsak, elbette öncelikle Tanzimat sonrası edebiyatından başlayarak Servet-i Fünûn topluluğu edebiyatına, II. Meşrutiyet sonrası edebiyatına ve hele ki Cumhuriyet'in ilk dönemlerinin, 1950'lere kadar gelen edebiyatına çok iyi bakmak gerekecektir. Tanzimat sonrası edebiyatının bilhassa romanlarında modernleşme ile ilk karşılaşma ve tabir caizse 'iradesi elden gitme' psikolojisinin yansıma ve görünümlerinin izini sürebiliriz. Dönemin edebiyatçıları nasıl da el yordamıyla buldukları, daha doğrusu ellerine tutuşturulan kalıpların ve şablonların içini siyah-beyaz ayrımı kadar sığ ve sert ayrımlarla doldurmaya çalışıyorlar, onu izleyebiliriz. Felâtun Bey'le Râkım Efendilerin, Araba Sevdalarının, Sergüzeştlerin, Turfanda mı Yoksa Turfamıların böyle de okunabileceğinin farkına varırız. Yahut tiyatroda, şiirde bunun akislerini görürüz. Bu akisler, Servet-i Fünûn romanı ile iyiden iyiye, bütün alacakaranlığını atarak, kaba bir yansıyışa dönüşür. Artık Maî ve Siyah'ta, Aşk-ı Memnû'da, Eylül'de vs. insan modelleri ayrışmış, roman kahramanları arasında bile saflar belirlenmiştir. Edebiyatçı, bakış açısını çoktan bir bakış aşısına dönüştürmüştür. Cumhuriyet'in erken dönem romancıları ise, yeni kurulan rejimin tepeden inmeci ve keskin, katı karar ve yaptırımlarına paralel bir biçimde ve onları desteklemek amacıyla, kimi zaman zaten direktif ve talepler doğrultusunda angaje eser üretme safhasına çoktan geçmişlerdir. Bu dönem edebî faaliyetlerinin önemli bir bölümünün amacının, yeni rejimin ve onun ruhu kabul edilen Kemalizm'in hedefleri ve anlayışı doğrultusunda yeni bir "ulusal kimlik" inşa etmek olduğu aşikârdır. Roman, şiir ve tiyatro bunun için en elverişli üç araçtır. Daha doğrusu araca dönüşmüştür. Mektep temsilleri, müsamereler, halka açık geceler, yarışmalar, ödüller, Cumhuriyet'in onuncu yılında kurulan temsil heyetleri, kutlama komiteleri hep buna çalışır. Rejimin resmi edebiyatçıları diyebileceğimiz Yakup Kadriler, Reşat Nuriler, Falih Rıfkılar, Behçet Kemaller vs. bunun için yazarlar.
19'uncu asırdan itibaren bu dönemi anlamak için sorunuzla ilgili olarak, bu saydığımız yazarların eserlerini, neyi nasıl yaptıklarının örnekleri olarak okuyabiliriz. 'Ne, nasıl olmuş'un yorumu ve bilgisi için de mesela Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hem edebî eserlerini, hem de edebiyat tarihi ile ilgili kitap ve makalelerini, Kemal Tahir'in, Tarık Buğra'nın romanlarını, Necip Fazıl'ın düşünce-yorum içerikli eserlerini, Cemil Meriç'i, edebiyat tarihi bağlamında Orhan Okay'ın kitaplarını ve bunlara benzer eserleri okuyabiliriz. Ancak unutmamalı ki, her okuma gibi, bu konudaki okuma da herkese göre değişecek bir şahsi macera ve meşgale olursa daha değerlidir.
Yüzyıllar boyunca üzerine birçok kişi tarafından yazılıp çizilmiş olan 'edeb' kavramı sizce neyi ifade eder?
Edeb, İslami geleneğin ve bu geleneğin hayat pratiklerinin tarihsel süreç içerisinde büyülttüğü, kesafet kazandırdığı çok önemli bir İslami kavram. Müslüman hayatının dışına çıktığınızda, başka toplumlarda ve geleneklerde bunu karşılayacak, bu çerçeveye denk düşecek bir kavram yahut kabul yok.
Aslında edeb, en kısa yaklaşımla, Müslümanca yaşama biçimi ve bu biçimi belirleyen normlar toplamıdır diyebiliriz. O zaman da, edeb, referansını İslami inanışın kaynağından yani vahiyden alır. Hazreti Peygamber, "Beni Rabbim edeblendirdi. Edebimi ne güzel kıldı" der bir hadis-i şerifinde. Bu hadisi Türkçeye aktaran kaynaklar, hadisteki Arapça 'eddebenî' ibaresini 'beni terbiye etti' diye çevirirler. Gerçekten de edebin böyle terbiyeye dönük bir yönü vardır. Terbiye olmadan edeblilik hali gerçekleşmez. Terbiye ise kendisini terbiye ediciyi (yani Rabb'i) bilmekle başlar. Rab, zaten terbiye edici demektir.
O zaman, Müslüman ahlakının ve bu ahlakın somutta tezahürü olan edebin başı, Rabb'in Rab'liğini (rubûbiyyeti) bilmek ve bu bilişin bilinci ile hayatını şekillendirmek çabasıdır. Kuran'daki ayetlerin büyük çoğunluğu zaten bizi bu 'edeb'e çağırır. Bu yüzden de, o, aslında bir edeb kitabıdır. "İslam, güzel ahlaktır" diyen Nebevî hikmet de zaten bunu vurgulamaktadır.
Yani o zaman edeb, kısaca, Rabb'i bilmek, 'sünnetullah'ı tanımak ve hayatını 'hudûdullah'a uyar bir tarzda yaşamak bilinç ve erdeminin toplamıdır. 'Haddini bilmek' onun için Müslüman edebinde çok önemli bir ilkedir. Hazreti Ömer'in sözünde olduğu gibi, neredeyse İslam'ın altıncı şartı olacak kadar önemlidir. Haddini bilmek, "hududullah"ı bilmek; onu bilmek ise, 'kul olma'yı kavrayabilmektir. Yani edeb, önce şuur, sonra pratik yansıyış ister.
Özü ve aslı itibarıyla edeb budur fakat günlük hayatın cilveleri içerisinde biz edebi ve onun çoğul biçimi olan 'âdâb'ı, daha alt alanları ifade etmek, hayatımızı yapan bu alanların 'görgü kuralları'nı, teâmüllerini, kabullerini vs. karşılamak için de kullanırız. İlim ve sanatın edebi vardır, tasavvufun edebi vardır, toplumsal ilişkilerin edebi vardır. Daha doğrusu 'âdâbı' vardır. Ancak unutmayalım ki, bütün bu 'âdâb'lar aslî referansını 'âdâb-ı Nebevî'den almakla anlam ve varlık bulur.
Bir de 'ilm-i edeb' vardır, 'ahlak'tan ayrı olarak. 19'uncu yüzyıl başlarından itibaren biz ona 'edebiyat' demişiz. İlm-i edeb yahut edebiyat da İslami hikmet ve estetik içerisinde, ibresi yine yukarıda söylediğimiz 'edeb'e dönük olmakla kıblesini bulan bir ilgi ve entelektüalite alanıdır geleneksel hayatımızda. Tabii iş bu noktaya gelince de konu epeyce çatallanıyor. Böylesi bir kısa röportaja sığmayacak bir mahiyet arz ediyor. Ancak şunu kısaca vurgulayabiliriz ki, topyekûn edebiyatta bizim modernleşme süreçlerimiz, aslında bu sözünü ettiğimiz 'edeb' kaynağından uzaklaşma çabası olarak da yorumlanabilir.
'İstiklâl Marşı' hakkında bugüne kadar hazırlanmış en kapsamlı yorum olarak görülen bir kitap hazırladınız. Ezbere bildiğimiz dizelerde fark edemediğimiz birçok detay gizli. İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif bizim için ne ifade ediyor? Bu kitabın yola çıkış hikâyesi ve sonucu ne oldu sizin için?
Kitabı değerli akademisyen arkadaşım Prof. Dr. Hasan Akay'la birlikte hazırladık. Düşündük ki, İstiklâl Marşı gibi, bütün bir millet olarak içimizde hissetmemiz gereken bir metnin ne dediğinin bütün boyutlarıyla incelenmesi şart. Ve gördük ki, maalesef bugüne kadar birkaç tahlil yazısından başka, kapsamlı bir tahlil ve incelemesi yapılmamış. Tuttuk, şiirin her bir mısraını bir yazara şerh ettirdik. Ama çatık kaşlı bir akademik makale havasına düşmemeyi de önceledik. Çalışma verimli oldu, 500 küsur sayfalık bir eser çıktı ortaya ve çok da kabul gördü. Kısa süre sonra da Sayın Cumhurbaşkanımız (o zaman başbakandı) o yılı Âkif yılı ilan etti. Böylelikle kitap, hazırlandığı zaman dilimi ile anlamsal bir örtüşmeye mazhar oldu.
Şunu fark ettik: Âkif, duyguyla düşünceyi, lirizmle didaktizmi, şiire zarar vermeden meczedebilen büyük bir şair. Onu şair değil, sadece manzumeler yazan bir 'nâzım' diye küçümseyenlerin kendisi küçük. Dünya devletlerinin ulusal marşları arasında bizimki gibi gerçek anlamıyla şiir olabilme seviyesine yükselebilen çok az metin vardır. Çünkü marş ve şiir birbiri ile çok da kolaylıkla yan yana gelebilecek metinler değildir. Âkif bunu başarmış.
Şiir kavramlarla da yazılmaz. Şiirde elbette kavram olur, ama kavramlarla yazılan bir şiir, kuru bir öğretici fikir metnine dönebilir. Ama İstiklâl Marşı'nda onca kavram yükü olmasına rağmen, Mehmed Âkif bunu da aşabilmiş. Üstelik bu kavramlara getirdiği yeni açılımlar itibarıyla, çok da dikkat çekici noktalara temas edebilmiş. 'Medeniyet', 'Batı teknolojisi', 'ezan', 'vatan' gibi kavramlar mesela…
Âkif denilince genellikle insanların aklında 'eski'nin savunusu izlenimi oluşur. Hiç de öyle değil! Âkif, yüzü geçmişe dönük bir metin yazmamış bu şiirde. Cümleler hep şimdiki zamandan geleceğe uzanan bir yapıda. Azim ve geleceğe uzanan gayretle karılmış umut, İstiklâl Marşı'nın omurgasını oluşturuyor. Onun için kitabın adını da İstiklâl Marşı - İstikbâl Marşı koyduk. Samimiyet, heyecan, çağa tanık olma ve onu yorumlayabilme sorumluluğu, değiştirme çabası, aidiyet bilinci, imani öz… Âkif'in ve onun şiirlerinin adeta bir 'muhassala'sı olan İstiklâl Marşı'nın karakteristikleri…
Sosyal medya üzerinden var olan bir nesil var. Aynı zamanda edebiyat ile ilişkisi sadece popüler romanlar üzerinden ilerleyen bir nesil. Bu duruma yaklaşımınız ne yönde?
Hani hep söyleniyor ya, bilmem kaç karaktere sıkıştırılmış bir dünyadır sosyal medya. Aynı zamanda yalanın, sahtenin doğru ve hakikatle iç içe yürüdüğü bir karmaşık dünya. Anlık tepkilerin ve ilgilerin dünyası… Samimiyetsiz gelgeçliklerin, yapay heyecanların, sahte ve aldatıcı isimlerin, nicklerin, profillerin dünyası… Hızlı tüketimin, hızın, kolay usançların, değişkenliklerin dünyası… Hayatın her bir alanını, hiçbir sınır gözetmeden yağmalıyor. Edebiyat da bundan nasibini alıyor. Bu özelliklerin doğuracağı zorunlu sonuç ise popüler kültür ve onun bir aksi olarak popüler edebiyat olacaktır elbette. Herkese seslenen, 'ortalama'ya talip, muhatabını 'herkesleştirerek' ivme ve rağbet kazanan, bu yüzden hızla tüketilen, sesi bugünden öteye gitmeyen, zaten buna da çalışmayan, kullan-at ürünler. Edebiyatta bu ürkütücü tablonun tezahürleri en çok romanlarda gözlemleniyor. Çok üzerinde durduğum bir konudur. Hatta bu ürkütücü seviyesizlik tablosu elini dinî değerlere de atıyor. İslami adabı gözetmeyen Hz. Peygamber ve sahabe romanları ortalığı istila ediyor. Ardından gelsin 'aşkın gözyaşları' (!)… Son gördüğüm bu tür bir romanın ismi, bu kadar da olmaz dedirtmişti: Ümmetin Canısı. Daha da enteresanı, bu popülerleşme, belki de popülerleşmeye en çok tepki vermesi gereken edebiyat alanı olarak şiirde bile kendisini gösteriyor. Kolay yoldan parlamanın yolu popülerleşme. Fakat ibretle takip etmeye çalışıyorum, şiir ve popülerleşme tartışmaları bile son zamanlarda belirli isimler tarafından yine sosyal medya üzerinden yapılıyor. Ne paradoks!
Bence bazı genç şairler giderek Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi İslami hassasiyet çizgisinin inşacısı isimlerin birikiminden ve hatta bu birikimi yüklenip sürdürmeye çalışan benim kuşağımın şairlerinin çizgisinden uzaklaşıyorlar. Şiiri yalnızca kolay kelime ve ifade oyunları, kolaylıkla takınılan bir protest duruş, biraz eleştirel tasvir basmakalıplıkları, fazlaca metinlerarasılık gibi ögelere indirgiyorlar. Buradan da kesif bir şiirde popülerleşme tablosu çıkıyor ortaya. Bir miras kolaylıkla harcanıyor bu şekilde.
Bizde roman ve tiyatro gibi edebi türler neden bir türlü yerleşemedi? Bunun sosyolojik, tarihi, hatta dinî sebepleri var mı?
Evet var. Ve bu var oluşun izahı gerçekten çok kapsamlı cevapları gerektirir. Derslerimde bir-bir buçuk ay kadar bunu anlatmaya çalışıyorum. Buraya konuşu sıkıştırmak istemem ama en kısasından şunu söyleyebilirim: Roman da, tiyatro da bize ait olmayan bir dünyanın, bir toplumsal yapının, bir estetik anlayışın ürünü. Bize geldiklerinde, önce bu yapıyı inşa etmeye başladılar. Bu inşa etme çabası ister istemez gelenekle ve geleneğin 'ilm-i edeb'iyle bir kavgayı gerektirdi. Bizim Yeni Türk Edebiyatı dediğimiz sürecin tarihi, konular, şahsiyetler, dönemler kadar böylesi edebî türlerin de savaşının tarihidir. Her edebî tür, bir üründür ve 'her ürün, kendisini üreten ideolojiyi yeniden üretir' modern mantalite ve şartlar içerisinde. Her edebî tür, bir metin ortaya koyar. Oysa ne diyordu Umberto Eco: "Metin, örnek okuyucusunu yapmak için tasarımlanmış bir aygıttır." Öyleyse bu aygıtların bu 'yapma' fonksiyonu ile geleneğin 'inşa' ve 'koruma' fonksiyonunun karşılaşma ve çatışma alanıdır modernleşme dönemi boyunca bizim toplumumuzun romanla, tiyatroyla ve diğer modern türlerle ilişkisi.
Teşekkür ederiz hocam.