Edip Cansever’in bir mendilin kanıyor olması üzerinden, aslında okura değil de, düpedüz kendisine sorduğu o cevapsız sorularından müteşekkil, yaradan sızan kan kıvamındaki o güzel şiirinin adıdır; Mendilimde Kan Sesleri. Mendil (beyaz) metaforu, türkülerin, şiirlerin, hikâyelerin, mektupların, ninnilerin, uzun havaların, deyimlerin ve deyişlerin ‘aşk ve ayrılık’ temsilidir. Sinemamızda da sıklıkla karşımıza çıkar bu metafor. Yeşilçam’ın ince hastalığı, beyaz mendilin üzerine kalpten gelen bir öksürükle işlenmiş o üç damla kırmızı kan lekesidir.
Alman Doktor Robert Koch tarafından 1882 yılında keşfedilerek insanlık tarihine hediye edilen melankolik bir bakterinin (Koch basili) sebep olduğu kadim bir hastalık; verem. Eski Mısır'daki mezar yazıtlarından, yeminli hekim Hipokrat'ın dolaylı tariflerine kadar uzanan sarih bir aralıkta meşhur olmuş, tüberküloz adıyla da bilinen, halk arasındaki yaygın muteber namıyla da söyleyecek olursak; 'ince hastalık'. Solunum yoluyla vücuda girmeyi tercih eden bakterilerin ilk durak olarak akciğerlere ulaşması neticesinde, sıklıkla, hastalığın yalnızca bu bölgede hasara yol açtığı düşünülse de, çok daha geniş bir kapsama/tahribat alanına sahip bir mikroptur aslında. Bu hastalığın halk irfanıyla, 'verem' gibi tonlamasıyla bile ürkütücü ya da 'tüberküloz' gibi içeriğinde tıbbi/teknik anlamda gizem barındıran bir ifade yerine, hem fonetiği hem de içeriği inceltilerek -hasta olan kişinin zayıflamasına da bir gönderme yapılarak- oldukça zarif bir söyleyişle 'ince hastalık' sıfatıyla taltif/tarif edilmiş olmasının hatırı ve anlamı büyük.
Verem -nüfuz ettiği bölgeler itibariyle- hatırı sayılır derecede bir çeşitliliğe sahiptir. Ama sinema, edebiyat ve müzik başta olmak üzere, birçok sanat türü, meydana gelen 'hasarın' belirgin/dışa dönük trajikliği sebebiyle yalnızca akciğer merkezli olanıyla ilgilenmişlerdir. Bu durumdan mütevellit, hastalığın belirtileri, daha çok; kuru öksürük, kanlı mendil ve zor nefes alma gibi kışkırtıcı/rol kesmeye meyyal imgelerle örülmüştür. Melankoli ve trajedinin sağladığı bu korunaklı alanın duygusal kırılmalara da oldukça müsait olması, sinemada düşük yoğunluklu bir aşkın gözyaşları (roman olan değil, Mısır filmi olan) ekolünün doğmasına sebebiyet vermiştir. Bu ekolün, yerleştiği mevzide uzunca bir süre iktidarını koruduğunu söyleyebiliriz.
Kabaca Kanun Namına-Eşkıya arasındaki dönemi simgeleyen Yeşilçam'ın bu trajik-kışkırtıcı 'sinematografik' imgelere yaslanarak gişe garantili melodramlardan uzak kalmış olması zaten düşünülemez. Bilindiği üzere, dönemin popüler/ticari sinema anlayışının dayattığı yazılı olmayan kurallara göre işleyen/işletilen Yeşilçam, klişeler üzerine kurulu bir senaryo estetiğine sahip olmasıyla meşhurdur. Senaristlerin, kendilerini klişe üretmeye zorlayan yapımcılardan, yapımcıların da onları senaristleri yönlendirmeye mecbur bırakan işletmecilerden şikâyet ederek el-ele temize çıktıkları ve aslında hep birlikte 'dâhil' oldukları bu ilginç döngü, bilet alan seyircinin 'tercihiyle' son tahlilde 'gişe'de final yaparak, devam eden yıllar boyunca klişeye oldukça cazip imkânlar sunmuştur. Yani 'suçlu' son yapı taşı olarak; seyircidir.
Sinemanın asla kayıtsız kalamayacağı türden bir 'ince' hastalık olan verem, Yeşilçam'ın konumlandırdığı şekliyle, yalnızca; birbirine kavuşamayanların, aşk acısı çekenlerin, melankoli denizinde boğulanların, ayrılık kurbanlarının ve bir sevdaya düşen umutsuzların 'yakalanacağı' asillikte bir hastalıktır. Amansızdır. Güçsüz ve zayıf düşen ıstıraplar içindeki 'kurban' karakterin, üzüntü, elem, melal ve efkârla gittikçe daha da derinleşen dramatik yalnızlığı, ya finalde onu bekleyen 'şifa'sına kavuşmasıyla taçlanır ya da cenaze töreni olmaksızın kopan bir sonbahar yaprağıyla kedere uçarak kanatlanır. "Şifa bulmaz gönlüm senin elinden/Boşuna zamanı harcama doktor" şarkısı eşlik eder bu hüzünlü sonlara.
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Edip Cansever'in bir mendilin kanıyor olması üzerinden, aslında okura değil de, düpedüz kendisine sorduğu o cevapsız sorularından müteşekkil, yaradan sızan kan kıvamındaki o güzel şiirinin adıdır; Mendilimde Kan Sesleri. Mendil (beyaz) metaforu, türkülerin, şiirlerin, hikâyelerin, mektupların, ninnilerin, uzun havaların, deyimlerin ve deyişlerin 'aşk ve ayrılık' temsilidir. Sinemamızda da sıklıkla karşımıza çıkar bu metafor. Yeşilçam'ın ince hastalığı, beyaz mendilin üzerine kalpten gelen bir öksürükle işlenmiş o üç damla kırmızı kan lekesidir. Kamera yavaş aksiyonlarla beyazın içindeki o kırmızılığa doğru yakınlaştıkça karakterimizin umutsuzluğuna da ortak oluruz hep birlikte. İnce hastalığa yakalanan kurban karakterin senaryodaki yeri, ona acımamız istendiği için; 'ümitsizlik' ile 'büyük bir haksızlığa uğramışlık' arasında gider-gelir. 'Kurban' merhamet dilenmez, çekilen çilenin kutsallığıyla avunarak, aşkına asla bir halel getirmez.
Yeşilçamda ince hastalık -Boş Çerçeve gibi istisnai örnekler olsa da- akan gözyaşlarıyla demlenmiş elemin, kadınsı bir melankolisidir. Karşılıksız ya da 'hatalı' bir aşkın eşelediği yaranın sonucu olarak ortaya çıkar, kompozisyon buna göre çizilmiştir. Aşka karşı zafiyet/reaksiyon gösteren bedenin sahibi olan safi duygulu/kırılgan/ince ruhlu karakterin, bulunduğu durumu içselleştirerek/kabullenerek gösterdiği dirençsizlikle, pasif bir eylem olarak ölümü beklemesi ve 'yaşamak haramdır artık bana' felsefesiyle hareket etmesi, bu tipteki filmlerin olay örgüsünde olağan akıştan sayılır. Şifa çok uzaktadır, beyaz mendilde kan sesleri duyulur ve soranlara mutlaka 'iyiyim, biraz üşütmüşüm' denilir. Bu rollere de en çok Hülya Koçyiğit yakışır nedense.
Meseleyi dönemsel bazda şu anekdotla daha iyi anlayabiliriz; 1975 yapımı Hıçkırık filminde kuru öksürükleriyle hatırladığımız Nalan karakterine hayat veren Koçyiğit'ten önce bu rol Türkan Şoray'a teklif edilmiştir aslında. Yapımcı Hürrem Erman, sözleşmeye imza attığı halde Nalan rolünü oynamayan Türkan Şoray'a dava açsa da hâkim -yanak farkıyla- Şoray lehine karar verecektir. Gerekçesi de gayet makuldür; "Hürrem Bey, filmlerinizi çok seviyorum ama sanatçı emekçidir, onların aleyhinde karar olmaz. Zaten Türkan Hanım, yanakları al al bir kadın. Verem olsa da 10 yılda ölmez o kadın. Çekmek istediğiniz Hıçkırık filminde ise karakteriniz üç günde ölüyor."
Lütfi Ö. Akad'ın, Yaşar Kemal'in İnce Memed adlı eserinden yola çıkarak senaryolaştırdığı 1955 yapımı Beyaz Mendil ve bu filmin yeniden çekimi olan 1970 yapımı Beyaz Güller filmlerinde, ince hastalığa tutulan genç kıza tek çare olarak çam havası alabileceği, bol oksijenli, ferah ve temiz bir yerde yaşaması önerilmiştir. Film, bu çareyi bulmaya çalışan fedakâr erkek karakter üzerine bina edilirken, vereme çare olarak mevcut melankolinin dağıtılması adına -her iki anlamda da- doğaya, kıra dönüşün altı çizilir. Türk sinemasında, özellikle 2000 sonrası kuşakta bunun en iyi örneği Özcan Alper'in Sonbahar filmidir. Büyük fotoğraftan koparılmış tek kişilik bu hikâyede, cezaevinde ciğerleri iflas etmiş Yusuf'un dramı odağımızdadır. Film boyunca, ölüm duygusu ve dünyadan göç etmenin sancısıyla yüzleşen 'insan'ın burukluğu, pişmanlıktan bağımsız bir alanda konumlandırılarak, filmde sessizliği politize eden asıl duruma geri dönülür; yani gri ölüm. Yusuf karakterinin ciğerlerindeki son gücü/nefesi bir tuluma üfleyerek ölmesi büyüleyici bir kompozisyondur.
Dermanım yardadır sende bulunmaz
Kafka, veremden ölmeden iki ay önce günlüğüne şunları yazar; "Sohbet ederken hiçbir şey öğrendiğim yok, çünkü verem üstüne konuşurken herkeste bir çekingenlik, kaçamak davranışlar ve donuk bakışlar ortaya çıkmakta." Prag'da bir Yahudi olmanın sancısıyla tanıdığımız yazarımız, günlüklerinde veremden uzak bir boşluk gibi bahseder. Bu uzak ve derin 'boşluk' sanatı bir bütün olarak etkilemiştir. Avrupa'da roman ve şiirin bizde ise türkü ve sinemanın 'konusu' olan ince hastalık, pençesine aldığı Chopin, Moliere, Çehov ve Kafka gibi dehaların ebediyete göçmelerine sebep olmuş bir felakettir. Ruhu ve bedeni aynı anda esir alan bir felaket. Türk edebiyatında ise Memet Fuat, Cenap Şahabettin, Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu gibi değerli kalemlerin veremle boğuşmuş isimler arasında olduklarını görüyoruz. Yılmaz Erdoğan'ın dönemin iki genç şairi Onur ve Uslu'yu merkeze alarak çektiği Kelebeğin Rüyası filmi, Avrupa'da bir dönem romantizmle özdeşleştirilen bu hastalığın sinemamızdaki en yeni temsili olarak göze çarpar. Aynı Sonbahar gibi klişelerden arındırılmış temiz bir filmdir bu da.
Modern tıbbın ilerlemesiyle birlikte 'güçlü duygulara karşı zafiyet göstererek kanayan akciğer' adlı Yeşilçam efsanesinin aslında o kadar da efsane olmadığının ortaya çıkması sanatsal bir öngöründen sayılabilir mi, bilmiyorum. Ama psikolojinin fizyolojiyi etkileme derecesinin -yapılan son araştırmalar neticesinde- tahmin ettiğimizden çok daha yükseklerde seyrettiğini söyleyebiliriz. Duygular, organlarımızı tahrip edecek kadar 'etkili' olabiliyorlar bazen. Her şeye rağmen hâlâ bir kalp taşıyan insanoğlu için hal biraz böyle. "Bu dert beni verem eder" türküsünü fena halde ciddiye almalıyız belki de. Üzüntüden verem olan nice (Hülya) Koçyiğitleri de öyle. Şifa, eve geri dönmektir.