Uzak Doğu felsefesine göre ruh ve beden ilişkisi yatay bir eşlenik içindedir. Biri diğerinin eşitidir. Batı bu ilişkiyi bir alt-üst ilişkisi olarak değerlendirir. Batı’da her tür düalizm alt-üst ilişkisiyle nitelendirilir ve bunun sonucu olarak da bugün bir tür eşitlenme çabası hâkimdir. İslam düşüncesinde ise ruh ve beden ne bir eşlenik ne de bir alt-üst ilişkisidir; ruh ve beden birbirinin tamamlayıcısıdır.
Ruh ve beden bütünlüğü, bütün klasik felsefelerin ulaşmaya çalıştığı bir sonuçtur. Bize akseden ilk felsefi metinlere ve yazılı kaynaklara baktığımızda Doğu'da Çin ve Hint, Batı'da ise Grek medeniyetlerinin ruh-beden bütünlüğünü aradıklarını görürüz. Ruh-beden bütünlüğü ya da ayrımının araştırılması ise aslında gerçekliğin araştırılmasıyla ilgilidir.
Kutsal metinlerde ise ruh ve beden ayrımı yoktur; ya da daha doğru bir ifadeyle söyleyecek olursak, ruh-beden ayrışması veya zıtlığı söz konusu değildir. Kutsal metinlerde daha çok bir bütünlük var. Gök ile yerin, iç ile dışın bütünlüğü söz konusu. Fakat M.Ö. 5'inci yüzyıldan itibaren Doğu ve Batı toplumlarına kargaşa hâkim olmaya başlıyor. Bu kargaşa ruh ve beden bütünlüğü arayışının ortaya çıkması anlamına geliyor, çünkü bir şeyin bütünlüğünü ancak o bütünlük kaybedildiyse ararız.
Platon, Aristo, Sokrates vb. filozofların ortaya çıktığı ve yaşadığı dönemde Grekler, gelişmiş bir düşünce ortaya koydukları halde düşmanlarına mağlup olmanın neticelerini yaşadılar. Bu kargaşa onların toplum olarak bütünlüklerini ve kendinden eminliklerini kaybetmelerine neden oldu. Bundan da gerçekliğin ve bütünlüğün kaybedilmesi gibi bir sonuç ortaya çıktı. Filozofların ortaya çıkması da bu zamana dayanır, çünkü gerçeklik ve bütünlük algısı sekteye uğrar. Asıl ve suret arasındaki ayrımı bulmak isteyen düşünürler de bu konuda derinleşirler. Buradan da maddi dünyanın gerçek değil de sadece gerçeğin bir yansıması olduğuna dair bir düşünce çıkar.
Yin-yang, habis beden ve ilmü'n-nefs
Duyularımızla algıladığımız dünyanın kargaşası bizde kaygı uyandırır, bunun gerçeklik olduğu fikri tam olarak içimize sinmez, bütünlük hissi vermez. Bunun Doğu'daki karşılığı ise ak ile karanın, eril ile dişilin veya erkek ve kadının uyumu. Bu aynı zamanda ruh ve beden uyumu anlamına da geliyor. Yaygın bilinen şekliyle yin-yang. Batı'nın kavramlarından farklı olarak yin-yang felsefesindeki zıtların her biri birbirlerinin yatay eşleniğidir. Biri diğerinden üstün değildir, iki zıt kavram birbirini tamamlayarak bir bütün oluştururlar. Bu da varlığın tamamıdır.
Batı felsefesindeki ruh ve beden ayrımı, ruhun esas olduğu fikrine dayanır. Hıristiyanlık'ta da bunu destekleyen bir ayrımdan söz edebiliriz. Esas olan ruhtur, beden ise sadece bir suretten ibarettir. O yüzden de beden makbul değildir ve arızalardan oluşur. Bu, Ortaçağ felsefesini de belirler. Bedenin spontanlıklarından kabul edebileceğimiz, sözgelimi iştah, cinsel arzu vb. dürtüler bütünüyle kötü ve habis kabul edilir. Bedenin eksik olmasından kaynaklı bu habasetten arınmanın yolu da bedeni disipline etmeyi gerektiriyor. Bu da aslında neredeyse toplumsal bir ayrımı ortaya çıkarıyor. Bir yanda bedenlerini disipline ederek ruhlarını yüceltmiş seçkin sınıflar diğer yanda ise salt bedensel istekleriyle yaşayan barbar topluluklar. Ruhla ilgili şeyler sadece sanatsal ve kavramsal, bedenle ilgili şeyler ise incelik ve nezaketten söz edemediğimiz sadece hayvani bir dünya. Bu tasavvurla Batı dünyası modern döneme kadar geliyor.
Modern dönemde ego kavramı ortaya çıkar. Ego kavramıyla birlikte klasik ruh-beden ayrımı ortadan kalkmıştır. Bunun için de birey kavramıyla birlikte ruh ve bedeni birbirine yaklaştırma çabası söz konusu. Batı dünyası bu kavramlarla dünyaya hâkim olurken karşısında ise farklılık arz eden, Batı'ya direniş gösteren iki kültür var. Bunlardan biri Uzak Doğu diğeri ise İslam dünyası. Uzak Doğu, az önce anlattığım yin-yang yatay eşlenik düzenini devam ettiriyor.
Ruh ve beden dediğimizde biz aynı zamanda İslam felsefesi ve Batı felsefesinin bir diyalogunu da tartışmış oluyoruz. Bu ruh-beden bütünlüğü dediğimiz kavram bulutunun içerisinde ego kavramı var, bununla birlikte psikolojiyi de işin içine sokmuş oluyoruz. Bunların ötesinde bizim için ruh-beden deyince Batı'dan gelmeyen bir kavrayış da var.
Ruh, bizim inanışımıza göre bilinebilir olanın ötesinde bir kavram. Kuran-ı Kerim bize ruhu tam olarak çözemeyeceğimizi, ruhla ilgili bilgimizin sınırlı olduğunu vazeder. Bu nedenle İslam'da ruhla ilgili araştırmalar çok yaygın ve derinlikli değildir. Müslümanlar daha ziyade kalp ve nefs ile ilgili çalışmalar yapmışlardır.
Aslında nefs dediğimiz şey bir nevi psikolojideki ego kavramının öncelidir desek çok yanlış bir şey söylemiş olmayız. Kişinin isteklerini, ihtiyaç ve beklentilerini fark etmesini ve bunları uygun ortamlarda açığa çıkarmasını sağlayan içsel itici güç. Kendilik kavramını da bunun içine sokabiliriz ve ruh-beden bütünlüğü dediğimizde aslında egonun bütünlüğünden söz ediyoruzdur. Bunun İslam kavrayışındaki karşılığı ise kalp ile aklın uyumudur. Dolayısıyla burada, bedenin ruhun dışında, ruhun da bedenin içinde olduğu anlayışından ziyade aynı bünye içerisinde birbiriyle çelişen iki temel kuvvet ve bunların uyumu söz konusu.
Ruh-beden düalizmi İslam kavrayışında pek olmayan bir şey. Ruh ve beden bütünlüğü dediğimizde biz temelde kalp, nefs ve aklın birleşimi yani içsel olan yapımızı kastediyoruz. Anlamın oluştuğu ve toplandığı yapıyı kastediyoruz. Bu yapıya Batı terminolojisinde 'psişe' diyorlar. Bu kavramın Türkçede tam bir karşılığı olmamakla birlikte belki 'içsel yapı' diyebiliriz. Bu içsel yapıyı oluşturan şey ruh mudur, beden midir? Elbette ikisi birdendir. Hatta zihni de bunun içine katacak olursak üçü birdendir.
Ruh-beden ayrımı dendiğinde insanın ince ve kaba tarafının uyumu akla gelir ve bu Batılı bir şeydir ama bizde bu tam olarak böyle değil. Bizde olan şey akılla kalbin bütünlüğüdür. Biz ruhumuzla bedenimizin çeliştiğini pek duymak istemeyiz. Böyle bir çelişkinin bizde özsel olarak kaynağı ve karşılığı yoktur.
Batılılar genelde ruh ve bedeni ayırmaktan ve ruhu yüceltmekten haz duyarlar. Bedenin yok olması, ruhun kalıcı olması, beden yaşlanırken ruhun yücelmesi çokça söz edilen şeylerdir. Trajedi bizzat ruh-beden ayrılığı üzerine kuruludur ve bundan da garip bir haz duyulur. Bizim haz duyduğumuz şey ise madde ve mananın bütünlüğüdür. İslam inancında ebedi hayatta tekrar kendi bedenimizle diriltileceğimize ve organların şahitlik edeceğine dair bir inanış vardır. Bu da bizi ruhun ve bedenin birbirinden ayrı olmaktan ziyade birbirinin tamamlayıcısı olduğu fikrine yaklaştırır.
Bütün bunların ışığında ruh-beden ilişkisini üç farklı çerçevede incelemek mümkündür: Uzak Doğu felsefesine göre ruh ve beden ilişkisi yatay bir eşlenik içindedir. Biri diğerinin eşitidir. Batı bu ilişkiyi bir alt-üst ilişkisi olarak değerlendirir. Batı'da her tür düalizm alt üst ilişkisiyle nitelendirilir ve bunun sonucu olarak da bugün bir tür eşitlenme çabası hâkimdir. İslam düşüncesinde ise ruh ve beden ne bir eşlenik ne de bir alt-üst ilişkisidir; ruh ve beden birbirinin tamamlayıcısıdır. Tamamlayıcılık ne bir alt üst ilişkisiyle ne de bir eşlenik ilişkiyle tanımlanabilir. Bu denge ortadan kaktığında ne ruh ne de beden kendi başına sağlıklı kalabilir.
Ruhsal yaralarımızın bedensel karşılıkları var
İnsan ruhunun tarlaya atılmış bir tohum olduğunu tasavvur edebiliriz. Doğduğu an itibarıyla yıpranmamıştır ve bunun karşılığı olarak da kendini tanımayan bir yapıdadır. Bedenin üreyebilmesi ruhun da aktarılabiliyor olmasıyla ilgili. İkinci Dünya Savaşı sırasında anne-babasız kalmış yeni doğan bebekler üzerinde yapılan bir deneyde, yalnızca bedensel ihtiyaçları karşılanmış ve hiçbir şekilde tensel ya da ruhsal ilişki kurulmamış bebeklerin gelişimlerinin durduğu gözlemlenmiştir. Bu da demek oluyor ki, ruhsal ihtiyaçları karşılanmayan kişilerin bedensel fonksiyonları da bu ruhsal açlıktan ciddi şekilde etkileniyor. Ruhun aldığı yaraların bedensel karşılıklarının olması yeni bir görüş değil ve yalnızca bir inanış ya da düşünce olmanın çok ötesinde gözlemlenebilir bir gerçekliğe ve geçerliliğe sahip.
Yakınlarda yayımlanan bir makaleye göre, bedenimizdeki bedensel ağrıların önemli bir kısmı psikolojik faktörlere bağlıdır. Örneğin; omuz ağrılarının suçluluk duygularından, bel ağrılarının maddi kaygılardan, sırt ağrılarının güven eksikliği ve destek ihtiyacından kaynaklandığı söylenmektedir. Bu genellemelerin dışında vücuttaki her bir hastalığın ve ağrının kişisel nedenlerine inilebilir ve bunların psikolojik sebepleri tespit edilebilir.
İçsel yapımızı oluşturan bütün faktörlerin bedenimizi ne şekilde etkilediğine dair en çarpıcı örneklerden birisi, gerginlik ve migren ağrılarının, bu ağrıları çeken kişinin doğumunda kullanılan forseps'e (vakum aleti) dayandığının tespit edilmesidir. Beden yalnızca kendinden menkul bir nesne değil, bir arada çalıştığı bir intrapsişik yapı var ve bu yapıyı birbirinden ayırmak imkânsız. Dolayısıyla bizim ruh derken kastettiğimiz şey bir tür bütünlük hali. Bedenimizde olup biten her şeyin, yaşadığımız her bir anın birbirinin içine geçiyor olması ve birbirini etkiliyor olması hali.
Bedenimize yapılan her müdahale ruhumuzda bir iz bırakıyor ve bu iz, biz o bedensel etkiden kurtulsak dahi o içsel yapının içinde bir mühür olarak kalmaya ve bizi etkilemeye devam ediyor. Tersine; ruhsal anlamda yaşadığımız her müdahale ya da zorluk, o zorluk geçtiğinde dahi bedenin kayıtlarında bir yerlerde yazılı bir şekilde duruyor ve zihnimiz bunu hatırlamasa bile bedende bir ağrı, hastalık ya da rahatsızlık olarak ortaya çıkabiliyor.
Ruh ve beden bütünlüğünden anlamamız gereken şey, yaratıldığımız gibi olabilmek ve bu yaratılışı tanıyabilmektir. Ruhumuz nedir, biz kimiz gibi soruların cevaplarını bize yer yer bedenimiz söyler. Beden, madde dünyası ve bizim anlam dünyamızla ruhun irtibat noktasıdır. İçsel yapımızda neler olup bittiğini bazen bedenimizi dinleyerek anlayabiliriz. Bu, bizi aynı zamanda anda olmak, farkında olmak ve irade kavramlarına da götürür.
MELEK ARSLANBENZER KİMDİR?
Şair, psikodramatist, psikoterapist.