House’un seyirciyi bu denli kalbinden vurmasının sebebi polisiye türde bir dizi olmasından kaynaklanıyor. Aranan katil, hastalığın kendisi. Cinayet ise hastalık. Hastalığın tanısı konunca cinayet aydınlanıyor; hasta ya şifaya kavuşuyor ya da ‘elden ne gelir’ denilip ölüme uğurlanıyor. Bu uğurlanma dramında dahi, Doktor House’un tanıyı koymuş olmasının kesin zaferi var. Yani ‘Öldü ama hiç olmazsa sebebini biliyoruz’ tesellisi, jenerik aktıktan sonra sağlıklı hayatlarına dönen seyircileri pek rahatlatıyor.
Adem'in yaratılışı hakkında mitolojik bir hikâye vardır. Rivayet odur ki, Allah bütün evreni yarattıktan sonra insanı yaratmak üzere Cebrail'den dünyaya gidip bir parça toprak almasını istemiş. Cebrail tam toprağı kazacakken, toprak birden dile gelmiş: "Dur, neden bir parçamı alıyorsun?" Cebrail eşref-i mahlûkatı yaratmak için Allah'ın kendisini gönderdiğini söyleyince, toprak telaşa kapılmış birden: "Sakın yapma. Eğer insan benden bir parçayla yaratılırsa beni kurutur, paramparça eder" demiş. Cebrail, eli boş Allah'ın yanına varmış ve olanları anlatmış. Allah aynı vazifeyi bu defa Azrail'e vermiş. Azrail toprağın yanına varmış. Toprak tam dile gelip dur demeye kalkmadan, "Emir kat'i!" deyip topraktan bir parçayı söküp almış ve Allah'ın yanına varmış. Allah Azrail'in emri yerine getirmedeki kesinliğine karşılık olarak onu, insanın canını bedeninden ayırmakla vazifelendirmiş. İnsanlar arasında kötü bir üne sahip olmaması için de "Üzülme, ben onlara bir sebep veririm, ölümlerini o sebepten bilirler" diye buyurmuş. Öyle ya, hepimiz ölümü hastalıktan, kazadan, yaşlılıktan biliyoruz. Vademizin tam vaktinde dolduğuna inanmak zor. Eceliyle ölmek, illa makinenin pilinin bittiği zamana tekabül etmiyor dediğimiz vakit, çoktan unutulmuş bir şeyden söz açmış oluyoruz aslında.
Modern dünya ölümün görmezden gelinerek yaşandığı bir yerdir. Sağlığımız adına tertip edilen ve adına 'modern tıp' denilen tezgâh, ölümü unutturacak ümitler bahşetmek için vardır. İç organlarımızın farkına varalı beri, hastalıkla olan ilişkimiz daha da kuvvetlenmişe benziyor. Yaşama biçimlerimizin bizi soktuğu hal ortada; çoğu panik bozukluk (yani ölüm korkusu) tabanında gelişen ve sayıları giderek artan hastalıklarımızla artık çok daha uzun bir ömür yaşayabiliyoruz. Evet, istatistiki olarak insanın ölüm yaşı ortalaması yükseldi. Fakat bu sizce iyi bir haber mi? Yani daha uzunca bir süre yaşamak? Endişeden ve korkudan uzak isek, ne âlâ! Ama her şeyden vesvese üreten bir zihinsel işgalin ortasında, ölüm bildiğin kurtuluş gibi duruyor. Artık devir değişti ve insanlar istikametlerini yüz seksen derece değiştirdi. Check-up kuyruklarına doğan insanların dillerine pelesenk olan söz şu: "Önce sağlık, sonra para!"
İvan İliç'in Sağlığın Gaspı adlı o muhteşem kitabını okumadıysanız, muhakkak okuyun. Modern tıp denilen kara ahtapotun şifa bahşetmekle, size kendini nasıl bağımlı kıldığını göreceksiniz. Bağımlısı olduğunuz şeyin nefesiniz olduğunu fark ettiğinizde, onu unutarak yaşıyor olmanın lüksünü de apansız kaybedeceksiniz. İnsanın ölüm korkusuyla etrafa saçtığı endişeyi, bir hasta kimliğine bürünerek nasıl absorbe ettiğine şahit olacaksınız. Seyredin, hemen bütün insanlar bedenlerini birer makine gibi üzerlerinde taşıyor artık. Arıza çıkarır çıkarmaz, ölüm denilen kara kuyuya atılacak bir makine... Unutuşun büyük tarihi; bedenin 'taşınan' değil, 'taşıyan' bir vesait olduğu bilgisini çoktan yuttu bile. Kabuk öncelenince, muhteva da sırra kadem bastı. Bildiğimizin bize sır olmasına, unutmak deniyor insan içlerinde.
Doktor House dizisi ölüme çelme takan ol cümle vesvesenin üzerine fevkalade isabetli bir prodüksiyon. Modern tıp, yapabilecekleri hususunda hudutsuz bir algı koyuyor ortaya. Ölümden ölesiye korkan seyirci de, olan biteni bir teselli iştahıyla kargatulumba dolduruyor aklına. Hayır efendim, bu yazının müellifi olmanın yanı sıra Doktor House'un da bir meslektaşı olarak baştan söyleyeyim, tıpta hiç de öyle dizide gösterildiği gibi olaylar olmuyor. Daha doğrusu, olaylar hiç de öyle dizide gösterildiği gibi gerçekleşmiyor. Dizi, polisiye duygusunu ziyadesiyle tattırmak amaçlı kitabına uydurulmaya çalışan bir kurgudan ibaret. Yani klişe ifadeyle; böyle şeyler yalnız filmlerde olur yavrucuğum. Kitabına uydurma hususunda epey başarılı oldukları söylenebilir. Yani ekranda izlediğimiz tıbbi müdahaleler, kullanılan teçhizat, tanı ve tedavi metodolojisi üzerine pek açık vermiyorlar. Günümüzde, Amerika'da yaşanan 11 Eylül'ün bile bir animasyon stüdyosunda kurgulandığı komplosu konuşuluyorken, insan sağlığı hakkında 'acı' etrafında konuşlanmış asgari felaket teorisyenliğinin, modern insan kuyularında elbette büyük bir karşılığı oluveriyor.
Doktor House, bir tanı koyma uzmanı. Neyin tanısını koyuyor? Sebebi anlaşılmayan hastalıkların. Çalıştığı hastanede bu iş için özel bir departman bulunuyor. Hastanenin yöneticisi de, bir türlü kavuşulmayan sevgili... House'un kendi adamları var. Her biri alanında uzmanlaşmış genç hekimler, yani talebeleri... Bir de dostu, çilesini çeken, yükünü taşıyan bir meslektaşı... Sinemaseverler Dr. Gregory House'un onkolog dostu Dr. James Wilson'u canlandıran Robert Sean Leonard'ı Ölü Ozanlar Derneği'nden beri tanırlar. Diğer oyunculara girmeyeceğim ama Robert Sean Leonard'a bir selam göndermeden de edemeyeceğim. Ne de olsa gözyaşlarımızın hakkı bazı filmlere rezerve ve bazı oyuncularda saklıdır, öyle değil mi?
Bu diziyi baştan sona size izleten aslında nedir diye merak ediyorsanız, bu soruya vereceğiniz tek cevap hiç şüphesiz Hugh Laurie'dir. Dr. Gregory House'u canlandıran bu hiperaktif adamın on parmağında on marifet var: İki albümü olan bir müzisyen, iki romanı olan bir yazar, iki kez altın küre alan bir aktör, yönetmen, şarkıcı ve tabii ki büyük bir komedyen. Google'a Hugh Laurie yazınca karşınıza çıkan dünya, size günlerce kendini gezdirecek türden. House'un seyirciyi bu denli kalbinden vurmasının bir başka sebebi ise polisiye türde bir dizi olmasından kaynaklanıyor. Aranan katil, hastalığın kendisi. Cinayet ise hastalık. İpuçları, hastanın semptomlarının ve kişisel tarihinin (anamnezinin) altında yatıyor. Hasta, sebebi bilinmeyen hastalığıyla servise yatıyor ve bölüm başlayıveriyor. Seyirciler transa geçtikleri koltuklarında, yerin yüzeyinde hiç kimsenin sahibi olmadığı bir dehayı seyretmenin zevkini, günün birinde tıpkı onun gibi birer dâhi olmanın hayaliyle birlikte yaşıyorlar. Hastalığın tanısı konunca cinayet aydınlanıyor; hasta ya şifaya kavuşuyor ya da 'elden ne gelir' denilip ölüme uğurlanıyor. Bu uğurlanma dramında dahi, Doktor House'un tanıyı koymuş olmasının kesin zaferi var. Yani 'Öldü ama hiç olmazsa sebebini biliyoruz' tesellisi, jenerik aktıktan sonra sağlıklı hayatlarına dönen seyircileri pek rahatlatıyor.
Dr. House karakteri, şifayı dağıtan el mağrurluğuyla kendi bacağını sakatlayan kesintisiz bir ağrıyı da barındırıyor. Elinde bastonu ile yürürken aksayan doktorumuzun bu hali, acizliği anıştırdığı yerden bakınca diziye dair en sahih özeleştiri mahiyetinde. Diziyi seyrederken House'un bacağının ağrısını hissetmeniz mümkün. Öyle ki, o ağrıyı ortadan kaldıran Vicodin adlı ilacın siz de bağımlısı oluyorsunuz. Sadece House'un değil, diğer hastaların başına gelenleri de, yine irkilme ile karışık bir merhametle seyretmeniz mümkün. Ölüm alabildiğine korkutucu, beden arıza çıkaran bir makine, modern tıp ise bu âlemin tillahı. İlaçlar, bıçaklar, rasyonel duvarlarla örülü egosantrik bir hapishaneden firar eden duygusal kaçamaklarla yürüyen bu hayat; sansasyonel olduğu kadar ilgi çekici, ilgi çekici olduğu kadar sansasyonel. Yine çok zekice bir hareketi seyirciye hazırlayan replikler, muhteşem oyunculuklar, pek yerinde bir sinematografi ile göz açıp kapayana kadar bitiveren bir 'episode' daha. Yo hayır, lütfen durmasın. Hemen gelsin yenisi, bir daha, bir daha!
Kenan Rıfai Hazretleri 1949-50'li yıllarda kronik bronşite yakalanmış, onu çok rahatsız eden sürekli bir öksürük bir türlü geçirilememişti. Dostlarından biri, "Aman bu öksürükten illallah" deyince, Hz. Pir şöyle buyurmuş:
"- Niçin böyle söylüyorsun? O bana bir misafirdir. Ben onu evime gelen bir misafir gibi hoşlarım. Şikâyet bize yakışır mı? Gidecekse, hoşlukla gitsin."
Hastalığı misafiri olarak telakki eden pek fazla kişi kalmadı artık çağımızda. Hepimiz günü geldiğinde gömülecek bedenlerin içinde birer gönülüz esasında. Şifayı arıyorsak, evvela o gönlün şifası üzere yaşamamız gerekiyor amma... Gelin görün ki, bizi ölümden ve acıdan kurtardığı ölçüde meşhurlaşan doktorların dünyasında, ruhbanların payına yalnız deli muamelesi düşüyor. İnsan da, sistematik bir şekilde maruz kaldığı bu dezenformasyon denizinde boğulup, hikmetten uzaklarda bir yerlerde üşüyor. Dermanı para eden hastalıklar dünyanın en büyük laboratuvarlarında imal edile dursun, derdini derman eyleyeni bizim Doktor House dahi anlayamıyor. Doktor House'un değil de, bir ihtimal Hugh Laurie'nin anlayabileceği bir dilden, Şah Hatayi buyursun da, biz de "şifa Allah'tan!" diyerek şu dertli yazıya son mimini koyalım:
"Bir derdim var, bin dermana değişmem."
ALPER GENCER KİMDİR?
Tıp doktoru, şair.