Mustafa Akar: İlahi rabıta koptu hastalıklar arttı

İlahi rabıta koptu hastalıklar arttı
Giriş Tarihi: 4.01.2016 15:19 Son Güncelleme: 15.01.2016 15:42
Mustafa Akar SAYI:20Ocak 2016
Son yıllarda Dokuz Yüz Katlı İnsan ve Nefs Psikolojisi kitaplarıyla dikkat çeken Dr. Mustafa Merter ile modern insanın şifa arayışını konuştuk. Var olan psikoloji ve psikiyatri ekollerinin psikolojik yozlaşmaya mani olamadığını söyleyen Merter, paradigmanın dışına çıkarak ürettiği alternatif ekole 'Nefs Psikolojisi' adını veriyor ve şöyle diyor: "Son 30 senede Türkiye'deki kaygı artış oranı ergenlerde yüzde 90. Diyelim ki veremde 30 senede yüzde 90 artış olacak olsa Türkiye birbirine girer, sağlık bakanı istifa eder, sağlık politikaları gözden geçirilirdi. Biz çok büyük bir aymazlık içinde bu işi görmezlikten geliyoruz. Görmezlikten gelmemizin sebeplerinden birisi de bu işe çare olabilecek psikiyatri ve psikoloji camiasının bu işi nasıl durdururuz, nasıl stabilize ederiz, nasıl düzeltiriz sorularına cevapları yok."

Nefs Psikolojisi kavramının nasıl ortaya çıktığından başlayalım isterseniz?

Şöyle anlatayım, son 15 senedir bizim değerlerimizden hareket ederek insan psikolojisini anlamaya çalışan bir ekolün inşası için çalışıyorum. Bu niye gerekiyor? Var olan psikoloji ve psikiyatri, zamanımızdaki psikolojik yozlaşmaya mani olamadı. Depresyon, kaygı, narsisizm, bağımlılık gibi psikolojik rahatsızlıklar psikoloji ve psikiyatri bilimine rağmen artıyor. Mesela tıpta enfeksiyonel hastalıklar çok büyük oranlarda artıyor olsa hekimleri, "Nerede yanlış yapıyorsunuz?" diye sorgularlardı. Buna rağmen biz insanlığın bu gidişatını durduramıyoruz. "Biz şimdi neyi yanlış yaptık?" sorusunu sormamız lazım. Ayrıca var olan ekollerin bu gidişattan sorumlu olduklarından hareket ederek şu soruları da sormamız lazım: 'İnsan nedir?' Siz bize insan şudur, şudur dediniz. Mesela Batı medeniyeti bilinç dışının keşfiyle 1900'lerin başından itibaren 'İnsanın aslı kötü ve kaostur' diyor. Madem aslımız kötüyse biz neyi düzelteceğiz? Ne yapmamız gerekir? İnsanın bu durumunu idrak etmemiz gerekir. Hâlbuki biz İslam ve tasavvufla temas edip bunu anlamaya çalıştığımız zaman Kuran'ı Kerim'de "Biz insanı en güzel şekilde yarattık" hakikati ile karşılaştık. Demek ki bütün teorinin daha temel taşlarından bir tanesinde, insana yaklaşımda hata yapılarak, bu hatalar üzerine bir ekol inşa edilmiş. İnsanın aslında kötü olduğu, kadın-erkek ilişkilerinde kadının ikinci sınıf bir varlık olduğu vs. Freud'un teorilerinden bahsediyorum. Dolayısıyla son 20 senedir bu duruma alternatif bir ekol inşasına çalışarak 'Nefs Psikolojisi'ni ortaya koyduk ve çok büyük bir dirençle karşılaştık ekolümüzü anlatmaya çalışırken. Bu direnç, Batı ekollerini benimseyen materyalist paradigmadan geldi. Çünkü psikiyatri camiası o paradigmanın kontrolü altında. İşin içine maneviyat girdiği zaman, çok komik bir şey diyorlar, "Siz bunu ampirik olarak kanıtladınız mı, bunun bilimsel temelleri nedir?" Biz de diyoruz ki, "İnsanın aslının kötü olduğuna dair sizin bir kanıtınız var mı?"

İnsanın kirliliğinin doğuştan gelmesi meselesi Hıristiyanlığı akla getiriyor. Paradigmanın böyle bir dayanağı var mı?

Tabii. Yozlaşmış Hıristiyanlığa dayanıyor. Norman O. Brown, Protestanlığın doğuşunu anlattığı Ölüme Karşı Hayat adlı kitabında Protestanlığın analizini yaparken dünyanın gerçek hâkiminin şeytan olduğunu söylüyor. Yani insanın dünyada şeytana ve kötülüğe karşı yaptığı mücadelede hiçbir şansının olmadığını vazediyor. Bu kitap Türkçeye tercüme edildi, ibret gözüyle okumak lazım. Yani bu dünyada yaptığım mücadelede şeytana karşı hiçbir şansım yoksa, o zaman çok rahat bir şekilde yaşarım, günümü gün ederim.

Bu sayımızda dosya konusu olarak şifa kavramını seçtik. İnsanoğlunun şifa arayışını çeşitli şekillerde işlemeye çalışacağız. Hep bir ana akım var, onun dışında söylenen her şey alternatif oluyor. Maneviyattan beslenen Nefs Psikolojisi'nin ana akımda ya da hâkim paradigmalarda bir yeri olabilir mi?

Çok güzel bir soru, hâlihazırdaki materyalist paradigmayı tarif etmek için bir daire çizelim. Bu dairede tıp da, felsefe de, sosyoloji de var. Bütün bilimler bu daire içindedir ve paraleldir. Hepsi materyalist, yani insanı sadece maddi yönünden hareket ederek ele alan bir teoriler toplamı. Bu paradigmada olmayan bir şeyi söylediğiniz zaman hemen bir dirençle karşılaşıyorsunuz. Tesis etmeye çalıştığımız ekolde naslardan hareket ederek yani Rabb'ul Âlemin'in yarattığı ve siz şusunuz diye anlattığı insan modelini delil olarak kullanıyoruz. Bu nasların (Kuran-ı Kerim ve sünnet-i Resulullah) inceliklerini açıklayan, Hz. Mevlana gibi tasavvuf büyüklerinden hareket ederek bir teori oluşturuyoruz. Bizim delilimiz Kuran'dır. Bana bu söylediklerimin ampirik delili nedir diye sordukları zaman şunu diyorum; sizin üzerine inşa ettiğiniz medeniyetin ana dinamiklerinden bir tanesi olan psikanaliz hangi oranda ampirik olarak kanıtlandı da, siz kalktınız bana bu soruyu soruyorsunuz? Çünkü ana prensibin oturduğu temel taşlardan bir tanesinin delili yok. Çocuk kirlidir, insanın aslı kötüdür, kadın ikinci sınıf bir varlıktır diyen bir medeniyetle karşı karşıyayız.

Bir paradigma değişimi olacak o zaman. Çünkü anladığımız kadarıyla Nefs Psikolojisi'nin aynı paradigmanın içinde yer bulmasının imkânı yok.

Evet, burada paradigmanın dışına çıkıyorsunuz. Ama paradigmanın dışına çıktıktan sonra bizim söylediğimiz nefs yapısı ile ilgili şeyler, ampirik olarak, yani laboratuvarda bilimsel metotlarla teyit edilmez manasına da gelmiyor. Örneğin, kaygı. Kendi terapilerimde defalarca müşahede ettim. Maneviyatla tanıştıktan sonra insanlar depresyondan çıktı, kaygı düzeyleri azaldı. Bir paradigma değişiminin başlangıcındayız. Ama gidişatı anlamamız için mesela şu çevre kirliliğine bakın. İnsan kendi kendini ve dünyayı niye mahvediyor? Olay o kadar vahim ki. Eğer biz paradigma değişimini yapabilirsek bunun da nedenini anlayabileceğiz. İnsanlık niye intihar etmenin eşiğine geldi? Bu bir zaruret mi? Materyalist paradigma bu soruların cevabını daha iyi biliyorsa versin sorun değil, ama veremiyor. Zaten bir asırdan beridir veremedi.

Nefs Psikolojisi'ni tasavvuf ekseninde geliştiriyorsunuz. Tasavvuftan nasıl yararlanıyorsunuz? Bilgi olarak mı yoksa deneyimler açısından mı?

Tasavvuf ekolleri ve tarikatlara manevi tekâmül akademisi diyorum ben. Tasavvuftaki insan modelinin eğitimi anlamında ilgileniyorum. Eğitim ve irşat metodu. Aslında insan eğitilmez, bu temel bir yanlıştır. İrşat etmek demek, insanın doğruyu bulmasını teşvik etmek demektir. Mürşitler böyle yaparlar.

Mürit de ona irade göstererek tabi oluyor.

Evet, mürşid-i kâmil farkına varmadan bize bir ayna tutar. Biz de bu aynada kendimizi görüp yavaş yavaş düzelmeye başlarız. Mümin, müminin aynasıdır. Esas iş müritte biter. Fakat bizi esas ilgilendiren tasavvufun insan mevzuunda ne dediği. Bunu da ikiye ayırıyoruz. Bir, psike'nin analizini yaparsak, psike'ye karşı alternatif olarak baktığımız zaman nefs dediğimiz yapı nedir? Birinci sorumuz budur. Bir kere psike nefs değildir bunu anlamalıyız. Psike iki boyutlu bir yapıyken, nefs üç boyutludur. Peki, nefs dediğimiz yapının dinamiği nedir? Mesela Freud'un teorisine baktığımız zaman bir işlevsel, bir de yapısal tarafı var. Yapısal teoriyi anlamamız için deniz üzerinde yüzen buzdağı örneğini verirler. İşte buzdağının su altında kalan kısmı id'dir, ego'dur. Su üstünde kalan kısmı da ego'nun diğer kısmı ve süper egodur. Çocuksu bir yapısal teori. İkinci soru ise bu yapıda hüküm süren kurallar, biz bu yapının bu manada dinamiğini de anlamaya gayret ediyoruz. Yani tasavvuf birikiminden hareket ederek insan nedir ve nasıl var olmalıdır, amacımız bu.

Kuran-ı Kerim'deki nefs tanımları ve onun sünnet yoluyla insanlara aktarım metotlarını kullanıyorsunuz. Bu anlamda tasavvuf ve psikolojiyi de birbirinden ayırmıyorsunuz sanırım?

Kuran-ı Kerim ve onun yorumu olan tasavvuf zaten psikolojidir, ama ilahi psikoloji, yani bizi yaratan Rabb'ul Âlemin'in psikolojisi. Açıklayalım… Ayette buyrulur ki: "Biz ayetlerimizi insanlara afakta ve kendi nefslerinde göstereceğiz/Fussilet 41/53" Bu şu manaya geliyor; ayetler sadece Kuran'da değildir. Şu an dışarıyı seyrederken de ayetler ve anlamlı işaretlerle temas halindeyiz. Diyelim ki gözlerimizi yumduk, namaza durduk, Kuran okuyoruz, herhangi bir şekilde ibadet ediyoruz, işte iç ayetlerimizle karşı karşıyayız. Demek ki üç ayet var. Birincisi Kuran-ı Kerim vasıtası ile bize tebliğ edilen ayetler, ikincisi afaki ayetler, üçüncüsü de nefsimizde müşahade ettiklerimiz. İşte biz enfüsi ayetleri anlamaya çalışıyoruz. Bir de, bu yaşıma kadar bu işe girmediğim için utanıyorum, bir Kuran tefsiri üzerine çalışıyorum. Kuran-ı Kerim'in enfüsi bir çalışmasını yapmaya gayret ediyoruz. Bu gayretler çerçevesinde çok ilginç bazı şeylerle karşılaşıyoruz. Mesela bir örnek vereyim size: Hz. Musa ve Firavun kıssasında İbn Arabi hazretleri (Tefsiri Kebir ve Te'vilat) çok ilginç bir yaklaşımda bulunuyor. Bebek Musa'yı insanın içindeki tekâmüle, önü açık olan potansiyelin bir sembolü olarak görüyor. Peygamberlik öncesi Musa'yı da gelişmiş bir insan potansiyeli olarak görüyor ama ilginçtir Firavun'a nefs-i emmaredir diyor. Bakın nefs yapısının bildiğimiz yedi mertebesini Kuran'da geçen bir kıssanın tevilinde başka bir şekilde bize sunuyor. İşte Firavun'un veziri Hâmân, pragmatik akıldır diyor. Firavun'a diyor ki; "Sen neden buna uyacaksın? Sen âlemlerin hükümdarısın." Firavun'un zevcesi Hz. Asiye'ye de nefs-i mutmainne diyerek çok ilginç bir yorumlama getiriyor. Ve biz yavaş yavaş şifreleri çözerek ayetlerin enfüsi manalarını anlamaya çalışıyoruz. Mesela çok duyduğumuz 'huri' kelimesinin bir anlamı da ne biliyor musunuz? Ha-re-re mastarından geliyor. Bu mastarın anlamlarından bir tanesi de 'hürriyet'tir. Yani enfüsi açıdan baktığınızda cennet ve cehennem daha bu dünyadayken yaşadığımız birer 'hâl' olduğuna göre (yanlış anlaşılmasın ahireti inkâr etmiyoruz), nefs katlarında yukarılara doğru tekâmül etmek bize hakiki hürriyeti sunuyor. Cehennem de bize anlatılan manada ateşler içinde bir çukur, kaynar kazanlar tarzında bir yer değil, içimizi yakan bir 'hâl'. Özet olarak daha bu dünyadayken varoluş tarzımıza göre cehennemi de cenneti de yaşayabiliriz. Biz bu halleri derunumuzda taşıyoruz ve bütün bunlar psikolojinin üçüncü boyutu.

Peki, klasik tefsirlerdeki huri tanımına ne diyorsunuz?

Enfüsi yorum boyutu olmadan Kuran-ı Kerim tefsiri maalesef büyük yanlışlar getirebiliyor. Mesela bir başka misal, "Onların başlarından aşağı kaynar su dökülecek/Hacc 22/19, "Hamim" kelime-i tayyibesi. Bizlere esasında yakıcı ümitsizlik hâli anlatıyor. Bu söylediğim manada tefsir ve tevil alanında çok ciddi bir kelime analizi, yani ilmül meani çalışmamız lazım.

İslam'ın iki boyutu vardır. Biri mükellefiyet biri de muhabbet boyutudur. "Benim rahmetim gazabımı aşmıştır" diyor Allahu Teâlâ. Muhabbet boyutundan nasibini almamış kişilere bütün bu söylediklerimiz hiçbir şey ifade etmez. Ama şunu da unutmamak gerekir ki hepimiz elbette mükellefiyet boyutuna da riayet etmekle yükümlüyüz. Ashab-ı muhabbet alanına girmek için de yine psikoloji lazım.

Bu yöndeki çalışmalarınızı daha geniş kitlelere nasıl anlatacaksınız? Türkiye ile mi sınırlı kalacak.

Nefs Psikolojisi'ni İngilizce anlatan bir kitap çalışması içerisindeyiz. Everything is Perfect olacak kitabımızın ismi. Bir İngiliz redaktörle bir çalışma yapıyoruz ve Nefs Psikolojisi'nin bütün temel dinamiklerini İngilizce bir kitapta toparladık. Hakikaten öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki, mesela meratib-i nefsaniyeye (nefs katları, mertebeleri) baktığımızda, bizim var olabileceğimiz konum sadece şu nefs-i emmare mertebesi değil, yani üst katlara doğru tekâmül mümkün. Ama bütün Batı psikolojisi tek bir varoluş konumundan hareket eder, üstünü bilmez.

Burada akla NLP kitapları geliyor. İçindeki devi uyandır, kendini gerçekleştir diyen kişisel gelişim anlayışı. Siz bu verilerin tam karşısında bir yeri işaret ediyorsunuz.

Harita ya da rehber olmadan size deniliyor ki, sen tek başına Everest'e çıkabilirsin. Bu çok tehlikeli bir şey. Çünkü üst âlemlere doğru kendi çabalarınla gitmeye kalkınca insanlar orada kaybolabiliyorlar. Psiko-spiritüel krizler yaşayabiliyorlar. Aldatmacaların en büyüklerinden bir tanesi nedir biliyor musunuz? Diyelim ki ben günde 10 saat meditasyon yapacağım ve bir şekilde bu manevi yolculuğa çıkacağım. Ama burada tek başıma olduğum için yaşadığım hâllerin rahmani olup olmadığını bilemiyorum. Manevi arayışlara girenlerin içerisinde en bariz örneklerden biri İsviçreli psikiyatr Jung'dur. Jung, Kırmızı Kitap'ta kendi deneyimleri sonucunda Abraskas dediği şeytana teslim oluyor. Bütün gnostik ekollerin trajedilerinden bir tanesidir bu. Sadece akıl yoluyla girilen hakikat arayışının en büyük tehlikesi insanın nefsinin menfi yönlerinin tesiri altına girmesidir.

İnsan güzel bir rüya gördüğünde veya bir tevafukla karşılaştığında aklından bir şey geçiriyor ve onun cevabını görüyor. Kendini ayrıcalıklı ve özel hissediyor. İlahi âlem ile bir temasa geçtiğini hissediyor.

Biraz evvel söylediğim ayetlerle temas meselesi burada söz konusu olan. Rabbul Âlemin bizi afaki ayetlerle (çevre farkındalığı) dünya hayatının rüyasından uyandırmaya çalışıyor. Herkeste aynı oranlarda değil fakat. Kabı aldığınca. Mesela bazı insanlar gördükleri rüyaları anlatıyorlar bana, gıpta ediyorum, latife olarak, nasıl görüyorsunuz bunları diye soruyorum. Çok anlamlı bir ilişkiler âleminde yaşıyoruz. Her şey birbiriyle bağlantı hâlinde ancak biz bu tevhidi göremiyoruz. Ama Rabbimiz tevhit kapısını bazen azıcık aralıyor ve biz fakirlere ümit vermeye devam ediyor. Ama bunun da bir tehlikesi var. Bunları nefs-i emmarenin gözüyle görürsek kendimize bir pay çıkartabiliriz ve bir enaniyet de verebilir bize. 'Bak gördün mü ben artık oldum', 'Ben bunları bunları yaşıyorum, biliyordum senin telefon açacağını, hislerim çok kuvvetli' filan gibi çok büyük de bir tehlikesi var. Tasavvuf bize bu olayların paylaşılmamasını, sır olarak tutulmasını öğütler.

Söylediklerinizden anladığım kadarıyla rüya bizim için ampirik bir araç. Peki, bu rüyaların şehvani ya da Rabbani olduğunu nasıl anlayacağız?

Ehline sorarak. Bir kere rüya herkese anlatılmaz. Rüya anlatmanın en büyük tehlikelerinden bir tanesi ilk yorumun çıkmasıdır. Bakın bu çok çok tehlikeli bir şey. Biliyor musunuz, yüz binlerce psikiyatr bunun eğitimini almadan terapi esnasında rüya yorumu yapmaya kalkıyor. Rüyanın ilk yorumu yanlış yapılırsa rüya o şekilde de çıkabilir. Yani şu manaya geliyor, ehil olmayan kişi rüya yorumlarsa zarar verebilir kişiye. Özel eğitim almış, ihtisas sahibi olmuş insanların sayısının artması lazım. Bu bir. İkincisi, rüyada bize ne gösteriliyor? Şehvani gibi gelen bir rüya rahmani hâle nasıl dönüşebilir? Diyelim ki rüyada kendimi bir kavgada gördüm. Üç kişiyi bıçakladım vs. Böyle bir rüya sembolü nasıl rahmani hâle dönüşebilir? Rüyanın bize ders vermek amacıyla geldiğini düşünelim. Mesela çok sevdiğiniz bir arkadaşınız var. Ama bu arkadaşınız insanların kalbini kırıyor, kabalık yapıyor vs. Onu birkaç kez uyardınız yapma şunu diye. Ama arkadaşınız ısrarla anlamıyor. Gizli kameraya aldınız arkadaşınızı. Sonra bir gün eşref saatinde vakti merhunu geldiği zaman arkadaşınıza bu görüntüleri izlettiniz ve 'yahu ben nasıl da insanların kalbini kırmışım böyle' dedi. Ne yaptık? Bir hadiseyi ibret gözüyle ele alarak düzeltme kapısı açmaya çalıştık. İşte menfi rüyalarımız da bizim bu değişik hallerimizi, yönlerimizi gösteriyor aslında.

Çocuk nefsi azgın nefis olarak bilinir. Nefsi emmare. Acıkınca hemen yemek ister, ağlayınca susturulmak ister, uykusu gelince uyumak ister. İnsan olgunlaştıkça, büyüdükçe ya da Foucault'nun dediği gibi belki disipline edildikçe bunları terbiye eder. Şu an yaşadığımız kapitalist kültür, insanı o çocuk nefsine döndürmeye çağırıyor. Estetikle ilgili kaygıların hiçbiri gerçekten sağlığımızla ilgili değil, haz verici şeylerin hiçbiri mutlulukla ilgili değil. Fakat toplumda sürekli artan depresyon, anksiyete, kaygılar, bu bizi fasit bir daireye sokmuyor mu?

Bazı şeyleri mecazlarla, sembollerle anlatmak lazım. Nefs-i emmareyi neye benzetebiliriz? Biraz komik olacak ama bir binek hayvanına benzetebiliriz. Tasavvuf bunu çok sık kullanır. Nefs-i emmare azgın bir at gibidir. Terbiye edilmemiş azgın bir atın üzerine binerseniz hayvan istediğiniz istikamete gitmez, kendi istediği istikamete gider, olmadık şeyler yapar, dolayısıyla sizin hayatınızı tehlikeye sokabilir. Nefs-i emmare atının en azgın olduğu dönem ergenlik ve genç yaş dönemidir. Bu dönemlerde at ne kadar çabuk terbiye edilirse, o kadar istifade edebileceğimiz bir hâle dönüşür. Dervişler arasında çok komik bir tabir vardır, birisi bir hata yaptığı zaman, 'Hayvanına çüş de' derler. Sen hayvansın demez yani. Demek ki atın bir de binicisi var. Yani her insanın bir aklıselimi, sağduyusu, vicdanı, doğruyla yanlışı ayırt edebilecek asli bir gücü, kuvveti vardır. Asli gücü, kuvveti teşvik edersek, belli bir süre sonra nefs-i emmare konumundaki insan yavaş yavaş sahnede olup biteni yukarlardan seyretmeye başlar ve sahneye müdahale edip kendisine zarar verecek yönleri bertaraf eder. Yani nefsin ikinci mertebesi olan nefs-i levvame konumundan olup biteni görebilir. Nefs-i levvameyi iki başlı insan olmaya benzetirler, bir at başı, bir de insan başı. Olup biteni yukarıdan görebilmek ve vakit kaybetmeden anında müdahale etmek. 'Dur ya sen ne yapıyorsun' diye kendine sormak. 1.500 lira maaşım var, 1.000 liralık cep telefonu alıyorum, at diyor ki 'isterim alacaksın', bildiğimiz temel zaafları, hırs, şehvet, ihtiras, öfke gibi gitgide denetleyebilir hâle gelme potansiyelini insan içinde tanır, ne zaman? Söz dinlerse, yani kullanma kılavuzunu okursa. Kuran, hadisi şerifler, ondan sonra da tasavvuf büyüklerinin söyledikleri…

Psikoloji açısından Türkiye'nin genel durumu ile ilgili düşünceleriniz nedir?

Genel durum dediğiniz şeyin psikolojideki karşılığı psiko hijyendir. Yani biz buna nefs sağlığı diyoruz. Nefs sağlığı ne durumda? Hiç iyi değil. Bundan beş sene evvel ergenler için bir çalışma yaptık bir okulda. 300'ün üzerindeki ergende kaygı durumunu ölçtük. Sadece kaygı değil, benlik saygısı, narsisizm ve öfke üzerine bir çalışma yapıldı bir lisede. Son 30 senede Türkiye'deki kaygı artış oranı ergenlerde %90. Diyelim ki veremde 30 senede %90 artış olacak olsa Türkiye birbirine girer, sağlık bakanı istifa eder, sağlık politikaları gözden geçirilirdi. Biz çok büyük bir aymazlık içinde bu işi görmezlikten geliyoruz. Görmezlikten gelmemizin sebeplerinden birisi de bu işe çare olabilecek psikiyatri ve psikoloji camiasının biraz evvel değindiğimiz nedenlerle bu işi nasıl durdururuz, nasıl stabilize ederiz, nasıl düzeltiriz sorularına cevapları yok. Amerikalılar komik bir şey anlatıyorlar; oturma odamızda bir fil var biz onu görmezlikten geliyoruz. Bunu aşmak için iki kitap yayınlattık. Twenge diye bir Amerikalı psikolog sosyolog hanımefendinin çok güzel bir eseri var, Ben Nesli diye, ikincisi de Narsisizm İlleti. Bu kitapta özellikle gençlerin içinde bulundukları psikolojik durumları; bağımlılıkları, narsisizmi, öfkeyi anlatıyor, çıt yok. Ben bu kitabı yayınlattım, Ankara'ya gittim, bakanlarla konuştum, bir ulusal politika yapmamız gerektiğini söyledim. Bir alan taraması yapmamız lazım. Bütün Türkiye'deki kaygı, öfke, narsisizm vs. oranlarını belirlememiz lazım. Ondan sonra durum budur, hastalık bu seviyede Türkiye'de, buna karşı ne yapabiliriz diye bir milli şûra organize etmemiz lazım diye anlattım, değişik bakanlara gittim, hiçbirini devreye sokamadım. Çünkü büyük bir ihtimalle danıştıkları psikiyatr ve psikologlar paradigmadan oldukları için çare üretemiyorlar. Aslında çare çok basit. İlginç bir anekdot vardır. Şimdi Hakk'a yürümüş bir psikoloji profesörü hanımefendi konuşma yapıyor. Konuşmasında intihardan bahsediyor ve İslami camiadaki intihar oranlarının sekülerlere göre daha az olduğunu belirtiyor. Ondan sonra bir yorum getiriyor ki zaten bütün meseleyi açıklıyor; 'sakın beni onlardan zannetmeyin' diyor. Cehaletin derecesine bakın. Psikiyatri profesörü bu. İslami camiada intihar oranları daha düşükse senin bir bilim insanı olarak yapman gereken bunu araştırmak değil mi? Kimse sana onlardan mısın değil misin diye sormuyor ki. Bir de son senelerde karşılaştığımız en büyük tehlikelerden birisi sanal bağımlılık. Sanal bağımlılık artık o hâle geldi ki, yeni kitabımda bu durumu 'matrix sendromu' diye tanımlıyorum. Bu matrix sendromu günden güne artıyor ve sadece psikolojik değil, somatik bazı rahatsızlıkları da beraberinde getiriyor.

Sanal bağımlılığın tespit ettiğiniz zararlarından da söz edebilir misiniz?

Orijinal hâli ile dünyayı, aracı olmadan görebilmek (yani ekran üzerinden değil), ufuklardaki ayetlerle temas haline geçmek demektir. Neo niye 'matrix'ten çıkmak ister? Ve 'şeytan' büyük patron niye insanı zorla o âleme hapis etmek ister? Ancak bu dolaysız görüş (müşahade, basiret, mükaşefe) mümkün olursa ve biz varoluş üzerine derinliğine düşünürsek (tefekkür, mesela 'yetezekkeru', Zumer 9) rahatlarız. Yoksa 'matrix' âlemi bizi ölesiye sıkar (kaygı oranlarındaki artış!). Rahatlarız çünkü 'anlam' ortaya çıkar. Irving Yalom'un Schopenhauer Terapisi diye bir kitabı vardır. Yalom bir yerde Shopenhauer'ın çiçekle diyaloğunu anlatıyor… Çiçek Schopenhauer'a şöyle diyor; 'Seni aptal, senin için mi açtığımı zannediyorsun?' Kalp görüşü açılmamış insanın bakışındaki karamsarlığın, kâinattan, ayetlerden kopmasının ne trajik bir misali… Şu manzaranın makineden resmini çeksem, bir de şöyle elinizi kalbinize koyup şuraya baksanız, aradaki fark nedir?

Hissiyat…

Yani bu manada 'ayet'lerle temas insana olumlu, rahmani hâller yaşatıyor yani kalbi uyandırıyor. Mesela derin bir sükûnet/sekine, huşu, ümidin yeniden uyanması/reca, derin bir minnetkârlık-güven/itminan, tüm varlığa yönelik şefkat, muhabbet ve merhamet. Bütün bu latif (inceltilmiş) duyguların merkezi ise 'kalp'. Ve Batı psikolojisi bu 'kalb'i de bilmez.

Demek ki insanın iki algılama merkezi vardır, biri akıl diğeri kalp. Mesela akılla bu güzel manzarayı algılayabilirim. Ne var burada? Deniz, hafif dalga var, iki tane palmiye var, karşıda bir ada var. Ama biraz ince ruhluysam (yani kalbim devreye girerse) bu manzara üzerine bir şiir yazabilirim, bu manzara benim içimde çok başka güzel şeyleri de uyandırır. İşte bu kalbin devreye girmesi demektir. Sanallık kalbi öldürüyor. Bizi ayetlerden koparıyor, ilahi rabıtadan koparıyor, dolayısıyla matrixin içine hapsoluyoruz. Bu da aklınıza gelen bütün patolojileri artırıyor. Ama bu söylediklerimizi anlayabilmek için insanın iki merkezli olduğunu kabul etmek lazım, bunu da bize İslam ve tasavvuf öğretir. Ümidim şu; İngilizce kitap çıktığı zaman galiba biz bunları Türkiye'de daha iyi anlatabilir hâle geleceğiz. Ne hikmetse 'Batı'dan ne gelirse, hemen kabul görüyor,' zaten fakir kitabı 'Daniel Silverstein' takma adı altında yayınlamayı düşünüyorum, belki o zaman Rabbimiz tesir halk eyler (latife yapıyoruz, böyle birisi gerçekte varsa, onu tenzih ederiz).

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim hocam.

DR. MUSTAFA MERTER KİMDİR?

1947 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Mustafa Merter, ilk ve ortaokul öğrenimini Türkiye'de tamamladıktan sonra tahsiline devam etmesi için ailesi tarafından İsviçre'ye gönderildi. 1969 yılında İsviçre Federal Lise diplomasını aldı. Lozan Tıp Fakültesi'nde tıp tahsilini tamamlayıp 1975 yılında mezun olan Merter, doktorasını biyolojik psikiyatri alanında 'Flufenazin Dekanoat' nöroleptik çalışması ile tamamladı ve 1987 tarihinde Türkiye'ye geri döndü. Psikoloji alanındaki tecrübesini benötesi/transpersonal psikoterapisi alanına aktarmak için çalışmalarda bulundu. Özellikle tasavvuf i açıdan benötesi psikolojisini anlatmaya gayret eden Mustafa Merter'in bu sahada yayınlanmış başlıca eserleri ise şöyle; Dokuz Yüz Katlı İnsan (Tasavvuf ve Benötesi Psikolojisi), Nefs Psikolojisi (Psikolojinin Üçüncü Boyutu ve Rüyaların Dili).
BİZE ULAŞIN