Tuba Özden Deniz: Modern toplumun seyir nesnesi: Kötülük

Modern toplumun seyir nesnesi: Kötülük
Giriş Tarihi: 4.03.2015 15:39 Son Güncelleme: 20.03.2015 16:13
Tuba Özden Deniz SAYI:11Mart 2015
Şiddet içerikli görüntülerin dolaşıma girmesi ile yapılan ‘kötülük’ler arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Günümüzde kötülük arttı mı? Ya da görüntüler üzerinden dolaşımı hızlandığı için mi bizde böyle bir duygu uyandırıyor? Özetle; görüntü kötülüğü çoğaltır mı? Ürdünlü pilotun turuncu üniforması ile bir kafesin içinde canlı canlı yakılışının görüntüleri tüm dünyaya servis edildi. Kullanılan kamera açıları, fondaki müzik, yapılan eylem tüm caniliğine ve 'gerçekliğine' rağmen bir film sahnesi gibi ekranlara yansıdı ve izlendi. Tıpkı IŞİD'in daha önce internet üzerinden yayınladığı, paranoya yayarak tüm 'gücünü' kotardığı diğer infaz görüntüleri gibi, bir sonraki bölümü merak edilen bir dizi gibi takipçilerini ekran başına kilitledi.

Şüphesiz IŞİD'in en büyük silahlarından biri bu videolar, bir nevi örgüt için varoluşsal bir öneme sahip. Bu görüntüleri yayma imkânının bir şekilde ellerinden alındığını varsayalım, etkisi, 'gücü' büyük oranda zayıflayacaktır. IŞİD şiddet ve terör içerikli görüntüler üzerinden varoluşuna bir zemin oluşturuyor, ve maalesef görüntü dilini kullanarak gücünü tesis eden ne ilk ne de son örgüt olacak. Yine yakın zamanda bir şov gibi ekranlara yansıyan, Fransa'da Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırının ardından zanlıları polisin takip süreci ve zanlıların yakalanmaları da izleyenlerde benzer bir kurgu hissi bırakmıştı. Tüm olanların an be an canlı yayın ile seyircilere sunulması, tercih edilen haber dili, muhatabı açısından daha önce seyredilen bir aksiyon filmini izliyormuş duygusundan farksızdı.

Görüntüler ile kötülük arasında akrabalık kurmamıza vesile olan verdiğimiz bu iki örnek yakın geçmişte cereyan etti fakat daha geç tarihlere kabaca bir göz attığımızda örnekleri çoğaltmak mümkün: 1990'da Körfez Savaşı'nda atılan füzelerin bir havai fişek gösterisi gibi ekranlara yansıması... 11 Eylül ve ardından yaşananlar, daha çok imajlar üzerinden yürütülen siyaset ve savaşlar... Guantanamo Kampı'ndan şiddet görüntüleri, Ebu Gureyb Cezaevi'ndeki işkence fotoğrafları… Hatta ölçeği küçültecek olursak, film ya da dizilerden ilham alınarak gerçekleştirilen cinayetler, tecavüzler... Ekran üzerinden çoğalan bir kötülük ve bizi koltuklarımızda pasifize ederek 'seyircilik' halimizi pekiştiren yüzlerce imaj...

Peki, şiddet içerikli bu görüntülerin dolaşıma girmesi ile yapılan 'kötülük'ler arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Günümüzde kötülük arttı mı? Ya da görüntüler üzerinden dolaşımı hızlandığından mi bizde böyle bir duygu uyandırıyor? Özetle; görüntü kötülüğü çoğaltır mı? Bu sorulara net cevaplar vermek mümkün değil fakat görüntülerin üretimi ile kötülük arasındaki irtibatın hiçbir yüzyılda günümüzdeki kadar güçlü olmadığı da aşikâr. Yaşadığımız çağda maruz kaldığımız kötülük, büyük oranda imajlar üzerinden yaygınlaştırılmakta hatta üretilmekte. Hayatımızı çepeçevre kuşatan görüntü dili ile kötülük fikri birbiriyle iç içe geçmiş vaziyette.

Görmek ve sahip olmak

Görüntülerin hayatımıza tahakküm etmesi şüphesiz teknolojik keşiflerden ya da 'ilerleme' fikrinin esas alındığı Batı medeniyetinden, kapitalizmden bağımsız düşünülemeyecek bir süreç. 19'uncu yüzyılda yaygınlaşan, 20'nci yüzyılda ise hayatın vazgeçilmez bir parçasına dönüşen 'görüntü'nün ele alınma biçimi geçmişte de sosyal iktidarın işleyişinden bağımsız değildi. Bu sebeple görüntü ile kötülük arasında bir irtibat var mıdır sorusunu sormadan önce imajlarla kurulan ilişkinin kökenlerine bakmakta fayda var.

Görüntünün elde edilmesini sağlayan en temel araçlardan biri, fotoğraf makinesinin atası sıfatıyla anılan 'camera obscura', keşfedildiği yıllarda büyük bir heyecan dalgasına sebep olur. Görüntünün bir duvara yansımasından ibaret olan bu teknik, görüntünün bir plakaya kaydedilmesine vesile olduğunda çok daha büyük bir alakaya mazhar olur. Zira görüntü ilk defa gören gözün dışında elde edilmiş, bir nevi sınırlandırılmış, çerçevelenmiştir. Göz ya da diğer duyu organları gibi yanılmayan, kişiyi doğrudan kesin bilgiye ulaştıran bu sihirli cihaz adeta uhrevi bir keşiftir. Aristo'dan Bacon'a, Leonardo Vinci'den Vermeer'e kadar birçok filozofun ve sanatçının üzerinde durduğu, kayıtsız kalamadığı bir teknikti bu. Öyle ki bu aygıta insan ile Tanrı arasında bir konum biçti Descartes: "Bu aygıt, insanın, Tanrı ve dünya arasındaki konumunun cisimleşmiş halidir."

Görüntünün nesneleştiği, araçsallaştığı bu dönem, özellikle gözlemcinin statüsü açısından da belirleyicidir. Çünkü bir şeyin görüntüsünü elde etmek artık aynı zamanda onu elde etmek anlamına gelmektedir. Görmek, bakışla kavramak ile sahip olmak duygusu arasında güçlü bir irtibat var. Görüntünün elde edilmesi ile birlikte bu düşünce daha da somutlaşır, pekişir. İmajların bir nesne, araç pozisyonuna indirgenmesi, ciddi bir bilgi aktarıcısı olması, onun daha kolay yönetilebileceği, kurgulanacağı ve bir iktidar aygıtına dönüşebileceğinin de ilk işaretidir.

Başlangıçta daha dar bir kesimin elinde biçimlenir bu dil, yaygınlaşır, bilhassa fotoğraf ve sinema aracılığıyla kısa sürede daha geniş kitlelere ulaşır. İlk dönemler daha çok belge üretmek amacıyla çekilen belgesel görüntüler ilerleyen zamanda farklı kurgusal çalışmalara dönüşür. Hatta bu hamleler, bilginin çarpıtılması, belge niteliğindeki ilk dönem savaş fotoğraflarının üretiminde dahi mevcuttur. İmajlar üzerinden tarih yazılacaktır ve gücü elinde tutan için onları yöneten pozisyonunda olmak elzemdir.

Nesneleşen 'gerçeklik' ve bir tuhaf yeni evren

Savaş fotoğrafçılığının ilk örnekleri Kırım Harbi'nde görülür. Roger Fenton, 1855'te at arabasında taşıdığı karanlık odasıyla savaşı fotoğraflamak için yola çıkar. Fenton, Britanya hükümeti tarafından savaşa gönderilmiş resmi bir savaş fotoğrafçısıdır. Savaş Bakanlığı'ndan ölülerin, sakat kalanların ya da hasta askerlerin fotoğraflarını çekmemesi talimatı alır. Onun fotoğraflarında savaş 'vakarlı bir serüven' olarak yansır.
Fenton'un bu naif diyebileceğimiz girişimi teknolojik imkânlar ilerledikçe çok daha abartılı müdahalelere dönüşür. Görüntüler aracılığıyla 'gerçeklik' de nesneleşmiştir ve güç odakları tarafından kurgulanarak, manipüle edilerek dolaşıma sokulması çok daha kolaydır. Bunun en bariz örnekleri savaş fotoğraflarıdır. Modern anlamda tanıklık edilen, 'gözetlenen' ilk savaş İspanya İç Savaşı'dır (1936-1939). Çatışmaları yakından takip eden bir fotoğrafçı güruhu gazeteleri ve dergileri ziyadesiyle tatmin eder. Bu isimler arasında Düşen Asker karesiyle birçok tartışmaya sebep olacak Robert Capa da vardır. Fotoğrafın kurmaca mı yoksa gerçek bir anın yakalanması mı olduğu uzun yıllar tartışılır. Susan Sontag'ın ifadesiyle, ilk savaş fotoğraflarının kanonu sayılan görüntülerin pek çoğunun kasten tasarlandığı ya da malzemeleriyle oynandığı daha sonra anlaşılacaktır.

Televizyon kameraları ile izlenen ilk savaş ise Vietnam Savaşı (1963-1973). Vietnam Savaşı'nda yaşananlar o zamana kadar hiçbir savaşta olmadığı kadar medyaya yansır. Savaşın kaderini adeta basında yer alan fotoğraflar tayin eder. Vietnam'da çekilen en karanlık fotoğraflardan biri Eddie Adams'a ait. 1968'de, eli bağlanmış bir Viet Kong gerillasının Albay Nguyen Ngoc Loan tarafından kafasına silah dayanarak infazının gerçekleştirildiği anı kaydeder. Muhtemelen bu fotoğrafın çekildiği anda Adams'ın yanında televizyon muhabirleri ve başka foto muhabirleri de vardır. Dünya basınında çok konuşulan ve Vietnam'da neler olduğuna dair Amerikan kamuoyunda tartışmalara sebep olan ve Adams'a 1969'da Pulitzer Ödülü kazandıran bu fotoğrafın 'gerçekliği' de başka bir açıdan sorgulanabilir. Subayla aynı anda gerillaya makinesini doğrultan fotoğrafçının varlığı, bu sahnenin yaşanmasına bir vesile midir? Orada fotoğrafçı ya da fotoğrafçılar olmasaydı yine de subay bu eylemi gerçekleştirecek miydi? Bu soruları sormamıza sebep olacak törensel atmosferi subayın poz verir edasında da görmek mümkün. Belki de bu durumun verdiği rahatsızlık sebebiyle, adını tüm dünyaya duyurmasına sebep olan fotoğrafına hiçbir sergisinde yer vermez Adams.
Fotoğraf üzerine düşünen birçok isim gibi Ernst Jünger de bir ölüm aracı olan silah ile fotoğraf makinesinin mantığını birbirine yakın görür. 1930'da vurguladığı gibi, fotoğrafsız savaş olmaz; bir nesneyi 'çeken' kamera ile bir insana 'ateş' eden silah arasında önüne geçilmez bir özdeşlik vardır. Bu bakış açısına göre düşmanı bir anlığına donduran ölümcül silah ile büyük bir tarihsel olayı en ince ayrıntılarına kadar korumaya çalışan fotoğraf makinesi aynı aklın ürünüdür.

1960'larda televizyonun yaygınlaşması ile iyice gündemimize giren görüntü dilini hayatımızın vazgeçilmez bir parçasına dönüştüren dijital devrim olacaktır. 90'lı yılların sonunda dijital teknolojinin aldığı yol neticesinde 'görüntüler', 'imgeler' avucumuzun içine kadar ulaşır. Fotoğraf üretmek ya da film çekmek için artık demokratik bir ortam vardır ve herkesin elinde fotoğraf makinesi ya da kamera ile gezdiği bir toplumda 'gerçeklik', kurgu, iktidar gibi kavramlar yeniden tartışılmaya gebedir.

Günümüzde teknolojik aletler sadece hayatımızın değil bedenimizin de bir uzantısı gibi. Bu iç içe geçmişliğin neticesinde görüntü, imgeler ile hayat arasındaki sınır günümüzde iyice belirsizleşti. Hayat her dakika görüntülere dönüşüyor, görüntüler de yaşama pratiklerini değiştiriyor. Hatta başlangıçta bir araç vazifesi gören 'görüntü'nün günümüzde bir amaca dönüştüğünü söylemek de abartı olmaz. Bir fotoğrafın parçası olmak ya da bir filmin kurgusunda varlığını hissetmek, hayatı deneyimlemekten daha kıymetli artık.

İmajların bombardımanında, bir tuhaf yeni evren yarattık kendimize. Sürekli üretim halinde olan ve ürettiği makinelerin tahakkümü altında hayatı dönüşen ve bu dönüşümün en belirgin göstergesinin 'görüntü'ler olduğu, sözün yerini büyük oranda görüntülerin aldığı yeni bir yaşama pratiği... Bu otomatikleşmenin neticesinde ise Vilem Flusser'in vurguladığı gibi "Teknik görüntülerin merkezcil çekiciliğine hiçbir şey karşı koyamaz: Teknik görüntüleri amaçlamayan hiçbir sanatsal, bilimsel ve politik olay; fotoğraf, film veya videoya kaydedilmesi istenmeyecek hiçbir günlük davranış düşünülemez. Her şey bu 'ebedi hafıza' içine dâhil olup ebedi olarak yeniden sunulmak ister. Artık her olayın amacı, sinema perdesi ve televizyon ekranına ulaşmak veya en azından bir fotoğraf olmaktır."

Peki, kapitalizmin tüm eğlenceli, coşkulu ışıltısının ardında, özellikle teknoloji ve imgeler aracılığıyla, kılcallarında bu 'kötü' fikrinin de dolaşım halinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Teknolojinin yaygınlaşması ve bunu daha çok imajlar üzerinden gerçekleştirmesinin, kötülüğü çoğaltmasa dahi yaygınlaştırdığını, gündelik hayatın bir parçasına dönüştürdüğünü ifade etmek mümkün. Bilhassa maruz bırakıldığımız görüntüler ile sıradanlaştırılmış, kanıksanmış ve çoğaltılmış; eğlencenin, zaman zaman eleştirel tutumun ya da bir bilginin aktarıcısına dönüşmüş, estetik hazzın bir parçası olarak sunulmuş; ölüm fotoğrafları, savaş sahneleri, cinayet filmleri ya da bir bilgisayar oyununda önüne geçen her şeyi yok eden, öldüren bir oyun figürü de söz konusu 'kötü'ye örnek gösterilebilir.

Özellikle üretilen sanat eserlerinde neredeyse bir ideoloji ve kaçınılmaz gerçek olarak 'kötü' fikrinin yüceltildiğine, yaygınlaştırıldığına, ifşa ve inşa edildiğine dair örnekler ortada. 'Kötü'nün ancak deşifre edilerek yok edilebileceğini ya da azaltılacağını öne süren sanatçıların sayısı az değil. Zira varoluşa içkin, kaçınılmaz bir alınyazısı olarak sunulan kötülük fikrine kontrolsüz, bir 'ur' gibi çoğalan 'görüntü' ve 'imgeler' üzerinden maruz bırakılmaktayız. İmgeler ile hayatın geçişken, hızla dönüşen bu devinimi ne yazık ki çoğu zaman iç açıcı manzaralara sebep olmamakta. Tıpkı yazının başında vurguladığımız, en güncel ve barbar örnek olarak sunabileceğimiz IŞİD'in eylemlerinde şahit olduğumuz gibi.

TUBA ÖZDEN DENİZ KİMDİR?
Medeniyet Üniversitesi'nde Felsefe Bölümü'nde yüksek lisans yapıyor. TSA ve Hayal Perdesi Sinema Dergisi web editörü.

BİZE ULAŞIN