Daha önce pek çok kez tanıklık ettiğimiz gibi, yiten gencecik can daha toprağa karışmadan, üzerinden büyük kavgalar koptu. Hızlı politik sonuçlar talep eden, halkı galeyana getirmeye çalışan sesler bir kez daha sahneyi teslim aldılar. Oysa bu tartışmayı yapanların, silah haline getirdikleri acılardan hızla uzaklaştıklarına, yeni bir acı/malzeme bulduklarında süratle onların üzerine atladıklarına daha önce defalarca şahitlik etmiştik.
Özgecan Aslan cinayeti toplumumuzun kılcallarına kadar işleyen aksaklıkları bir kez daha karşımıza çıkardı. Ama ne çıkarmak! Adeta yüzümüze çarptı. Gencecik bir kız, bindiği minibüste uğradığı insanlık dışı saldırı sonucu hayatını kaybetti, yakıldı. Kelimenin tam anlamıyla ortadan kaldırıldı. Ve bunu önleyebilmek için hiçbirimizin elinden hiçbir şey gelmedi. O gencecik can yok oldu gitti.
Sonrasında başlayan tartışmalar ise olayın vahametini katladıkça katladı. İlk andan itibaren olay süratle politik zemine çekildi ve gürültü her tarafı kapladı. Oysa politik olmaktan öte, insani ve toplumsal bir dramdı yaşananlar. Her şeyin dönüp dolaşıp bir noktada politikaya bağlanacağı bir gerçekti elbette. Bu olay da bir noktada politikanın alanına girecekti. Girmeliydi de… Peki bu kadar hızlı mı? Hayır! Toplum olarak, bireyler olarak, anne-babalar olarak oturup bu vahşete gerektiği gibi üzülebilmeli, o gencecik canın yasını tutabilmeliydik önce. Bunu sağlayacak bir sükûnet ortamına herkes karınca kararınca katkıda bulunmalıydı. Yiten canın ardından rahmet okumalı, gözyaşı dökebilmeliydik. Bu kayıptan en fazla canı yanan ana-babanın, varsa kardeşlerin ve akrabaların acılarına hürmet etmeyi becerebilmeliydik. O yaslı ve olgun babayı, bu kadar büyük bir imtihandan geçerken, suhulete davet eden olmak zorunda bırakmayabilirdik. Sanki onlardan daha fazla üzülebilirmişiz gibi çirkin tartışmalarla, ağza alınmayacak hakaretlerle insanların yaralarını deşmeyebilirdik. Ama olmadı. Bunun yerine birileri önce Özgecan'ın ana-babasına ait olan bu acıyı onlardan kaçırmaya, onu politik bir silah haline dönüştürmeye, acıyı ranta çevirmeye talip oldu. Daha önce pek çok kez tanıklık ettiğimiz gibi, yiten gencecik can daha toprağa karışmadan, üzerinden büyük kavgalar koptu. Hızlı politik sonuçlar talep eden, halkı galeyana getirmeye çalışan sesler bir kez daha sahneyi teslim aldılar. Oysa bu tartışmayı yapanların, silah haline getirdikleri acılardan hızla uzaklaştıklarına, yeni bir acı/malzeme bulduklarında süratle onların üzerine atladıklarına daha önce de defalarca şahitlik etmiştik.
Oysa yaşanan vahşet günlük politikaya, iktidar kavgalarına alet edilemeyecek kadar büyük bir dram. Belki de şu hep duyduğumuz beylik cümledeki gibi, 'iktidarın ve muhalefetin birlikte hareket ederek' çalışması gereken bir alan. Amacının üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi olduğu belli olmayan ucuz numaraları bir kenara bırakmanın ve başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmenin tam sırası. Acıyı hazmedip, sakin kafayla düşünmeye başladığımızda ortadaki tablonun münferit bir cinayetten ibaret olmadığını görmemiz kolaylaşacak. Bunu söylerken, birilerinin 'Bunlar Türkiye'deki önlenemeyen kadın cinayetlerinin bir parçası ve tüm bunlar iktidarın suçu' dediğini duyar gibi oluyoruz. Lakin açıklamanın bu kadar basit olmasına kulak ikna olsa da gönül ikna olmuyor. Kadın cinayetlerini ortaya çıkaran toplumsal zemin ile çocuklarımızın güven içinde sokaklarda oynayamamasına sebep olan zeminin benzerliği bir biçimde kendisini hissettiriyor. Adaletin olmadığı, zulmün neredeyse sıradanlaştığı, gücü olmayanın ezildiği ve bunun normal kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünya, küçücük bir çocuğun organları satılmak üzere kaçırıldığı, bir bebeğin doğar doğmaz çöplüğe terk edilebildiği, şeker toplamaya çıkan çocukların kaçırıldığı, katledildiği, yüzü gözü dağılmış fotoğrafları gazetelerde çıkan bir kadının, mahkeme kapılarında hakkını ararken göz göre göre infaz edildiği, tecavüze uğrayan kadınların aile kararı ile katledildiği, 14 yaşındaki N.Ç.'ye yapılanların, 'rızası vardı' denilerek örtbas edildiği ve daha nice zulümlere kucak açmış bir dünya... Bu dünya, masumiyete dair ne varsa onunla sorunu olan bir dünya. Böyle baktığımızda, ortada yapısal bir sorun olduğunu görmemiz gerekiyor.
Türkiye'de ve dünyada yaşanan hızlı dönüşümün ve bu dönüşümün karşımıza çıkardığı görüngülerin irdelenmesi bu anlamda yolumuzu aydınlatabilir. İnsanları yavaş yavaş insani olandan soyutlayan ve çıkar/zevk odaklı yaratıklar haline getiren işleyişin artık bir endüstri haline geldiğini görebilmeliyiz. Bu zevk/çıkar endüstrisi, medyadan siyasete kadar üreticileri ve tüketicileri olan devasa bir çark. Bu devasa çarkın içinde insanlar giderek kendi çıkarlarını, kazançlarını kutsamaya başlıyor, alabildiğine zevk almayı tek emel olarak görüyorlar. Önce birbirlerini aldatmaya başlayan insanlar, giderek daha hızlı biçimde birbirlerinin boğazına sarılıyorlar. 'Kurtlar sofrası'nın günlük yaşamda hakim kültürel kod haline dönüşmeye başlaması, güçlü olanın zayıf olanı akla hayale gelmeyecek şekillerde aşağılamasını, sömürmesini ve katletmesini beraberinde getiriyor. İnsanlık namına ortaya konan her şeyin buharlaştığı bu vasatta, bir gün gencecik bir kız evine dönmek için bir minibüse biniyor ve gözü dönmüş vahşiler sadece güç yetirebilecekleri bilgisinden hareketle o masum canı katlediyorlar. Her birimizin, kızlarımızın, kadınlarımızın başına gelme ihtimalinin bile kanlarımızın donmasına yettiği bir olay bu. Bir kadın, yaşadığı kentte bir minibüse binip bir yerden bir yere güvenle gidemeyecekse, medeniyet adına, düzen adına, insanlık adına ortaya koyduklarımızın, inandıklarımızın ne anlamı olabilir? Bu tarz olaylar olduğunda, vebal olarak her birimizin payına bir şeyler düştüğünden emin olmamız gerekiyor.
Anne-babalar çocuklarına yalan söylediklerinde, eşler birbirlerini aldattığında, çıkarımız için bir arkadaşımıza zarar verdiğimizde, kendimize yonttuğumuz, fedakarlık etmediğimiz, üç kuruş için onurumuzu ayaklar altına aldığımız, emanate hıyanet ettiğimiz, başkalarını çekiştirdiğimiz, insanların kalplerine kin ve düşmanlık aşıladığımız, insanlık onuruna yakışmayan her davranışımızda aslında ilmek ilmek insanlık duvarını aşındırdığımızın farkına varmamız gerekiyor. Aşındırdığımız o duvardan ise yavaş yavaş içeriye sızan ve insanı varoluşsal bir tehlike ile burun buruna getiren bir sistem var. Bu sistem, insanlığa yakışmayan halleri kullanıyor, hatta kutsuyor. İnsanların nefislerini terbiye etmelerini değil, azdırmalarını salık veriyor ve böylece onları kârlı birer tüketici haline dönüştürüyor. Sürekli olarak yeni mağdurlar ve yeni zalimler üreterek bir çatışma ortamını sürekli hale getiren söz konusu sistem için zayıf olanın zayıf olarak kalması hayati önem arz ediyor. Kadınların sistematik biçimde zulme maruz kalması, söz konusu sistemin işlediğinin en önemli kanıtı. Zira bütün dezavantajlı kesimler içinde en geniş kesimi kadınlar oluşturuyor. Bir kadın sadece kadın olmakla otomatik olarak dezavantajlı kesimde yerini alıyor. Bunun dışındaki aksaklıklar kadınların hayatını yalnızca 'daha dezavantajlı' hale getiriyor.
Kadınların yaşantılarının adalet üzerinden yeniden kurgulanması ve buna yönelik siyasi, toplumsal girişimlerin ivedilikle hayata geçirilmesi kadın-erkek her birimizi tehdit eden bu sistemi ortadan kaldırmak için iyi bir başlangıç noktası olarak görünüyor. Sükûnet içinde ama ciddiyet ve kararlılıkla iyi niyetli tüm önerilerin dile getirilmesi gerekiyor. Bunun olmasını engelleyecek, düşmanlığı pekiştirecek saldırılara kulaklarımızı tıkayarak tartışmaya devam etmeliyiz. Yıllarca bu konuları konuşmaya engel olan 'kol kırılır yen içinde kalır' anlayışı ile kat ettiğimiz mesafe ortada. İnsanlık duvarının tamamen çökmesine müsaade edemeyiz. Zira bu duvarın arkasında vahşilerin, katillerin, tecavüzcülerin, çocuk tacizcilerinin ve barbarların hakim olduğu karanlık bir dünya var.
FATMANUR ALTUN KİMDİR?
Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü'nde doktora öğrencisi.